Dindar kişi ya da kitle “zalimlerin dini imanı olmadığını”, seküler kişi ya da kitle dindarlığın Ömer’ler de yaratabileceğini fark edip davranış değişikliğine gidebilir; gerçek bir siyasal bilinçlenme de bu olur. İşte belki bu diziler de, toplumun çatışan ve kutuplaşan kesimlerine bu yolda bir yardımda bulunacaktır, kim bilir!
Show TV’de Cuma akşamları yayınlanan “Kızılcık Şerbeti” adlı dizi ile Star’da Pazartesi akşamları yayınlanmaya başlayan “Ömer”, geçen yıllarda Netflix için yapılan “Bir Başkadır”dan sonra, kutuplaşma ve kimlik çatışmasına yönelik dizi formatında pek işlenmemiş bir yüzleşmeyi konu ediyorlar. İlkin yeni bir “Bir Başkadır” vakasıyla mı karşı karşıyayım diye düşünüyorsunuz ama öyle değil; yirmi yıl öncesinin mazlum dindarlar ve elitist modernler hikâyesi anlatılmıyor bu dizilerde.
“Kızılcık Şerbeti”nde orta sınıfa mensup seküler ve modern bir annenin kızı, burjuva dindar bir aileye gelin gidiyor. Çatışan iki kültürel kimliğin dünür olmaktan ileri gelen bu karşılaşması, kendi yaşam tarzlarımızdan ödün vermeden birlikte yaşama mecburiyetimize işaret ederek bunun yollarını sorgulatıyor; ve bunu bir tarafı mahkûm ederek değil, iki tarafın da zaaflarına parmak basarak yapıyor. “Ömer” de, cami imamının oğlu genç müezzin ile seküler orta sınıftan çocuklu dul bir kadın arasında yeşeren aşk ile yapıyor aynı şeyi. Her ikisi de, televizyonda “total”e hitap eden bir dizi olmanın getirdiği bütün handikapları ve klişeleri içinde, kültür ve kimlik çatışmasını diyalogla, karşılaşmalarla, buluşmalarla aşmayı öneriyor.
Tema, karakter ve hikâyenin toplumun sert gerçeklerinden devşirildiği diziler bunlar. Hiç şüphesiz ki objektif tarafından, hele ki televizyon dizisi için çalışan objektif tarafından yönetilen (çerçevelenen, kaydedilen, kopyalanan, aktarılan) gerçeklik daima aslından yoksundur (bunu tartışacak halimiz yok), buna rağmen önemli bu diziler. Zira mevcut durumda kendini siyasal iktidar ile özdeşleştirmiş dindar ve milliyetçi muhafazakârlar, “Diriliş Ertuğrul”, “Kuruluş Osman”, “Alpaslan” vs ile gururlanırken, diğer kutupta toplanmış olanlar (karamsarlığa sürüklenen laik modernler, yoksullaşan beyaz yakalılar, iyi yönetilmediğini düşündükleri bu ülkeden bir an evvel kaçıp gitmeyi arzulayan gençler), yani bir bütün halinde toplumun kendini siyasal yenilgi içinde hisseden kesimleri, Youtube kanallarıyla, Netflix, Disney Plus ve türevlerindeki dizilerle vakit geçiriyor. Henüz bir araştırma yapılmış değil, elimizde veri yok ama, “Kızılcık Şerbeti” ve “Ömer” gibi diziler toplumsal dünyada çatışan bu kesimleri dizi izleme pratiğinde birleştirmiş olabilir veya birleştirecektir, böyle bir potansiyeli var.
Ayrıca, bizim gibi sarsıntılı süreçler geçiren toplumlarda, akılcı ve sabırlı düşünebilmenin, zihinsel düzeyde yetkince muhakeme edebilmenin ekonomik, sosyal ve kültürel bütün araçlarından yoksun bırakılmış kesimlerde, gerçekliği ifşa eden sanat ve düşünce ürünleri yerine, avutucu ürünlerin rağbet görüp sevildiği de bilinen bir gerçektir. Bugün bu yüzden kültürel bir ürün için, “Zamanın popüler kültür üretimi karşısındaki konumu nedir?” diye soramıyoruz; “Popüler kültür üretimi içerisindeki konumu nedir?” diye sorabiliyoruz, bulunduğumuz nokta bu. Böyle bir noktada (ister popüler kültüre ait olsun isterse sanata) kültürel bir ürün üretebiliyor olmak, yerine getirilmesi beklenen bir takım etik vazifeler doğurur. “Kızılcık Şerbeti” ve “Ömer”, şimdilik böyle bir etik vazifeyi göz ardı etmemiş gözüküyor.
Yalnızca sanatta değil, popüler kültürde de etik mümkün bir kategoridir. Biz bazen popüler kültür ürünlerinde öyle manzaralar izliyoruz ki, örneğin bir filmin, ya da bir dizinin yaratıcı ekibinin bunların içinde (elbette gerçekliğin kaygılı araştırıcıları olarak değil ama) etik değerlerin masallara özgü güzelliğinin yaratıcısı olarak gezinmiş olduklarını hemen fark ediyoruz; yarattıkları şeyler bu sayede kötü dünyanın düşsel kurtuluşunu yaşatan fantazyalarımız oluveriyorlar.
Birkaç hafta öncesine kadar bunun bir örneği vardı televizyonda. Show TV’de Salı akşamları yayınlanan “Baba” isimli bir dizi vardı, reytingleri düşük diye sezon sonunu beklemeden erkenden bitirdiler. Gerçekten izlenmiyor muydu yoksa rahatsızlık mı verdi, orası pek belli değil.
Diziyi izlememiş olanlar niye böyle dediğimizi, niçin rahatsızlık vermiş olma ihtimalinden söz ettiğimizi anlamayacaklardır, doğal olarak.
Uzun uzadıya bütün hikâyeyi anlatmadan şu kadarını söyleyelim: Hani Türk edebiyatı ve sinemasında klasik “öğretmen-imam” çatışması vardır ya... Hani bunlardan ilki ilericiliği ve iyiyi, ikincisi gericiliği ve kötüyü simgeler ya... Ve hani bunlar arasındaki çatışma epeydir geçersiz ilan edilmiş, siyasal İslamcı partinin uzun iktidarındaysa bir tema olarak “kat-ıyen memnu” kılınmıştı ya... İşte dizi tam olarak yeniden bu çatışmaya dönmüştü. (Aslında Emin Alper’in bu çatışmanın kaymakam-hacı ağa versiyonunu güncelleyen son filmi “Kurak Günler” de bu açıdan yazılmaya değer şeyler içeriyor, aslında tüm örnekleriyle toptan bu “dönüş”ün kendisi başlı başına üzerinde düşünüp konuşmaya değer şeyler içeriyor ama şimdilik beklesin.) Hikâyenin kötüsü olarak, düzenbaz imam (veya fırıldak hacı ağa) tiplemelerinden tanıdığımız Hacı Selahattin, dilinde Allah, altında Mersedes ile yerli yerinde duruyordu. Ama bu kez karşısında laik modern bir öğretmen değil, içinde Allah korkusu taşıyan iman sahibi bir mazlum, beş vakit namazında halis bir dindar olarak işçi Kadir vardı. Hacı Selahattin çalıyor çırpıyor, kul hakkı yiyor, işçi Kadir Hz.Ömer’in adaletinden söz ediyordu... (“Kızılcık Şerbeti” ve “Ömer” dizilerindeki olumlu dindar karakterlerin isminin de Ömer oluşu, bu bakımdan dikkate değerdir.) Hacı Selahattin, yoksulu mazlumu ezip zulmediyor, Kadir “Zulm ile âbâd olanın akıbeti berbâd olur” diyordu; kendi sınıfına, kendinden olanlara bu “firavun” karşısında birlik, dayanışma ve mücadele öneriyordu. O güzelim Anadolu türküsünde söylendiği gibi, “yoktur zalimlerin dini imanı” diyordu; zalim karşısında, dindarı seküleriyle hepimiz mazlumuz, hepimizin çıkarı ortaktır diyordu.
“Baba” dizisi sadece Hacı Selahattin karakterinde “dinbazlığın” topluma tasallutunun kültürel bir temsilini bulan sekülerlere değil, artık kendi inançlarıyla siyasal iktidarın söylem ve uygulamaları arasında makûl bir bağ kurmakta zorlanan küskün dindarlara da çekici gelmişti. Zira dizide dram unsuru olarak ele alınan konularda yüceltilen tutumlar ve değerler, o dindarlara bu tutumların ve değerlerin yürürlükteki sistem tarafından dışlanmış olsalar da hâlâ doğru şeyler olduğunu vâzediyordu. Zaten genel olarak bir diziye tutkuyla bağlanmamızın sebebi budur; sahip olduğumuz tutumlar ve değerlerin ezik geçirdiğimiz her günün akşamında doğru şeyler olduğunu izlemek, bize bu hayatta kaybeden olma korkusundan doğan bir sözde-üstünlük duygusu yaşatır; sonuçta bu da ezik geçen günlerimizin sarsıntısını biraz olsun hafifletir. Takip ettiğimiz diziyi izlemeye, sisteme kızgın ve küskün başladığımız halde, bitirdiğimizde başlangıçtaki kimliklerimizin içine bu sayede kolaylıkla girebiliyoruz.
Bu da bize en nihayetinde kötü dünyayı kurtaracak olanın, mazlumun zalime diklendiği diziler değil, gerçek bir siyasal bilinçlenme olduğunu gösterir. “Baba”, “Kızılcık Şerbeti”, “Ömer” gibi diziler popüler kültürün verili gerçeğinde ender şeylerdir ve ender olana da gereken ilgiyi göstermek görevdir ama... Yine de bunların kültürel etkililiğini abartmakta siyasal ve bilimsel bir tehlike var. Sadece şu kadarını söyleyebiliriz: Kitle içinde yürütülecek politik çalışmada, kitleye “dışarıdan bilinç” vermeye çalışmak yerine, biraz Sokratçı olmak, nelerden şikayetçi olup acı çektiklerini ifade etmelerinde onlara yardımcı olmaya çalışmak gibi daha doğru, daha verimli bir yöntem vardır, bilirsiniz... Dostça ve destekleyici bir tarzda yürütülen bir tür sosyo-analizle, kişiye ya da kitleye durumunu açıklaması için yardım eden bir yöntemdir bu. Başarıyla yürütüldüğünde, kişi ya da kitle, “Evet, bana neler olduğunu anlıyorum” diyebilir; dindar kişi ya da kitle “zalimlerin dini imanı olmadığını”, seküler kişi ya da kitle dindarlığın Ömer’ler de yaratabileceğini fark edip davranış değişikliğine gidebilir; gerçek bir siyasal bilinçlenme de bu olur. İşte belki bu diziler de, toplumun çatışan ve kutuplaşan kesimlerine bu yolda bir yardımda bulunacaktır, kim bilir!
Popüler kültürümüz bugün böyle bir şeyi başarabilmeli. Çünkü artık kültürel beğeni ve estetik duygu, Avrupa Ortaçağından çıkışta olduğu gibi, bizde de dindarlık duygusuna değil, yaşama sevincine dönüşmektedir. Toplum demografik, zihni, siyasi ve kültürel bir değişim içinde ve yapılan toplumsal araştırmalar bu değişimin iktidarın arzuladığının aksine insanlığın evrensel kazanımlarına doğru, ayrışmalara, kutuplaşmalara, muhafazakârlığa, milliyetçiliğe doğru değil ortaklıklara, çoğulculuğa, bir aradalığa doğru olduğunu söylüyor. Ama bunun karşılığı henüz kültürel alanda tam manasıyla verilmiş değil. Adı geçen dizilerde de görüleceği gibi, kültürel üretimin bu konuda çelişkileri var.
Kültürel bir ürünün “malzeme”sindeki çelişkiler, şüphesiz ki, toplumdaki çelişkilerdir. Toplumsal dünyanın gerçekliğinde yaşama sevinci ağır bastığında kültürel üretimdeki ürkeklik de ortadan kalkacaktır.