YÖK Başkanı ve baskıda özerklik
Barış İçin Akademisyenler vakasının seyrine baktığımızda baskıda özerkliğin nasıl işlediği açıkça görülür. Aynı bildirinin imzacıları, aynı mevzuata tabi olan farklı üniversitelerde birbirinden çok farklı uygulamalara muhatap oldular.
Serdar Tekin
16 Kasım Cumartesi günü Gazete Duvar’da okudum: Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, bütçe görüşmeleri için gittiği TBMM’de Barış İçin Akademisyenler (BAK) bildirisiyle, daha doğrusu bildiriyi imzaladığı için üniversitelerden ihraç edilen akademisyenlerle ilgili bazı soru ve eleştirilere muhatap olmuş. Basına yansıdığı kadarıyla, Saraç’ın eleştirilere verdiği yanıt şöyle:
“Kamuoyunda, Barış Akademisyenleri diye adlandırılan ama toplumun büyük bir kesimini rencide edip yaralayan o metinle ilgili birtakım üniversitelerimiz işlemler tesis etmiştir. İşlem tesis eden neresi? Üniversiteler tesis etmiştir bu işlemleri. YÖK, bizden önce şu şekilde şikayet ediliyordu, ‘Niye üniversitelere bu kadar müdahale ediyor?’ Şimdi ise YÖK şikayet ediliyor, ‘Niye üniversitelere müdahale edilmiyor?’ diye. Bu noktaya gelmemiz gerçekten beni çok mutlu ediyor.”
YÖK Başkanı özetle diyor ki Barış İçin Akademisyenlere yapılanları YÖK yapmadı, “birtakım üniversitelerimiz” yaptı ―ve bunu da üniversitelerin özerkliğine yoruyor, hatta bu özerkliği kendisi için bir mutluluk vesilesi sayıyor.
Saraç’ın sözlerini Türkiye’deki mutad devlet sinizminin sayısız örneğinden biri olarak görüp geçmek mümkün elbette. Ancak müsaadenizle, bu sözlerin sinizmden ibaret olmadığını ve Saraç’ın kastettiği anlamda değilse bile bir tür hakikat payı taşıdığını savunacağım. Açmaya çalışayım...
Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildirisi 11 Ocak 2016 Pazartesi günü kamuoyuna açıklanmıştı. Kaç gün sonraydı hatırlamıyorum, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanlığı, bildirinin imzacısı olduğum için hakkımda soruşturma açıldığını belirten bir yazı gönderdi. Neye dayanarak soruşturma açıldığını sorduğumda, önüme YÖK’ten gelen bir yazı koydular. Prof. Dr. Yekta Saraç imzasıyla gönderilen 13 Ocak 2016 tarihli yazı iki cümleden oluşuyordu:
“Bir grup öğretim elemanı yayınladıkları bildiri ile Devletimizin, ülkemizde sürmekte olan teröre karşı mücadelesini katliam ve kıyım olarak nitelendirmiştir. Üniversitenizin kadrolarında bulunan ve mezkûr bildiriyi imzalayan personel hakkında gerekli işlemin başlatılması ve Başkanlığımıza bilgi verilmesini rica ederim.”
Talimatta “gerekli işlem”in ne olduğu konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştı. YÖK Başkanı Saraç, bir “gerekli işlem” olduğunu ve bunun “başlatılması” gerektiğini söylüyor, ancak işlemin ne olduğunu takdir etme işini üniversitelere bırakıyordu. Bu yazıyı alan tüm üniversite yöneticileri için, söylenen şeyin anlamı son derece aşikar olmalı: Barış İçin Akademisyenler siyasi irade tarafından işaret edilmiştir; üniversiteler buna uygun hareket etmeli, “gerekli işlemi” başlatmalı, ancak bunu da sanki kural ve prosedürlerin gereğiymiş gibi yapmalıdır. Aynı üniversite yöneticileri şunu da idrak etmiş olmalı: Şayet başında bulundukları kurumun bir özerkliği varsa, bu özerklik imzacı akademisyenlere “işlem” yapıp yapmama konusunda değil, nasıl ve ne ölçüde “işlem” yapılacağını tayin etme konusunda bir özerkliktir.
Haliyle buna “üniversite özerkliği” demiyoruz; ama pekala “baskıda özerklik” diyebiliriz.
Barış İçin Akademisyenler vakasının seyrine baktığımızda baskıda özerkliğin nasıl işlediği açıkça görülür. Aynı bildirinin imzacıları, aynı mevzuata tabi olan farklı üniversitelerde birbirinden çok farklı uygulamalara muhatap oldular. Çok az sayıda üniversite ―hukuktan geriye kalmış kırılgan imkanlara tutunarak― disiplin soruşturması açmaya yanaşmazken, imzacıların bulunduğu üniversitelerin büyük çoğunluğu disiplin soruşturmaları başlattı; bazıları kendi bünyesindeki bütün imzacılara, bazıları ise imzacıların bir kısmına soruşturma açtı.
Üstelik soruşturmalar sonucunda verilen cezalar da yine birbirinden çok farklıydı. Kimi üniversiteler “uyarı” veya “kınama” cezası ile yetinirken, diğerleri imzacıların kamu görevinden çıkarılmasını talep etti. Ancak OHAL’den önce nispeten düşük cezalar veren üniversiteler bile OHAL döneminde tutum değiştirerek imzacı akademisyenleri ihraç listelerine eklemekte beis görmediler.
Kurumlar hukuk dışında işlemeye başladığında, kime ne yapılacağı, ne zaman ve nasıl yapılacağı, normlara göre değil faillerin takdirine göre belirlenir. Ve bu işlerin failleri her zaman belli bir özerklik marjına sahiptirler.
Baskıda özerklik, bugün Türkiye üniversitelerinin çıplak gerçeğini oluşturuyor. Gerek BAK vakasında gerekse OHAL’deki kitlesel akademisyen ihraçlarında gördüğümüz başat bir kurumsal örüntü bu: Siyasi iktidarla “irtibatı ve iltisakı” olan üniversite yöneticileri, bir yandan YÖK’ün nezareti ve kılavuzluğu altında, ama diğer yandan da hangi hukuksuzluğu kime, nasıl yapacakları konusunda geniş bir takdir marjına sahip olarak “gerekli işlemi” yerine getiriyorlar. Sonuç olarak, Saraç’ın dediği gibi, “üniversiteler tesis etmiştir bu işlemleri”.
Öte yandan, YÖK Başkanı’na verilmesi gereken net bir cevap da var: Üniversiteler bu suçu tek başlarına işlemediler. Baskıda özerkliğin kilit faili konumundaki rektörler ―ve bu mekanizmanın işleyişinde kendi rollerini oynayan öğretim üyeleri, dekanlar, dekan yardımcıları, soruşturma komisyonları, sıradan kötülüğün tüm diğer işçileri― böyle bir cevabı verebilecek durumda değiller elbette. İşlenen hukuksuzluklardan sadece kendilerinin sorumlu olmadığını, yaptıkları şeyleri YÖK’ün nezareti altında yaptıklarını, YÖK’ten gelen yazıyla soruşturma açtıklarını, YÖK’ün belirlediği esaslar doğrultusunda ihraç listeleri oluşturduklarını, en nihayetinde kendilerinden isteneni ve bekleneni yaptıklarını söyleyemezler. Dolayısıyla bu hakikati de söylemek, biz ihraç edilmiş akademisyenlere düşüyor. Zira hakikat bugün ancak üniversitenin dışında söylenebiliyor.