Bir yanda bir şeyler yok oluyor. Öte yanda bir şeyler
yükseliyor. Kökler havada, yapraklar yerde. Piramitler ters. Öyle
bir yerdeyiz.
Anayasa Mahkemesi, HDP milletvekili Gülser Yıldırım’ın bireysel
başvurusunu karara bağladı. Açıklama tek cümle. Hukukçuların
sevdiği deyimle, karar verilemezlik. Bizim anlayacağımız, ret.
“Tutuklamanın hukuki olmadığına” diyor, nasıl hukuki tutuklama
olur? Onu da tutuklama gerekçesinden anlarız. Tutuklama gerekçeleri
de tek cümledir genellikle, kanunda yazanı tekrar eder. Gerekçe,
kanunu tekrar ediyorsa, yoktur. Kanunda yazılanın varlığını veya
yokluğunu inandırıcı biçimde, deliller eşliğinde tartışması
gerekir. Yine kanun öyle emrediyor. Emrin gereği var mı? Yok.
Hayır, Anayasa Mahkemesi’nin eski içtihatlarını çiğneyerek
kendisini yok ettiğini söylemeyeceğim, yok olan, yok edilen Anayasa
Mahkemesi değil, hukuk ve onun nihai hedefi, ideası, ülküsü olan
adalet.
Yargıçlar kararlarında sadece sanık hakkında hüküm vermezler.
Kendileri hakkında da hüküm verirler. Kararlarında adalet idesi
gözetilmişse, yargıç vardır; yoksa, yoktur.
Anayasa
Mahkemesi, HDP'li Gülser Yıldırım'ın başvurusunu reddetti
Yargıçlara bakınca göremediğimiz hukuku, adalet arayışını,
adalet idesine bağlılığı zaten memur olan savcılara bakarak hiç
göremeyiz. Bir umut savunmaya dönecek olsak, Anayasa Mahkemesi
kararını öğrendiğimiz anda Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmasını
da duyduk.
KONUŞAN KİM?
Yavuz Oğhan’ın soruları üzerine Metin Feyzioğlu, “Nuriye
(Gülmen) ve Semih’i (Özakça) evlat edinecek bir sempati içinde
olmamı kimse benden beklemesin” diyor. Nasıl bir cümle bu? Nasıl
bir laf? Açlık grevi gibi, ölüm orucu gibi tartışması hiç
bitmeyecek bir konuda bir hukukçunun şu ya da bu pozisyonu
almasından daha doğal bir şey olamaz; Barolar Birliği Başkanı diye
kimse açlık grevlerini desteklemek zorunda da değildir. Amenna.
Lakin, Barolar Birliği Başkanı konuştuğu zaman, bir hukukçunun,
aynı zamanda avukat da olan bir hukukçunun konuştuğunu anlamalıyız;
yargıçlar karar verdiği zaman yargıçların karar verdiğini anlamamız
gibi.
Metin
Feyzioğlu: Kimse benden Nuriye ve Semih'e sempati duymamı
beklemesin
Anayasa Mahkemesi kararında, kararı verenin bir mahkeme, metnin
bir yargıç elinden çıkma olduğunu anlamıyoruz. “Kabul edilemez.”
Niye? Çünkü, kabul edilemez. Bitti.
Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmasından da bir avukatın, bir
hukukçunun konuştuğunu anlamıyoruz. “Kimse beklemesin.” Neyi?
“Nuriye ve Semih’i evlat edinmemi…” Evlat? Evlat edinme? Ortada
kalan çocukların evlatlık verilmeye çalışıldığı kalantor tüccar
babalanıyor sanki kötü niyetli fakirlere. Paternalist otoriter ruh
nasıl bulaşıcı bir şeyse, memlekette kim bir şeyin başkanı olsa,
kendisini herkesin babası zannetmeye başlıyor.
Yetmiyor, bir de avukatlar için konuşuyor. Laflara
bakın: “Nuriye ile Semih adlı açlık grevi yapan kişilerin
tutuklanan avukatlarının tutuklanma gerekçesinde, Nuriye ile
Semih’in avukatı olmaları yoktu. Polisin öldürdüğü DHKP-C
teröristin üzerinden çıkan listede tutuklanan bazı avukatların adı
geçtiği söyleniyor. Ben bu listenin değersiz olduğunu
söyleyemem.”
Bir avukat, tutuklanmış avukatlar için konuşuyor. Tutuklama
kararlarının tek şablondan çıktığı memlekette konuşuyor. Polis
birini öldürmüş, terörist diye. Ölenin üstünden bir liste çıkmış. O
listede avukatların adları geçiyormuş. Hukukçuluk mu yapıyoruz,
dedikoduculuk mu? Değerli bulduğu liste öyle bir liste ki varlığını
ancak “mış mış”la kanıtlayabiliyor. Sanki müdahil olmuş davaya!
Oysa görevi, o kişi nerede, nasıl öldürülmüş; o liste nasıl bir
listeymiş, gerçekte var mıymış, yok muymuş, varsa hukuki değeri,
delil değeri neymiş, dosyada ne varmış ne yokmuş, onu görmek,
incelemek değil mi? Görmemiş, incelememişse bu kadar serbest,
suçlayıcı konuşmayı hangi hukuk anlayışı içinde değerlendireceğiz?
Görmek incelemek istese, bir gerçeği daha öğrenecek, Anayasa
Mahkemesi’nin yokmuş gibi yaptığı bir gerçeği: O dosyaları, o
dosyadaki delilleri göremezsiniz. Erişim engeli. Kısıtlama.
Gizlilik. Ağır ithamlı dosyaların neredeyse tamamında var bu
kısıtlar.
Bu babı bitirirken değinmemek olmaz: Feyzioğlu, avukat Turgut
Kazan'a cevap verirken, efendim seçim yaklaşıyormuş da ondan öyle
diyormuş. Seçim konusunda pozisyon alma hakkı yokmuş gibi. Elinden
gelse bir Naim Süleymanoğlu tweet'i atarak geçiştirecek işi ama
olmayınca bu cin fikirliliğe sığınıyor. Fakat seçim olsa da olmasa
da Turgut Kazan, hukuk konuşuyor, avukat olmanın gereklerini dile
getiriyor. Baro başkanı olsa, Feyzioğlu'na da hayli faydası
olur!
Kazan'dan
Feyzioğlu'na: Savunma'da milli duruş ne demek?
Adalet olmayınca hukuk zaten yok olur. Yargıç olmayınca,
savunma/avukat olmayınca adalet zaten olmaz.
SEÇMEN İRADESİ, GAYRİ-MİLLİ Mİ?
Yoklar bunlardan ibaret değil. Hakkında karar verilen
milletvekili, hapisteki diğer milletvekilleri gibi, seçimle
geliyor. Ana muhalefetin, “Anayasa aykırı olduğunu biliyoruz ama oy
vereceğiz” dediği Anayasa değişikliğinin getirdiği talimatlarla
hapse atılıyorsa milletvekilleri, parlamento var diyebilir miyiz?
Yok.
Belediye Başkanları seçimle geliyor. Talimatla hapse atılıyor;
hapse atılmayacak kadar değerliyse, yani iktidar partisindense yine
talimatla istifa ettiriliyor. Yerel yönetim diye bir şey var
diyebilir miyiz artık?
Seçtiği kişi her an hapsi boylayacaksa veya yerine kayyım
atanacaksa ya da istifa ettirilecekse seçmen diye bir şey kalır mı
peki? Sadece olmayan bir seçmenin iradesi “milli irade”den
sayılmaz.
Hukuk yok. Adalet yok. Parlamento yok. Yerel yönetim yok. Seçmen
yok. Seçim yok. Buna Yeni Türkiye diyoruz.
Şükredelim biz de. Şükür ki hukukumuz adaletin gerektirdiği
bütün yüklerden kurtuluyor. Demokrasimiz de demokrasinin
gerektirdiği bütün yüklerden kurtuluyor, çok şükür ki.