Prof. Dr. Üstün Dökmen geçtiğimiz günlerde Habertürk TV’de katıldığı bir televizyon programında “yaşam koçu” diye bir meslek dalının olmaması gerektiğini ifade ederek “bir kişi gerçekten yaşam koçu olacaksa temel eğitiminin psikoloji, psikolojik danışmanlık ya da psikiyatri olması gerektiğini” söyledi.
Yine aynı programda “yaşam koçluğunun ciddi bir iş gibi görünmediğini, bir insanın psikolojisiyle ilgilenecek kişinin eğitimli olması ve yapılan çalışmada ortaya çıkabilecek psikolojik durumlara müdahale edebilme yetisine sahip olması gerektiğini” belirterek “bir kişinin yaşam koçluğu durumu ciddi bir şey değildir. Bir meslek istismarı, bir müşteri istismarı durumu vardır” ifadesini kullandı.
Aklı fikri dert görmesin. Çok da güzel söylemiş. Keşke daha çok kişi söylese. Daha fazla uzman bu konuya dair insanları bilinçlendirecek yazılar yazsa, programlarda konuşsa…
Çünkü mantar gibi türeyen bu meslek(!), sınırlarını bilmediğinde, bilinçsizce kullanıldığında ne yazık ki çok fazla kişiye zarar verebiliyor.
Sınırlarını bilmeyen yaşam koçlarından kast ettiğim ise psikoterapistliğe soyunanlar, yetki alanının dışında davrananlar.
Yaşam koçlarına dair geçtiğimiz yıllarda bianet’te bir yazı kaleme almıştım. Orada yaşam koçlarından ve birtakım spiritüel terapilerden neden uzak durulması gerektiğini anlatıp yaşam koçluğu ile psikoterapi arasındaki farklara değinmiştim.
Yazıyı yazmamın ardından dört yıl geçti. Ne yazık ki bu alanda herhangi bir gelişme olmadı, herhangi bir denetim mekanizması kurulamadı. Psikoloji ve psikoterapi eğitimi almamış olduğu halde psikoterapi yaptığını iddia edenlerin ve onlardan zarar gören kişilerin sayısı ise git gide arttı.
Ruh sağlığı alanına ait bir meslek yasası hâlâ yok.
Meslek yasasının olmaması ne demek? Ruh sağlığı alanında yapılan istismarların ve hataların incelenememesi, danışan/hasta haklarının savunulamaması, meslek etiğini suistimal eden uzmanlarla ya da meslekten olduğunu iddia eden ama meslekle uzaktan yakından alakası olmayan kişilerle ilgili hukuki bir yaptırımın olmaması anlamına geliyor.
Ne feci değil mi? Meydanı boş bulanlar tabii ki her türlü usulsüzlüğü yapacak ve birçok felakete yol açacaklardır.
Psikoterapi sürecini hep kansız cerrahiye benzetmişimdir. bianet’e yazdığım yazıdan şu bölümü alıntılamak isterim;
“Kişi terapistine ruh sağlığını emanet eder. Bu yüzden bu kişinin alanında uzman olması şarttır. Mesleki bilgi ve becerilerinin yanı sıra psikoterapistin başka bir uzman eşliğinde kendi psikoterapi sürecini de tamamlamış olması gerekmektedir. Ve meslekte pişene kadar her daim süpervizyon desteği almalıdır.
(Süpervizyon dediğimiz, meslekte deneyimli bir uzmanın, daha az deneyimli bir uzmana, o terapi yaparken yeterliliğini ve becerilerini geliştirecek bir şekilde bilgi ve deneyim kazanmasında yardımcı olmaktır.)
Aksi halde gelen her danışanla birlikte, psikoterapistin kendi çözülmemiş sıkıntıları, tamamlanmamışlıkları, kendi anlamlandıramayışları terapi odasında eline ayağına dolanabilir ve danışanla birlikte ruhsal bir uçurumun kenarına rahatça yuvarlanabilirler. Danışanın anlattığı herhangi bir şey, terapiste kendi yaşantısıyla ilgili başka bir şeyi çağrıştırabilir. Eğer terapist bu durumu yönetemezse objektifliğini koruyamaz ve danışana ister istemez zarar verir.”
Psikoterapist olmak için üniversitelerin psikoloji, psikolojik danışmanlık ve rehberlik ya da tıp fakültelerinin psikiyatri bölümlerinden mezun olup üzerine kendi ilginiz ve eğiliminize göre çeşitli enstitüler ya da üniversiteler tarafından açılan psikoterapi eğitimlerini tamamlamanız gerekmektedir. Bazı yerlerde bu eğitim sürecine bir de klinik psikoloji yüksek lisans şartı getiriliyor. Alacağınız psikoterapi eğitimlerinin birkaçını burada sıralayacak olursam psikodrama, bilişsel davranışçı terapi, çift ve aile terapisi, transaksiyonel analiz, şema terapi, sanat terapisi, Gestalt terapi ilk aklıma gelenler… Ama dahası da var. Google bu konuda size çok iyi yardımcı olabilir.
Bu terapi eğitimlerinin genellikle başlangıç ve ileri düzeyleri olur. Daha sonra öğrendiğiniz bilgi ve becerileri uygulamak için tek tük vaka görmeye başlarsınız. Gördüğünüz vakaları hocanız süpervize eder. Psikoterapi eğitim süreçleri genellikle 4-5 yılı bulur. Bazı psikoterapi eğitimleri için ise yılda bilmem ne kadar danışan takip ediyor olmanız gerekir yani o eğitimleri alabilmek için meslekte biraz daha tecrübeli olmanız beklenir.
Kabaca hesaplayacak olursak dört yıl lisans, iki yıl yüksek lisans, dört yıl da psikoterapi eğitimi desek, en temizinden bir 10 yılınızı mesleğe yatırmanız gerekmektedir. Ki bu da yeterli değildir, her daim kişisel ve mesleki olarak merakınızı canlı tutmanız, kendinizi geliştirmeniz, güncellemeniz gerekir. “Okudum, bitti” demekle olmuyor yani.
Yaşam koçu olmanız içinse herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümünden mezun olmanız yeterli. Örneğin turizm otelcilik okudunuz ya da ne bileyim tapu kadastro bölümü mezunusunuz veya metalurji mühendisliği eğitimi aldınız, en yakınınızda açılan bir yaşam koçluğu eğitim merkezine gidip birkaç ayda ve hatta belki birkaç haftada yaşam koçluğu sertifikasına sahip olabilirsiniz. Üzerine bir de access bar, melek terapisi, regresyon bilmem nesi, kuantum terapi şeysi, enerji pıtırcığı vs. eğitimi aldınız mı, birkaç yerde de çiçekli böcekli konuştunuz mu, beş adımda mutluluğun sırrı, yedi adımda başarının anahtarı gibi laflar çok gidiyor, bunları da ettiniz mi, ohh gelsin müşteriler…
Burada şunu görmek gerekir; 10 yıl nerede, 2-3 ayda alınıp çerçevelenen sertifikalar nerede! El insaf!
Tabii burada bir parantez açayım. Psikoterapi eğitimi almayıp da psikoterapi yapan(!) psikologların, psikolojik danışmanların sayısı da az değil. Ben onlara sosyal medya psikologları diyorum.
Seans odasından fotoğraf paylaşıp, altına #terapi, #seans, #psikolog, #psikoterapi hashtag'lerini yazmakla, manzara fotoğrafı paylaşıp altına özlü söz koymakla, günde kaç seans yaptığını sosyal medyadan duyurmakla, oradan buradan fazla takipçiye sahip olmakla da bu işler yürümüyor. Zaten bu kadar fazla görünür olma arzusu, sosyal medyada bas bas reklam yapma hali bu mesleğin ruhuna pek uygun değil.
Bu kişilerle ilgili şöyle düşünüyorum, acaba bu kadar görünür olmaya çabalayarak kişisel ve mesleki hangi eksik taraflarını kapatmaya çalışıyorlar? Bu kadar makyajla neyi örtmek istiyorlar? Bu samimiyetsizlik ve köpürtme hali, işlerine nasıl yansıyor?
Evet kendimizi duyurmak, tanıtmak elbette önemli ancak bunu sadece lafla değil, kendimizi geliştirerek, mesleğimize sahip çıkarak yapmak gerekir. Sosyal medya da zaman zaman kullanılır elbette ama araç olarak, amaç değil.
Eskiler ne güzel demiş: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”
Zaten siz işinizi iyi yapıyorsanız kulaktan kulağa yayılırsınız. Sizi bulmak isteyen bulur, gelmek isteyen gelir. Sosyal medya çığırtkanlığına gerek yok. Danışan referansı en kıymetli ve en gerçek reklamdır. Yani birileri sizden memnun kalmış ve başka birine tavsiye ediyor. Ne güzel. Meslektaşlarınız yaptığınız çalışmaları beğenip sizi birilerine tavsiye ediyor, ne güzel.
Parantezi kapadım.
İnsanın bilme arzusu çok yoğun. Bu arzu uygun yerlere kanalize edilmediğinde veya kişinin kendi hakikatine, yeterlilik veya yetersizliklerine iliklenemediğinde bazen öyle noktalara geliyor ki kendisini “hadsizlik” olarak gösteriyor. “Ben her şeye yeterim”, “her şeyden anlarım”, “Aman Allah'ım yoksa ben tanrı mıyım!”, “her yere burnumu sokabilirim”, “her yerde var olabilirim”.
Yani olabilirsin tabii ama usulsüzce olursun, kendine ve ötekine zarar vererek olursun. Üzerinde sakil durur. Sonuçta her şeyin bir yolu yordamı, adabı, eğitimi, okulu var.
Hobi değil ki bu iş. Ama hobiye şöyle dönüştürülebilir: Psikolojiyle ilgili kitaplar okunabilir, filmler izlenebilir. Yetmezse kendiniz bir psikoterapi desteği alabilirsiniz. Sonuçta ilgi duyulan her alanda illa etkin ve yetkin olunacak, o işten para kazanılacak diye bir kaide yok.
Hepimiz zaman zaman hızlı çözümlere ihtiyaç duyarız. Ancak çağımızda bu bir norm haline geldi. Ne kendimizi ne ötekini anlamaya vaktimiz ve sabrımız pek yok ne yazık ki. Hap bilgiler, öğütler, önerilerle hayatımızı yönlendirmek istiyoruz veya birtakım “bilir kişi” addettiğimiz kişiler bizi yönlendirsin istiyoruz. Hedefler belirlemeyi ve o hedeflere ulaşmayı matah bir şey sanıyoruz. Derine inmektense yüzeyde takılmayı tercih ediyoruz. Kalıcı çözümler yerine anlık tavsiyelerle hayatı geçiştiriyoruz.
Psikoterapi çoğunlukla kişinin içsel çatışmalarını çözmesiyle ilgilenir. Mesela kişi ha deyince problemlerinin kaynağına inmiş ve onları anlamış, sıkıntılarını atlatmış bir insan haline gelmez. Değişim kolay ve hızlı değildir, çoğu zaman sancılıdır. Zaman ve sabır gerektirir. Kişi bu süreçte bocalayabilir, kendisine dair bazı şeylerle yüzleşmek, savunmalarıyla karşılaşmak ona rahatsızlık verebilir. Fakat bir süre sonra kişi içgörü geliştirmeye, kendisine, duygularına temas etmeye, çatışmalarını yönetebilmeye başlar. Hayatı olduğu gibi kabullenme becerisi artar, kendisine ve ötekine daha çok yaklaşabilir. Bunu dışarıdan gelen herhangi bir telkin veya yönlendirmeyle değil, terapi sürecinde içselleştirdiklerinin etkisiyle yapar.
Psikoterapist çoğu zaman ayna olur danışana ve daima bir eşlikçidir. Kişinin davranışına veya sorununa odaklanmaktan çok, zaman içerisinde o sorunun kökenine inmeye, o sorunun nerelerden beslendiğini anlamaya yardımcı olur. Fakat bunu yaparken danışandan gelen bilgilere, güvene, işbirliğine ihtiyaç duyar. Yani psikoterapist, sihirli değneği olan ya da danışanın sorularının yanıtlarına sahip biri değildir. “Ben senden daha iyi bilirim” tonuyla yaklaşmaz danışanına. Bazen terapistle kurulan bu ilişkinin kendisi, başlı başına iyileştirici bir süreçtir. Şayet sağlıklı bir ilişki kurulabilmişse. Aslolan ilişkidir yani.
Psikoterapi ne kadar süreç odaklıysa, koçluk mantığı da o kadar sonuç, başarı ve zihni programlamaya odaklı.
Yine bianet’teki yazımdan alıntılayacak olursam;
“(…) koçluk sistemlerinde, insan oldukça mekanik ve sadece başarıya endeksli bir robot veya yarış atı olarak görülebiliyor ne yazık ki. Gereksiz ve samimiyetsiz bir motivasyonla insanları doldurup, süreci alabildiğince ıskalayıp, kısa süreli sonuca ulaşmayı hedefliyorlar. Kısa süreli sonuçlar da beraberinde yüzeyselliği getiriyor. Hiçbir şeyin derinine inilmiyor. Bir şeyin derinine inilmezse değişim nasıl meydana gelir anlamıyorum. Burada ekseriyetle duygulara değil, düşüncelere ağırlık veriliyor. Sanki insan canlısı, sadece düşünceden, zihinden ibaret bir varlıkmış gibi.”
Halbuki biliyoruz ki psikoterapi sürecinde kişinin bilinçdışı, duyguları başrolü üstlenir.
“(…) Bu tarz oluşumlar kişileri, daha doğrusu “müşterilerini” narsisistik açıdan fazlasıyla beslediklerinden (sen çok iyisin, mükemmelsin, her şeyin merkezi sensin, güç senin elinde vs... ) çok fazla rağbet görebiliyor. Ne yazık ki narsisizmle boğuşan bir toplum olduğumuzdan, insanlar kendileriyle ilgili böyle şişme iyi laflar duymak için bir sürü paralar dökebiliyor bu insanlara. Çünkü kendimizle gerçek anlamda yüzleşmek çok zor ve sancılı bir süreç. Dağıttıklarımızı toplamak oldukça yorucu. İnsanın kör ve karanlık noktaları, zaafları, arzuları var. Tüm bunların görmezden gelinmesi, insanın bütünlüğüne hatta doğaya aykırı. Psikoterapi, kişinin bu taraflarını önce görmesini ve kabullenmesini sonra isterse değiştirebileceğini sağlayan bir süreç. Çünkü bir şeyin varlığını kabul etmezseniz, onu ne dönüştürebilirsiniz ne de yok edebilirsiniz.”
İnsan ruhsallığı çocuk oyuncağı ya da bir hobi malzemesi değildir.
Nasıl ki böbreğimiz ağrıdığında köşedeki züccaciyeden yardım almayıp o işin uzmanına gidip muayene oluyorsak, ruh sağlığımızı da psikoloji ve psikoterapi eğitimlerini tamamlamış işin uzmanlarına teslim etmemiz gerekir.
Tuzağa düşmemek içinse destek alacağımız uzmanın diplomasını, aldığı eğitimleri, hangi konuda uzman olduklarını çekinmeden sorabilmeli, gerekirse diplomalarını , sertifikalarını görmeyi talep etmeliyiz. Zira bundan birkaç yıl önce de “sahte psikolog” meselesi gündemdeydi.
Yanlış ve tuzak seçimlerle, her zaman sadece parası ve zamanı boşa giden şanslılardan olmayabiliriz bazen çok ciddi ruhsal hasarlar alabilir ve geri dönüşü olmayan bir yola girebiliriz.