Yollar, gümrükler, kaçak mallar ve bir ömür...
'İstanbul'un Avrupa'ya açılan kapısı' yazıyor tabelasında. Ama bildiğimiz Avrupa'ya değil, 'öteki Avrupa'ya' yapılıyor buradaki yolculuklar.
DUVAR - İstanbul'u sel aldığının ertesi günü Marmaray'la Yenikapı'ya geldim. Oradan metroya geçip Tarlabaşı'na gidecektim. Ancak metro hâlâ çalışmıyordu. “Görkemli” Yenikapı transfer merkezinden çıktım. Burnumun doğrusuna yürüsem Aksaray, sağa gitsem Langa, Kumkapı gibi yerler vardı.
Ben sola gitmeyi seçtim. Aklıma “Avrupa'ya açılan kapımız” geldi; yani İstanbul Aksaray Emniyet Otogarı. Gürcü, Ermeni, Azeri, Rumen insanların ağırlıkta olduğu bir keşmekeş. Hem dil sorunu hem de oraya ait olmadığımın fazlasıyla hissedilmesiyle kimseyle konuşamıyorum. Yoksulluk, çaresizlik, yorgunluk, yılgınlık... Derken bir film karakteri gibi fötr şapkalı, yerel kıyafetli ve uzun pos bıyıklı iki Rumen amca. “No Türkçe” diyorlar yanlarına gittiğimde.
Daha çok Balkanlara gidiyor otobüsler, yani öteki Avrupa'ya. Diğer tarafta da Batum, Tiflis, Bakü. Her iki tarafa da gidiş ortalama 150 lira, ortalama bir günlük yol. Otobüsler ülke içi standardının altında. Görevliler kaba, kirli ve de sinirli. Dolaysıyla onlarla da ben konuşmak istemiyorum.
Bu otogardan çıkınca yaklaşık 150 metre solda, otobüslerin gittiği yerlere kargo götüren firmalar var. Oraya gidiyorum. Bir tır şoförü ile günler süren yalnız yolculuklarda neler yaşadığını konuşmak istiyorum. Bir kargo firması sahibi “Gel,” diyor. Bir tırın yanına gidiyoruz. Kaputa “pat pat” vuruyor. İçeride uyuyan biri olduğunu görüyorum, utanıyorum. Ama o yanımıza geliyor. “Bak bu arkadaş seninle konuşacakmış” diye takdim ediliyorum. Onu uyandırmanın mahcubiyeti üzerimde hâlâ.
Tam konuşmaya başlayacağız, Hacı geliyor. Hacı 25 şoförlük filosu olan bir şirket sahibi. Hacca gidip geldiği için “hacı” diyorlar. “Bu şoförlerle ne konuşucaksın? Asıl çileyi biz çekiyoruz,” diyor. “Her türlü üçkağıtçılık bunlarda. Para yeme, açgözlülük, yalan, karı kız... 1200 Euro'ya gidiyorlar bir sefere. Üstüne gümrükte rüşvet filan verirler diye 300-500 Euro da ben veriyorum. Ama yetmiyor. Hep bir üç kağıtla fazla para koparmaya bakıyorlar. En ufak fırsatta fuhuş yapıyorlar. Geçen bir şoförüm, yol kenarında fuhuş yaparken yakalandı Macaristan'da. Yasak olduğu için de 900 Euro ceza yemiş. Parasını benden istiyor!”
Hacı anlattıkça anlatıyor ama çevresinde onu destekleyen yok. “Niye onlarla çalışıyorsun” diye soruyorlar. “Ne yapayım, 25 şoförü kovdum. 25 şoför aldım, onlar da çürük çıktı.” “Sistematik çalışsan, harcamalarını belgelemeyene para vermesen” diye bir soru daha geliyor. Yanıt yok. Ben de “Hepsi üçkağıtçıysa şirket nasıl batmıyor” diye soruyorum. Hacı yanıt vermiyor. “Aaa,” diyor, “bak içlerinde çok sağlam biri var; ama Polonyalı.”
Hacı ve diğer herkes gittikten sonra baş başa kalıyoruz Nasrullah'la. Nasrullah Mardin Kızıltepe doğumlu. Benden bir yaş büyük, 3.5.1981 tarihinde gelmiş dünyaya. “Bizim oralarda iş-güç yok. İşsizlikten başladım bu işe,” diye başlıyor anlatmaya: “Babam ve kardeşlerim toprakla uğraşır. Ancak kendilerine yetiyorlar. Askerden dönünce bir bakkal açtım, olmadı, iş yapmadı. Ufak yaştayken şoförlüğü öğrenmiştim. Bizim köylü bir abinin kamyonu vardı. Onunla İstanbul'a gidip geldim bir-iki sefer. Yolda bana kullandırdı kamyonu. Baktım bakkalla olmuyor, elde avuçta ne varsa satıp 1980 model bir Avrupa Volvo aldım, 2005 yılında.
“Avrupa'da 20 yaşından büyük araçlar trafiğe çıkamıyor. O yüzden ucuza aldım ve başladım Mersin limanında Irak'a yük taşımaya. Irak'tan sonra Türki cumhuriyetlere gitmeye başladım. 1996 model bir Avrupa Volvo aldım bu kez. Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan'a gittim. En son da bunu kullanıyorum. Mercedes; ama bu Aksaray üretimi.”
“Hacı'nın hesabına göre bir şoför 10 bin lira kazanıyormuş ayda, doğru mu” diye soruyorum. Nasrullah, “Hacı biraz atıyor. Öyle kazanan vardır; ama belki. Onun dediği gibi şoförler de vardır. Ama her iş kolunda ne kadar üçkağıtçı varsa burada da öyle. Şu anda bu araba benimdir. Benim çalıştığım yolda dünya kadar şoför var. Şoförün maaşı bellidir, 1500 lira. Artı, sefer dönüşü 100 dolar veriyorlar. O şoförün aylığı 1700-1800 liraya geliyor. Şu an Kırgızistan'a 8000 dolara gidiyoruz. Kapıdan kapıya mazot dahil 5000 dolar masrafa gidiyor. Giriş ve çıkışta gümrük parası veriyorum. Türkmenistan'ın 6 aylık vizesini alıyorum, 500 dolar. Özbekistan'ın 3 aylık vizesini alıyorum, 300 dolar. Benim arabam biraz eskidir. Geçen gün motoru arıza yaptı, Mardin Kızıltepe'de yaptırdım. 9200 lira masrafı oldu. Bu arabanın bandrolü vardır, trafik sigortası vardır, kaskosu vardır. Kalmıyor da kalmıyor yani. Boş. Mesele odur,” diye yanıtlıyor.
Kırgızistan'a gitmesi 15 günü buluyormuş. “Şimdi Kırgızistan'a gideceğim, mal yüklenmesini bekliyorum. 15 gün sürüyor yol. Bu süreyi ne kadar düşürürsem, günlük 100 dolar bahşiş alacağım. Firma sahibi öyle söyledi. Ama zor. Sağa sola takılmayım diye öyle söylüyor,” diyen Nasrullah'a soruyorum, “Sağda solda neye takılıyorsunuz?” “Kadınlar işte diyor. Ama çoğumuzda yine yoktur bu. Para gerek onu yapmak için de. İşin de yetişmesi lazım. Ama yapanlara da bir şey diyemem.
“Ben bu kadar çile çekiyorum, gümrükte günlerce bekliyorum, özellikle İran sınırında geceleri arabalara kaçak mal yerleştiriyorlar, bunlarla hep biz uğraşıyoruz. Her gümrüğün bir girişi, bir çıkışı var. Buralarda bir sürü zaman harcanıyor. Ha, oturup bir alem yaptı diye bu kadar büyütmemek lazım bence. Açık söyleyim, ben hiç o işlere girmedim. Uykusuz araç kullanmadım. Benim gücüm yok zaten uykusuz sürecek kadar.”
Laf arasında söylediği “kaçak mal yerleştirme” işini soruyorum. Şöyle diyor Nasrullah: “Ben Kızıltepeli olduğum için Habur sınır kapısını çok iyi biliyorum. Orada başı boş bir Allah'ın kulunu göremezsin. Yani yasaktır. Ama Ağrı Doğubeyazıt Gürbulak sınır kapısına git, orada nereden baksan 50 tane, 10-15 yaşlarında çocuk görebilirsin. Oradaki bir görevli de sormuyor, 'Bu çocukların ne işi var burada?' İran ve Doğubeyazıt kapılarındaki çocuklar anlaşmalıdır.
“Mesela geçen benim aracıma 50 karton sigara koymuşlar. İnsan yoruluyor, biliyor musun? Yani bizim de bir canımız var sonuçta. Ben kuyrukta duruyorum. Gece saat oluyor 2. Sen ne yapacaksın; arabanın etrafında mı gezeceksin, uyuyacak mısın? Ben uyurken her yere sigara koymuşlar. Bunu İran gümrüğü görse suçlu ben olacağım. Türkiye gümrüğü görse yine suçlu ben olacağım. Ama kimse görmeyince sınırın öbür tarafına telefon açıyorlar, 'şu plakalı araca koydum, orada halledin.' Diğer kapıda sıra beklerken de benim haberim olmadan alıyorlar bunları. Buna gümrük personeli müsaade etmese, o çocuklar oraya nasıl girsin?
“Mesela, arkadaki 3 lastiği görüyor musun, oraya bidonlar asıyorlar, dingilin üzerine koyuyorlar, çekicinin motorunun üzerine koyuyorlar. Bunu yapan işini biliyor sonuçta. Beni soymuyorlar, zaten ben onların işine yaramayacak şeyler taşıyorum; hurda filan. Bir de, dorsenin kapısını açmak filan o çocukların yapacağı iş değil.”
Issız yollarda, gece, sadece farın aydınlattığı kadarının göründüğü koyu yolculuklarda korku yaşayıp yaşamadığını merak ediyorum. Çünkü yalnız seyahat ediyor Nasrullah, bir muavini yok. “Genelde gittiğim Kazakistan'da, Özbekistan'da tenha, uçurum kenarında yollar yok. O anlamda korkacak bir durum olmuyor. Oralarda hep bir trafik oluyor zaten, tenha değiller.
“Ama mesela Irak'ta tehlike vardır. 5-6 yıl evvel Bağdat'a gidiyor muyum, Bağdat'tan dönüyor muyum tam hatırlamıyorum, kendi kendime diyorum 'Burada ne işim var? Arkama bakıyorum araç yok, karşıma bakıyorum araç yok. Arkadaşıma telefon ettim, 'Koskoca yolda hiç araba, insan yok. Şimdi gelip biri beni soysa ne diyeceğim?' Sonuçta savaş bölgesi, insan tedirgin oluyor. İran'da, Türkmenistan'da o korkuyu hissetmiyorum. Ama Irak'a, Afganistan'a gidince çekiniyor insan.
“Bir gün de Ağrı-Doğubeyazıt arasında, gece yarısı arabam arıza yaptı. Issız bir yerdi, orada korkmuştum. Birileri gelir filan diye değil de, kurt filan inerse diye. Sonra bir şekilde yaptırıp hemen bir tesise attım kendimi. Onun dışında büyük bir sıkıntı yaşamadım.”
Nasrullah'ın Avrupa'ya gitmemesinin arabasının eski model olması dışında bir nedeni de yaşadığı yere ters gelmesi. “Benim çalıştığım firmalar zaten Avrupa'ya gitmiyor. Ben Kızıltepe'de oturuyorum. Avrupa'ya gitsem İstanbul'dan mal yükleyip, İstanbul'a mal indireceğim. O yüzden bana ters oluyor. Arada eve gidip gelemem. Yolda zaten sürekli yol gidiyoruz. İran'ın içinde 2000 kilometre yol yapıyoruz. Belirli tır parklarında durup yemek, duş gibi ihtiyaçlarımı gideriyorum.
“Türkiye'de zaten belirli bir sürüş süresi var, onun dışına taştı mı ceza yersin. Sekiz, bilemedin en fazla dokuz saat gidiyoruz. İran'a girince en az 3 gün, 72 saat veriyor. Ondan önce çıkamazsın. Orada da günde 8-9 saat yol yapıyoruz. Günde 500 kilometre yani.”
Nasrullah diyor ki, “İşi bırakmak istiyorum aslında. Düzensiz, aşırı zor bir iş. Mesela, Kırgızistan'dan gelip eve gittim. Evde bir hafta kaldım, İzmir'e gittim. Yükü İzmir'e boşalttım, İzmir'den buraya geldim. 10 gündür evden çıkmışım. Buradan Kırgızistan'a gideceğim. Oradan dönüp eve varana kadar nereden baksan 50 gün daha geçer. Zordur yani; her gün, her gün yollarda... Ne yapacağımı bilemediğim için 'bu sefer de geçsin, bu sene de geçsin' deyip duruyorum. Yapacak iş olsaydı kim yapar bu işi? Bak mesela şimdi bizim kargo sahibi akşam oldu evine gitti. Burada bir ben, bir de köpekler kalıyoruz. Gidecek yerim yok, arabada kalıyorum. Allah'tan yatağım rahat.”
Ve “Hayat böyle devam ediyor,” deyip birden ayağa fırlıyor Nasrullah. “Ne oldu” diyorum, “Vallahi ben sıkıldım. Bir emrin yoksa gidip yatacağım” diyor...