90’ların hemen başlarıydı, emlâkçıda çalışırken Afrika ülkelerinden birinin büyükelçisi ofise gelmiş ve rezidans olarak bir yer aradığını belirtmişti, kokteyllerin yapılabileceği büyük bir salonu olan bir yer. O zamanlar şimdiki gibi değil tabii, öyle salonu 150 metrekarelik bir yer bulmak neredeyse imkânsız. Neyse elçinin istediği genişlikte lüks bir yer bulduk Gaziosmanpaşa’nın Kırkkonaklar tarafında. Manzarası geniş ve açıktı, güzel bir vadiye bakıyordu. Ancak bir kusuru vardı, daha doğrusu daireyi göstermek için elçiyi getirene kadar bu kusurdan bihaberdik, bir kusur oluşturabileceğini aklımız ucundan bile geçmemiştik. Önce daireyi gezdi, beğendi ve salondan manzaraya bakar bakmaz “olmaz, bunu kabul etmem mümkün değil” dedi, şaşkınlık içinde kabul edemediği şeyin ne olduğunu sorunca yanıtımızı aldık. Belki de ağzımızın payını aldık demek daha doğru, çünkü bunu düşünemememize biraz da içerleyerek paylayan bakışlarla şaşırdığını belirtmişti. Daire çok güzeldi, üstelik istediği genişlikteydi ve fakat gecekondulara bakıyordu. İşte manzaradaki büyücek bir leke, yaşanacak ‘saflığı’ tehdit eden ‘kirlilik’; kusur buydu, yoksulluğu seyretmek ve tabii seyrettirmek istemiyordu. Hele de bir büyükelçi için kabul edilemez bir şeydi bu. Yüzünü kaplayan tiksintiye eklenen rahatsızlık bildiren bir sesle “hayır, hayır” deyip durdu.
Yoksullar ve yoksulluktan, yoksulluk görüntülerinden rahatsızlıkta büyükelçimiz yalnız değil, hiç değil, ne o zaman ne şimdi. Evet, yoksulluk, ona bakanlarda mide bulandırabilir, tiksinti yaratabilir. Peki midesi bulananlar kimdir çoğun? Hemen baştan söylemek gerek her sınıftan insanlarda, yoksulların kendisi dâhil.
Çünkü yaşanan, yaşantılanan çok çeşitli zenginliklerin arka yüzü, o zenginliklerin karanlık arka planıdır. O yoksulluk sayesinde, onun ‘yüzü suyu hürmetine’ yaşanmaktadır onca sefahat. Yoksulun varlığı bu arka karanlık yüzü hatırlatır; kılçığın boğaza takılması misali ve yapılacak olan şey o kılçığın boğaza takılmasına engel olmak. Yani hepimizin malumu üzere yoksulluğun yarattığı tiksintinin ekonomi-politik bir arka planı var öncelikle.
Yoksulluktan tiksinmenin üst sınıflar için gerekçesi çok belli işte, orta sınıflar içinse kararsız varoluşlarının yarattığı huzursuzluğu hep zinde tutması. Ancak, yoksulların kendilerinin de midesi bulanır yoksulluktan ve hem de kramplı türünden. Ve bu yaşadıkları tiksintiyi değişik biçimlerde telafiye çalışırlar. Kimi kez bunu talihsizlik olarak görüp sineye çekerler, ancak her hale sinmiş olan yokluğun, yok oluşun acı tadını dengeleme adına küçük anlara, küçük mekânlara hasredilmiş ufak nefes alışlarla mini minnacık güzelliklerle tıpkı Talcid’in mideyi rahatlatması gibi bunun yükünü hafifletmeye çalışırlar, bunu katlanılabilir kılarlar.
Kimi kez de yüceltim yoluyla, başlarına geleni seçilmişliğin göstergesi kabul ederek kendilerinden duydukları tiksintiyi mistifiye ederler. Bir lütfa dönüştürürler yoksulluğu. Kibrin kol gezdiği tuhaf bir onay ve ret karışımı davranışlar geliştirirler. Böylelikle de yoksulluğun yarattığı yükü kendilerinden ziyade ona sebebiyet verenler için azaltmış olduklarının, asıl onları rahatlattıklarının farkına varmazlar.
Yoksulluğun yarattığı tiksintinin köklerinin daha derinlerde yatan bir başka nedeni de var ama, o da ölümle olan ilişkisi.
Yaşadıkları koşullar, birbiri peşi sıra kendini dayatan imkânsızlıklar yoksulların ölüme yakınlıklarını perçinler çünkü, dolayısıyla da onlar, postürdeki eğri büğrülükte, yürüyüşteki bıkkınlıkta, feri sönmüş gözlerde biteviye ölümü hatırlatırlar ve ölümden yaşama kaçmak için ölümü hatırlatan şeylerden uzak durmak, onları göz eriminden uzak tutmak gerekir. Yolları, yaşamı kesiştirmemek gerekir onlarla. Ne kadar da stratejisi vardır yoksulla burun buruna gelmememin!
Her türden güç yitiminin simgesidir yoksulluk, istemenin iflasıdır. Ontolojik güvenin ontolojik olumsuzlanmasıdır. Varoluşu örgütlemek için gerekli güdülenmenin değillenmesi, anlam üretmenin hiçlenmesi bir bakıma. Yoksullarda çokça görülebilen, çoğu kez yıkıma yazgılı olmanın görünür halleri olarak kabul edilen boş vermişlik, atalet bunların dışa vurumudur.
Yoksulluğun simgesel pratiği, duygulanımları biçimlendirir ve bu nedenle de onlardaki iz, yara kolaylıkla silinmez. Elbette yoksulluğun deneyimlenmesinin yarattığı etkiler bakî değildir. Ancak maddi olana müdahale yaraya ha deyince merhem olmaz, olmamıştır da. Bu nedenle de bağlayıcı ve sahici bir şeyin üretilebildiğinin, böylelikle de kolektif ve nesnel bir alt akıntının dönüştürüleceğinin işareti olarak nitelendirilemez maddi olandaki farklılaşma. Böylesi bir bakış, olsa olsa hakikâtsizliği, yalanın rüzgârına kapılmışlığı gösterir, tikel olanı genel olan olarak sunma gayreti içinde olmayı. Oysa yoksulluğu toplumsal çelişkilere bağlı ‘zorunluluğu’ içinde kavramak onun üzerine yapıştırılmış sahte maskeyi düşürmeye yardım eder. Yoksulda, yoksullukta çökelmiş olan, toplumsal çelişkiler ve onları mistifiye eden çoklu maskelerdir çünkü. Ve iğrenme maskelerin makyajına yarar sadece.