Bildiğimiz bin bir halden, renkten daha farklı, daha şiddetli, daha vahşi olacağından korkulan sulara doğru seyrediyordu dünya.
Yirminci yüzyıl tükenmek üzereydi. Buzdan Kılıçlar devri kapanıyordu. Bu coğrafyada ve dünyada türünün nadir örneklerinden, son temsilcilerinden bir yazar, Latife Tekin, kendine atfedilen kimliğe, yazarlığa sırt çeviriyordu. “Yoksulların hakikatli düşmanı”nı; yazıyı onun kendisine karşı kullanmak üzere hamle ediyor ve soruyordu:
Şu dünyada kader arsızlarını şaşırtacak ne kaldı ki?
Soru her zamankinden daha fazla geçerli.
Çünkü kader arsızları, yani yoksullar, şu dünyanın –feleğin ve kaderin- her tür cevrine, cilvesine, numarasına, oyununa, zulmüne karşı onları efsunlayıp koruyan görünmez zırhlarını, donanımlarını kaybettiler.
Dışarıdan asla ve asla görünmeyen zırh, onların bin yıllardır biriktirip kuşaktan kuşağa zaman ve oyunun değişen hallerini ekleyerek, buna göre alınan pozisyonlarla birbirlerine devredip öğrettikleri hayat bilgisi, yoksulluk bilgisiydi:
Yoksulluk ölüm kadar kesin ve keskin olan tek şeydir ve yoksullar, bu gerçeğin baskısına direnebilmek için, yoksul olmayanların asla öğrenemeyeceği sessiz işaretleri ve gizli dilleriyle yüzyıllardan beri durmamacasına mırıldanıyorlardır.
Özel bir renk gibi, bir koku gibi tenleri, bedenleriyle bütünleşen bu iç dil, onların birbirini tanıyıp anlamasını sağlar. O sayededir ki, “hayatın kendilerine verilmediğini bile bile, başkalarının zalim dünyasında, ayakkabılarının uçlarına basarak sürekli bir korkuyla var olmayı göze alabilirler”… di!
Kader arsızlarının koruyucu tılsım niyetine bin yıllardır ceplerinde gezdirdikleri “küstah kurbağa”; o görünmez ve duyulmaz iç dil, hükmünü yitirdi artık. O iç dille birlikte döküntü, çıkma, hurda, her an çöpü boylayıp buharlaşacakmış gibi duran derme çatma eşya yığınıyla çizilen harita da yok, hükümsüz artık… Yoksullar ülkesinin sınırlarını gösteren harita, yırtılmıştır küresel mülksüzlük ve yoksulluk çağında.
Soru, ilk dile getirilişinden, ilk kağıda dökülüşünden çok daha çıplak ve yakıcı bugün.
Kader arsızları, artık o bildiğimiz haliyle yoksulluklardan çok ötede yokluğa, yoksunluğa mahkum bugün. Ve bu başka karşı savunma dilini, dillerini gerektiriyor.
Yoksulların hakikatli düşmanı yazı, dün onların meçhulüydü. Bugünse herkesin. Çünkü yazı, artık insan zihni ve eli dışında üretiliyor. Doğrudan doğruya piyasanın görünmez eli hükmediyor yazıya ve her şeye. İsterseniz “yapay zeka” deyin, ister teknoloji 4.0… Ne derseniz deyin, yoksulluğun icat edildiği, yaşandığı ilk 5.000 –yazıyla beş bin- yıl geride kalmış bulunuyor.
Yazı, Yoksulluk, Devlet ve İktidar
Vergilendirme ve buna bağlı yasa düzenlemesi, borçlandırmanın icadı, yoksulluğun da icadıdır.
Borç varsa, kaçınılmaz olarak zaman içinde ertelemesi, duruma hale göre indirimi de gelecektir. Vergi – borç, bir icattır. O icat, kendi dilini, kendi tekniğini, aletini de beraberinde getirir. Adına kısaca “yazı” dediğimiz bu işaret dili, kodlama, şifreleme sistemi aynı zamanda kendisiyle birlikte icat ve inşa edilen iktidarın işaretidir, silahıdır.
O silah icat edildikten sonra başka iktidar aletlerini, aygıtlarını da üretir. Yazı nasıl ki ilk vergi – borç düzenlemelerini, dağılımını; borcu ve yoksulluğu kayda geçirdiyse, ilaçlarını da beraberinde getirir: Dualar, ibadet kuralları da kaydedilip kalıcılaştırılır. İlahi aşkın, inancın ilahilerine gönül işleri eşlik eder.
Bunlar dahil kırk çeşit kanıttan yola çıkan Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar diyor.
İlk kendin, ilk devletin, ilk tapınağın ve bunlar eşliğinde ilk yazının ortaya çıktığı Sümer, tüm bunlarla bunlar yoluyla yoksulluğun icat edilişi üstüne yükselir. Hasılı, yoksulluğun icadıyla başlıyor uygarlık ve tarih dediğimiz şey.
Fırat – Dicle havzası üstünde borçlandırma, yoksullaştırma operasyonuyla inşa edilen Sümer’in ardından Nil havzasında; Mısır’da yaşanacaktır aynı süreç.
İktidar dili ve aletleri orada da hükmünü icra eder. Yoksulluk bilgisi babadan oğula nakledilir. Örneğin bir çiftçi, yani vergi mükellefi, yani borçlu, yoksul oğluna şu vasiyette bulunur.
Sen yazıyı yüreğine yerleştir, yerleştir ki, kendini ağır işten koru ve saygın bir konuma yerleş. Yazıcı, ağır beden işinden kurtulmuştur... artık emir veren odur... Elinde yazıcının yazıtı var mı, yok mu? İşte artık seni, kürek çeken elden ayıran tılsım bu olacaktır.
Tılsımdan yoksun olanlara gelince:
Maden işçisini; fırınının başında çalışırken gördüm, parmakları timsaha dönmüştü. Kokusu, kokmuş balığınkinden de beterdi. Elinde eğe tutan, toprak çapalayandan daha çok iç çeker; tarlası odun, döşeği eğedir. Akşam boş kaldı mı, kol gücünü aşan bir çabayla çalışır (? fazla mesai mi?); gece bile ışığını yakar (çalışmak için). Taşçı, her sert taşta iş arar; işinin çoğunu bitirdiği vakit, artık kolları tutmaz, bitkindir... Tezgâh başındaki dokumacının işi, kadından da bitiktir; dizi karnına yapışmıştır, bir soluk temiz hava alamaz. Işığı görmek için gözcülere somun somun ekmek verir. (Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan)
Paradan önce yazıdır yoksulu yoksul yapan. Ayrıntısı için yakınlarda aramızdan ayrılan aktivist antropolog David Graber’in kitabına bakılabilir: Borç İlk 5.000 Yıl.
Karşı Yazı
Türkiye toplumu bildiği yoksulluklardan başka yoksulluklara kulaç atmıştı 20. Yüzyılın son yirmi yılında. Milat: 24 Ocak 1980. “Serbest piyasa” düzenlemesi deniyordu. Eşyayla, malla birlikte yazı da yönünü serbest piyasaya ve paraya çeviriyordu.
Latife Tekin tam bu sırada eline kalemi almıştı.
Sevgili Arsız Ölüm’le, Berci Kristinin Çöp Masalları’yla, oralardan çıkma Gece Dersleri’yle, son demlerdeki Buzdan Kılıçlar’la tüm 1980’ler boyunca bir gerilla hareketi yürüttü:
Yoksulların hakikatli düşmanı yazı! Seni pılık pırtık hayatımızın muammasını daha da koyulaştırmak için kullandım.
Dünya bir kez daha kader arsızlarıyla oynuyor… Şaşkınlıktan şaşkınlığa savuruyor cümlemizi. Manves City ve ona eşlik eden Sürüklenme’yle yeni zamanlara bakıyor Latife Tekin.
Sürükleniyor hep birlikte. Yeni dil, karşı yazı zorunlu ihtiyaç artık.