Yücel Kayıran ve şairin yolculuğu…
Kendi şiirinin başlangıç noktasını 88-91 yıllarında keşfeden 90'lı yılların şairi Yücel Kayıran, şairliği 'şairin mevcut vücudunu tamamlama yolunda yaşadığı tinsel içgüdüden başka bir şey değildir' diyerek tanımlıyor. ”Şairin gelişimi, daima dışarıdan içeriye, gerçeklikten tinsel olana doğrudur ve benim şiirim temelde Necla’ya olan aşkımın tinsel ve tarihsel bir hikâyesidir” diyen Kayıran ile kitaplarını, günümüz şiirini ve şairlik ilişkisini konuştuk.
DUVAR - Yücel Kayıran, ilk şiirini değilse de ilk kitabını doksanlarda yayımlayan ve adını bu dönemde duyuran bir şair. Ama aynı zamanda, son otuz yılda, özellikle şiir yazınında inceleme ve eleştirileriyle de öne çıkan bir isim. Kayıran, eleştirileriyle, özellikle “felsefi şiir” bağlamında yazdığı poetik yazılarıyla, tezleriyle doksanların olduğu kadar iki binli yılların şiirini de etkileyen bir şair.
Şiirleriyle olduğu kadar düşünceleriyle de ön plana çıkan şairlerin daha çok olması beklenir, ama pek öyle değil. Yücel Kayıran, yönelttiğimiz doksanlı yıllar, şiir ve şair odaklı sorularımızı yanıtladı. Kendisiyle ve şiiriyle ilgili birçok bilgiyi ve düşüncelerini ilk kez paylaştığı söyleşinin 21 Mart Dünya Şiir Günü’ne katkı olarak da değerlendirileceğini umuyoruz.
'BAŞLANGIÇ BAŞLADIĞIMIZ NOKTADA DEĞİL, KENDİMİZİ KEŞFETTİĞİMİZ NOKTADA BAŞLAR'
Yücel Kayıran’ın şiir serüveni nasıl başladı ve devam etti ve bugüne geldi diye sorarak başlayalım…
Althusser’in bir sözü vardır, kimse başlangıcını seçemez, diye.. Louis Althusser’le çok erken bir dönemde tanıştım ve terk edemeyecek bir biçimde bağlandım. Eşi Hélène’i öldürmüş olmasıyla ilgili bir yazıyı okumuştum, 80’lerin hemen başında.. Ferit Edgü’nün bir yazısıydı sanırım; hafızama göre, biraz da ironik bir yazıydı, filozof kafayı sıyırdı edasında, Milliyet Sanat dergisinde yayımlanmıştı. Taşraya, muhalif ve amatör dergiler gelmez; abone olmanız gerekir. “Kimse başlangıcını seçemez” sözünde, Althusser’in felsefesinin bütün özü gizlidir. Hem “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” döneminin hem de “Marx İçin” döneminin.
Başlangıç, başladığımız noktada değil, kendimizi keşfettiğimiz noktada ortaya çıkar. Başladığımız nokta, bizim dışımızda vücuda gelmekte olana katıldığımız noktadır. Kendimizi keşfetmek, kendi varlığımıza bir sondaj uygulayarak bizde olanı açığa çıkarmak, dışarıda meydana getirmek demektir. Dolayısıyla kendimizi keşfettiğimiz nokta, bizim dışımızdaki mevcut bulmuş olandan ayrıldığımız, koptuğumuz noktadır. Ama bizi başlangıç noktasına da götüren de, başladığımız noktanın gelişimidir. Şairin gelişimi, daima dışarıdan içeriye, gerçeklikten tinsel olana doğrudur.
Benim başlangıcım değil ama başlama noktam, yani şiirle ve şairliğe hevesle tanışma noktam 1979 yılıdır. Ortaokul ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiğim yaz. Adana’nın Tufanbeyli ilçesinde oturuyorduk. Ortaokul birinci sınıfın ikinci dönemi ile ikinci sınıfı Tufanbeyli’de okudum. O yaz, yani 79 yazı, Tufanbeyli’den Efsus’a taşındık. 79 yazı ve Efsus, benim hayatımın dönüm ve değişim noktası oldu. Efsus’ta, bugün artık mevcut olmayan çok farklı ve canlı bir dünyayla karşılaşmıştım. Kitapçıyı, kitabevini ben, Efsus’ta keşfettim. O yıllarda, Türk edebiyatının, genç şair ve yazar dahil bütün canlılığını taşraya taşıyan kitapçılar vardı. Şimdi yok. Şu an, Efsus’ta, arkadaşlarım dışında beni bilen kimse yok. Nâzım Hikmet’le, Metin Altıok’la, Hilmi Yavuz’la, Enis Batur’la o yaz tanıştım. Başkaları değil, 79 yazında karşılaştığım şairlerdir bunlar. Efsus’ta, çarşıdaki şadırvanın yan arka sokağında bir kitapçı vardı. Küçük bir kitapçıydı. Kapıdan girince, soldaki masanın karşısındaki raflardaydı şiir kitapları. Altıok ile Batur’un kitaplarının yayınevlerini hatırlarım hâlâ, Yeni Ankara Yayınevi. Yani o zaman, genç bir şairin kitabı da geliyordu Efsus’a. Şiir yazmaya da o yaz başladım. Her gün şiir yazıyordum, günde dokuz on tane şiir yazıyordum. Nâzım Hikmet’in tarzında defterler dolusu şiir yazdım. Hilmi Yavuz tarzında da yazdım.. Enis Batur’un genç sesinden de etkilenmiştim ve bu etkiyle de bir şiir yazmıştım. O şiirin adını unutmadın, “Feodal”dı adı. O dönem yazdığım şiirleri gizli bir sır gibi saklıyorum hâlâ.
'KİTAPÇIYI KEŞFETMEK ZİHİNSEL BİR SIÇRAMADIR'
Burada, kitapçıyı keşfetmek meselesi de önemli. Bakkalı keşfetmek biraz sizin dışınızdadır.. Ekmek almak için gönderilirsiniz.. Sonra ne bileyim nane şekeri almak için gidersiniz. Ama bir çocuk kitapçıya neden gitsin ki… Kitapçıyı keşfetmek, kitapçıya gitmek, zihinsel ve uhrevi bir sıçramadır. Kitapçı, kitabevi denilen şeyi de ben Efsus’ta, o yaz keşfettim. Milliyet Çocuk dergisini takip ederdim. O yaz, Milliyet Çocuk dergisinde, İsmail Gülgeç’in, Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının çizgi romanı tefrika edilmeye başlamıştı. Ama tefrika, hikâye sona ermeden, bağlantısız bir biçimde kesildi. Merakla hikâyenin devamını arıyordum. Birden, çizgi romanın, bir roman uyarlaması olduğu ve romanın kendisini arama fikri geldi bana. Kitapçıyı böyle keşfettim. Romanı buldum ve üç gün içinde bitirdim. Sonra, romanın olduğu raflardan şiirin olduğu raflara dönüp baktım. Orada sanki bir şeyin beni kendisine doğru çağırdığını fark ettim.
'BEN ŞİİRİMİ YUKARI FIRAT'TA KEŞFETTİM'
Defterler dolusu şiir yazdım, ama kendi şiirimi, başlangıç noktamı 88-91 aralığında keşfettim. Malatya’daydım o zaman. İnönü Bulvarı’nda yürümeyi çok severdim. İlk şiir kitabımdaki şiirlerin önemli bir bölümünü o bulvarda yürürken yazdım. Efsus’a gidip geliyordum. Elaziz ve Hozat’ın da, iklim bakımından Malatya ve Efsus’tan farklı olmadığı keşfettim. İlk şiir kitabım “Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu” 1997 yılında yayımlandı, ama sözünü ettiğim bu yıllarda, Malatya-Hozat-Efsus üçgeninde yazıldı. “Beni Hiç Göremezsin” adlı kitabımdaki şiirlerin çoğu da bu bölgeyi zemin edinir. Bütün olarak baktığımızda, burası bir dörtgendir. Sivas, Erzincan, Dersim, Elaziz, Malatya. Maraş’ın, Efsus ve Elbistan ilçeleri de aslında bu bölge içinde yer alır. Burası yukarı Fırat bölgesidir. Yani… Ben şiirimi yukarı Fırat’ta keşfettim. Efsus, idari bakımdan Maraş’a bağlıdır, ama Maraş iklim bakımından Akdeniz bölgesinde yer alır. Efsus’ta söz konusu olan iklim ise Akdeniz iklimi değil, yukarı Fırat iklimidir. Ben, orada, bire kırk verecek denli pek verimli olmayan toprağa veya bir geyik vücudu gibi yükselen kahverengi dağa bakarak günümü sıkılmadan geçirebilirim. Oranın soğuğu güzel bir soğuktur. Şuraya gelmek istiyorum. Ben, şiirimi bu bölgede, yukarı Fırat bölgesinde kurdum. Şiirimin tinsel evreninin ana gövdesini de, Ankara veya İstanbul değil, yukarı Fırat bölgesi oluşturur.
'ŞİİR KİTABI YAYIMLAMAK HER ZAMAN ZORDUR'
Biraz ilk sorunun devamı gibi olacak: Yücel Kayıran için doksanlı yılların şairi diyebilir miyiz?
İlk şiir kitabım, “Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu” 1997 yılında yayımlandı, daha doğrusu ancak 97 yılında yayımlayabildim; bu kitaptaki şiirleri, 1988-91 aralığında Malatya’da yazmıştım. Malatya’nın, çarşının merkezinden uzaklaşıldığında güzelleşen İnönü Bulvarı’nı unutamam. Çınar ağacının memleketi idi orası… Bulvarın bir tarafında lojmanlar vardı ve lojmanların kaldırımın kenarında, bel hizasına kadar yükselen çit duvarı. Defterimi çıkarır, o çit duvarının üzerinde yazardım zihnimde şekillenen şiirimi. İlk şiir kitabım basıldığında ikinci şiir kitabım, “Beni Hiç Göremezsin” de kendi bütünlüğüne varmış durumdaydı. İstanbul’daki bir arkadaş, “bu kitabı ben basacağım” diye üç yıl bekletti dosyayı. Ama ancak 2004 yılında yayımlayabilme imkânı bulabildim. Onu da, ilk kitabım gibi, Ekin Yayınları’nın sahibi Mehmet Düz yayımladı. Ahmet Oktay’ın sözüdür: Şiir kitabı yayımlamak her zaman zordur.
'BENİ HİÇ GÖREMEZSİN O BAKIŞIN ŞİİRİDİR'
“Beni Hiç Göremezsin”in tinsel evrenindeki coğrafi gövdesini, yukarı Fırat oluşturur. Bu kitabın ikinci bölümünün adı “Ali Boğaz Deresi”dir. Ali Boğaz Deresi, yukarı Fırat’ın artık teolojik bir geçmişi.. Bu bölümü, Yusuf Heybet’in aziz hatırasına ithaf etmiştim. Yusuf Heybet, Necla Rüzgar’ın dedesidir. Dedo’yla dostluğum, hayatımın gururu oldu. Hozat’a her gittiğimizde, bizi karşılamak için Elaziz’e gelirdi. Pertek girişi ve çıkışında, üzerimizde ve valizimizin içinde arama yapılırken ihtiyatla olup biteni izlerdi. ‘Candarma’, yaşlılar üzerinde arama yapmıyordu. Neden sonra, Dedo’nun, bizim üzerimiz aranırken bizim üzerimizi arayanlara ve üzeri aranmakta olan bize, aslında 1937’de olanlara bakar gibi baktığını fark ettim. “Beni Hiç Göremezsin”, o bakışın şiiridir. Hozat’a her gittiğimde, her gün erken saatte uyanır çay bahçesine giderim. O seher vaktinde, Dedo’yu görür, sesini işitirim. Ve onun bana görünüşüne bakarak şiirimi yazarım. Ulus Baker’e ithaf ettiğim “Kutsal Kuş” adlı şiirimi de, Hozat’ta, o seher vaktinde, Dedo’nun sesini duyarak yazdım. “Çalgın”, Seyyit Rıza’nın sözleriyle açılır; kitabın girizgâhındaki epigraf bir heves, bir rastlantı değildir.
Ulus Baker’i rahmetle anıyorum; daimi bir yoldaş, bir sahip, çaresiz bir ağabey. Sanırım “ağabey” demek istiyorum artık Ulus’a. Ama biliyorum, hiçbir zaman kabul etmez bunu. “Kutsal Kuş”, ilk defa Birikim dergisinin Ulus’un vefatı üzerine hazırladığı özel sayıda yayımlandı ve Eylem Canaslan ile Cemal Bâli Akal’ın yayına hazırladığı “Marx’tan Spinoza’ya, Spinoza’dan Marx’a Güncel Müdahaleler” kitabında da yer alıyor. Şimdi hazırladığım yeni şiir kitabıma girecek.
'BUGÜN YAZDIĞIM ŞİİRİN BAŞLANGIÇ NOKTASI RASTLANTI DEĞİL, KADER'
Bugün yazdığım şiirin başlangıç noktasının Malatya oluşu, bir rastlantı değil, bir kader. Kader, âşık olduğunuz kişiyle karşılaşmak demektir. Şiirin vücuda gelişi ile aşk arasında bir bağın olduğu görüşü de aslında yeni bir görüş değil. Âşık olmanın, ne denli tanrısal bir şey olduğunu bilmiyordum o zaman. Âşık olmak, terk edemeyeceğiniz bir iyiliğe, terk edemeyeceğiniz bir güzelliğe, terk edemeyeceğiniz bir hakikate bağlanmak demektir. Necla ile ben Malatya’da karşılaştım. Şiirim, Necla’ya olan aşkımın gözesinden vücut bulur, tıpkı yeraltı suyunun, rasgele her yerden değil, bir gözeden yeryüzüne çıkışı gibi. Benim şiirim, temelde Necla’ya olan aşkımın tinsel ve tarihsel bir hikâyesidir.
'ŞİİRİMİZDEKİ POETİK HAREKETLİLİĞİ ON YILLARLA DÖNEMSELLEŞTİRMEK'
Sevgili Enver, şimdi bu doksan meselesi, bizi, seni beni bir yerde buluşturan bir meseledir. Buradan hareketle bakıldığında, elbette kardeşlik duygusunu besleyen bir meseledir bu. Dolayısıyla güzel bir şeydir bu. Ben kuşakdaşlarımın yanında iken, çok mutlu olurum, sesim geçmişteki kaynağını bulmuş gibi olur, kanım başka türlü akar. Yaşdaşlarımın yanında, konuşmaya, bir meseleyi anlatma çabasına gerek kalmaz. Ama doksanlılarda pek bir kardeşlik duygusu mevcut değil. Bir de şu var; yirmili yaşlarda değiliz, herkes geleceği yere geldi. Bugünden hareketle bir geçmiş inşa etmeye çalışmak ergin olamamakla alakalı olsa gerek. Kendini doksanlı olarak tasavvur edenlerin çoğu, seksenliler tarafından dile getirilip onlar tarafından sunulmak arzusundan arınmış değildirler. Kant’ın terimleriyle söylersem, bir ergin olmama halidir bu. Yani sizi, sizin yerinize düşünen birilerinin varlığına gereksinim duymak duygusundan arınmış olamamak. “Kendi suçuyla bu duruma düşmüş olana ağlanmaz” der Kant. Şimdi, meselenin asıl özüne gelirsek… Şiirimizdeki poetik hareketliliği on yıllarla dönemselleştirmek, Mehmet Yaşar Bilen’in bir buluşuydu; 70’li yıllarda yazılan şiire, o denemin şairleri kendi yazdıkları şiirin farklılığını adlandırmaktan yoksundu ve Bilen, bu kuşağa “70 kuşağı” deyiverdi. Bilen’in bugün irdelerseniz, kavramlaştırmasının bir ucube olduğunu görürsünüz. Bizden önceki kuşağın aktörleri de, aktör lafını güzellik ve yakışıklılık anlamında telaffuz ediyorum, kendilerine “80 kuşağı” derken Bilen’in kavramlaştırmasına bir tepkiyi dile getirirler ve aslında cılkı çıkmış bir durumu ifade ederler. Çünkü… Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin kuruluşu 60’lı yılların başında tamamlanmış gözüküyor. Şiirimizin grupsal hareketler halindeki hareketliliği, bu kuruluş dönemine ait bir özellik. 90’lı yıllar, şiirimizde ‘tekil poetika’nın ortaya çıktığı yıllardır. Yani şunu demek istiyorum… Şiirimizdeki şiirsel hareketlilik, bugün bir cephe zemininde, bir grup halinde ortaya çıkan bir şey değil; tekil poetikaların vücuda geldiği bir yer. 90’lı yıllar ‘Felsefi Şiir’ poetikasının ortaya çıktığı yıllardır, orada farklı bir poetik hareketlilik de mevcut değildir. Bugün Türk şiirinde ortaya çıkan bütün hareketliliği takip ediyorum. Birçok kişi yazdığı şiiri ‘Felsefi Şiir’ olarak tanımlamak, adlandırmak eğiliminde.. Ama bunu, Yücel Kayıran’sız yapmak istiyorlar. Yaşar Güneş, “Şunun keyfini çıkar, gül, eğlen biraz” diyor. Ama Rousseau’nun bir sözü vardır; der ki, “Çevremi sarmış bulunan kötü niyeti sezdiğimden beri dinginliğimi yitirdim.”
“Felsefi Şiir” kitabını tam da bu nokta da dile getirebiliriz sanırım.
“Felsefi Şiir”in ikinci baskısı bitmiş durumda, Nadir Kitap’ta yüz liranın üstünde bir fiyatla satıldığını duydum, sonra kontrol ettim, evet öyle görünüyor. “Felsefi Şiir”, bir manifestoyu değil, bir poetik anlayışı dile getirir. Kitabı oluşturan yazıların hepsi, Türk şiirinde görülen poetik problemlerden hareketle yazılmıştır. “Felsefi Şiir”i, bugün, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin poetik bir eleştirisi olarak okumak da mümkün.
'DOKSANLI YILLARIN ŞAİRİ OLMANIN ANLAMI ÇOCUKLUĞUNU 60'LARDA YAŞAMIŞ OLMAKTIR'
Doksanların şiiri tartışılsa da yeteri kadar irdelenmiş, incelenmiş, konuşulmuş ve konu kapamış gibi görünmüyor. Acaba hem bugünün şiirini hem de daha önceki dönemlerin şiirini anlamak, kavramak için doksanların daha çok konuşulması irdelenmesi gerekir mi? Bu konuda ve doksanlarla ilgili ne düşünüyorsun?
Ben, bizim dönemimizin, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde bir kırılma, bir kopuş dönemi olduğu kanısındayım. Farklı yaşama biçimlerinin şiiri, bizim dönemimizde ortaya çıktı. Şu nokta üzerinde özellikle durmamız gerekir: Önemli olan şey, bizi doksanlı kılan olgunun yazdığımız şiirde ne ölçüde mevcut olup olmadığıdır. 90’lı yılların şairi olmanın benim için anlamı, çocukluğunu 60’lı yıllarda yaşamış olmaktır. Doğum yıllarının toplumsal değişimine bakmak lazım.. 20. yüzyılın temel sorunu göç meselesidir ve orada da iç göç; siyasal olan, 20. yüzyılda kendini ancak ‘iç göç imkânı’ üzerinden kendisini inşa edebilmektedir… Son yıllarda, yaşanılan sanki olumlu bir durummuş gibi, dile getirilen bir ifade var: “Ben yersiz yurtsuz biriyim.” Yersiz yurtsuzluk, Yahudilerin durumuyla ilgili bir kavramlaştırmadır ve bu bağlamda Yahudilerin bu yüzyıla kadar devletsiz olma durumunu dile getirir. Bizim yaşadığımız durum, başka bir sorunsaldır, yersiz yurtsuzluk değil. 90’lı olmak meselesine tekrar dönersem… Şimdi, 60’lı yıllar, iç göçte bir dönüm noktasıdır; zorunlu iskândan gönüllü yer değiştirmeye geçilmiştir. Bu, bir. İkincisi, gayrimeşru eğlencenin kamusallaştığı yıllardır 60’lı yıllar. Gayrimeşru eğlence, Sabahattin Ali’nin öykülerinde ortaya çıkar, oturak âlemleri biçiminde, ama kamusal değildir, evlerde gizli toplanma biçiminde yapılan bir şeydir. 60’lı yıllarda, evlerde gizli olarak yapılan bu eğlence biçimi kamusallaşır. Yani nüfuslu kişilerin bir imkânı olmaktan, nüfusu olmayan kişilerin de pay alabildiği bir imkâna dönüşür. ‘Pavyon’dan söz ediyorum yani. Gazino başka bir şey, pavyon başka bir şeydir. 60’lı yıllar pavyonun kamusallaştığı yıllardır. Adam, görücü usulüyle evlenmiş ise de, eşi onun için bir aşk kaynağı; hayatındaki ilk kadın… Ama kente göç ederek, 60’lı yıllarda başka bir şeyle karşılaşıyor; pavyondaki kadınla. 60’lı yıllar, erkeğin karısından başka kadınları tanıma fırsatının meşrulaştığı yıllardır. Çocuklar, cinselliği fark ettikleri andan itibaren, anneyle babanın aşkını izler, onları takip ederler. Hiç kuşkum yok, babam anneme âşıktı, bütün hayatım boyunca onları izledim, ama babam pavyondan eve kadın getirdi. Şimdi bütün bu temel hayati mevzular sizin şiirinizde mevcut ise, 90’lı yılların şairi olmaklıktan söz edebiliriz, gerisi palavra gibi geliyor bana.
'İYİ GÜNLERİMİZ GERİDE KALDI GİBİ GELİYOR'
“Yücel Kayıran’ın şiiri 1990’lardan bugüne koyu bir üzüntüye raptolunmuştur. Orada neşeye, gülüşe, ironiye neredeyse rastlanmaz. Üstelik şiirlerinde içerikle biçimi belirleyen duygu durumun fazlasıyla farkında bir şairdir diyor” Nilay Özer. Öyle mi? “Gülemiyorsun ya gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir” mi senin için melankolik, yaslı, ıssız, kederli şair denilmesine neden olan?..
Sevgili Enver, Nilay Özer’in bu yazısına atıfta bulunduğun için çok teşekkür ederim. Benim şiirim için yazılmış çok önemli bir yazıdır.
Ben de merak ediyorum, neşeyi dile getirecek bir şiiri yazıp yazamayacağımı. İyi günlerimiz geride kaldı gibi geliyor bana. Evet, “gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.” Kişi ile halk, aile gerçekliğinde bir araya gelir. Aile ise, geçmişte olup biteni, negatifi ve yüceyi kişiye aktaran bir mekanizmadır.
Şiirin yanı sıra eleştiri, deneme, inceleme türlerinde de yazıyorsun, okuyoruz. Yücel Kayıran yazmasa çıldırır mı?
Yazmak, konuşamamanın bir sonucu. Ve aynı zamanda dinlemenin bir sonucudur. Ben dinlemesini severim. Zamanı da dinlerim, metinleri de dinlerim, kişileri de dinlerim, hayvanları da dinlerim.
İki binli yıllarda şiirde bir kopuş, bir değişim, önemli bulduğun bir yön değişikliği, şaşırtıcı gelen bir başkalaşma söz konusu mu? İki binli yılların şiirini nasıl değerlendiriyorsun?
“Felsefi Şiir”i yazarken öngördüğüm bir durum vardı; benim “epistemik şiir” olarak adlandırdığım bir şiir biçiminin yolu açılıyordu. Bu şiir kendisine bir mevzi alanı oluşturdu, ama etkili olamıyor. Çoğu üçüncü, dördüncü kitabını çıkarmış durumda, ama bu kitaplardan biri öne çıkmış değil. Bununla birlikte farklı yaşama biçimlerinin tecrübesine dayalı bir şiir de söz konusu. Bu arkadaşların şiirleri hakkında da, hazırlanıyorum, önümüzdeki günlerde arka arkaya yazmayı düşünüyorum.
'EFSUS'A YOLCULUK YOL AÇICI BİR KİTAP'
Son kitabın “Efsus’a Yolculuk” büyük ses getirdi denebilecek bir ilgi gördü. 2018 Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü de aldı. Bu ilgiyi, beğeniyi öngörmüş müydün, bekliyor muydun? “Efsus’a Yolculuk”un yolculuğu nasıl gidiyor?
“Efsus’a Yolculuk”ta, önceki kitaplarımda olmayan farklı bir durum söz konusu. Genelde bir kitabın uyandırdığı yankı veya kitaba gösterilen ilgi, basıldığı tarihten uzaklaşıldıkça azalır. “Efsus’a Yolculuk”ta tersi bir durum söz konusu.. Geriye doğru diğer kitaplarımın okunmasının da yolunu açtı gibi geliyor bana. “Efsus’a Yolculuk” öncü, yol açıcı bir kitap. Sadece sol çevrede değil, İslami çevrede de etkili olduğu kanısındayım. O ünlü ayrımın, Ziya Gökalp’ten kalan Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık ayrımının üstüne çıkar ve oradan bakar olup bitene. Şiirimiz bir süredir eleştirel gücünü yitirdi… Son yıllarda en çok duyduğumuz ifadelerden biri, demokrasinin geriye doğru itilerek onun yerine faşizmin yerleştiğinin, yerleşmekte olduğunun dile getirilmesidir. Ama bu durumun şiire yansıtıldığını göremiyoruz. Şiirimiz, bu faşizmi, modern yapısını yitirmeden neden dile getiremiyor? Bence şairlerimiz, bilmedikleri, tanımadıkları bir maddeyle karşılaştılar. Bu madde, din maddesidir. Şairlerimiz İslama, İslamcılığa karşı nasıl tavır alacaklarını bilmiyorlar. Burada İslam ile İslamcılık birbirinden farklı şeyler, bu ikisinin birbirinden ayrılması çok önemlidir. Biri dindir, diğeri ise ideoloji. “Efsus’a Yolculuk”un anlatıcı-beni, bu ikisini birbirinden ayırır ve ideolojiye karşı eleştirel bir tavır geliştirir. “Efsus’a Yolculuk”, öncü, yol açıcı bir kitaptır derken kastettiğim bu. Bir bakımdan daha öncü ve yol açıcı bir kitap. Biçimi bakımından; uzun, bölümsüz tek şiir oluşu bakımından.. Bu bakımdan da etkileyici olduğu kanısındayım. Bu etkinin bazı örneklerinin yayımlandığını izliyorum. Başka örneklerin de geleceği kanısındayım.
'ŞAİRLİK MEYDANA GELEN BİR ŞEY'
Masada tasarı halinde ya da bitmiş, zarfa konulmuş, postaya verilmiş ya da verilmek üzere kitap oylumunda düşünebileceğimiz neler var? Yücel Kayıran uzun soluklu, “nehir şiir” tarzıyla hem yadırgattığı hem de ödüllendirdiği şiir ve okur için yeni neler tasarlıyor?
Bitmiş, zarfa konulmuş, postaya verilmiş ya da verilmek üzere değil, ama masamda yeni bir şiir dosyam var. Daha önceki kitaplarımın hiçbirine benzemiyor. İki ana bölümü bitmiş durumda. Bu iki ana bölüm de bölümlü, uzun, senin ifadenle “nehir şiir”den oluşuyor. Bölümlerin adlarını söyleyebilirim: “Yukarı Fırat” ve “Sühreverdi el-Maktul”. Şu an, kitabı oluşturan diğer bölümlerden birini yazıyorum. Bu bölümün adı, “Enver Ağabeyin Efsus Devrimci Kültür Derneğindeki Konferanslarından Notlar.” “Enver Ağabeyin” kim olduğunu, “Efsus’a Yolculuk”tan hatırlayabiliriz. Bu şiirleri henüz yayımlamadım. Sanırım, okura, dergide değil, kitapta sunacağım. Ama paylaşmak için, acı çekmek denli heyecanlıyım. Şiiri paylaşmak, sen de bilirsin, poetik bakımdan kutsal bir eylemdir. Tecrübe edinilen yeni bir tinsel durumun paylaşımıdır, yeni yazılmış bir şiirin paylaşımı. Şair, başka insanları, bu yeni tinsel durumdan haberdar etmek ister. Ve şairlik, bu paylaşım anında vücut bulan bir şeydir Bir şey daha eklemek isterim, söz buraya gelmiş iken. Şairlik, şöyle bir şey; meydana gelen ve vücut bulan bir şey. Şairlik, yeni bir şiiri yazma anında meydana gelir ve yazılan bu şiiri, başka bir deyişle dile aktarılan bu tinselliği, başka insanlara aktarmakla, onlarla paylaşmakla vücut bulur. Şairin, yeni bir şiirini, yayımlama, paylaşma heyecanı, aslında vücut bulma ya da mevcut vücudunu tamamlama yolunda yaşadığı tinsel içgüdüden başka bir şey değildir.
Hayır, soruyu unutmadım... Yeni kitap dosyamın adını vermek ne kadar doğru olur bilemiyorum, ama kitabı oluşturan bölümler hakkında konuşabilirim diye düşündüm. Ama yazdığım, tamamladığım ve yazmakta olduğum bölümler hakkında, henüz yazılmamış olan hakkında değil. “Yukarı Fırat” bölümündeki şiiri ya da şiirleri, “Kürtler için bir şimdiki zaman tarihi” olarak okumak mümkün. Ve aynı zamanda benim dünyadaki varlığımın neden bir dert haline geldiğinin bir hikâyesi. “Sühreverdi el-Maktul”, katmanlı bir okumaya açık bir metin. Sühreverdi, çok genç bir yaşta, otuz altı yaşında, resmi İslam adına katledilen bir filozof. Katleden de Kudüs fatihi olarak da anılan, İslamın Ortadoğu’daki Kürt hükümdarı, Selahaddin Eyyubi. Ama Sühreverdi, İslam felsefesinin, Pers yorumu üzerinden vücut bulan bir dehasıdır. Pers topraklarında yetişmiş, ama Selçuklu toprağını sevmiş ve Zerdüşt kökenlerini unutmayı, otobiyografisinden silip atmayı tercih etmemiş bir Kürt filozof. Bu şiiri, “Sühreverdi el-Maktul” adlı bu şiiri, Sühreverdi’nin otobiyografisi içinden, İslamın, dünyaya devrimci bir şiddetle gelişinin, Zerdüştlük içinden nasıl görüldüğü biçiminde okumak mümkün. Ama aynı zamanda İslami dünyada felsefi kültürün nasıl yıkıma sürüklendiği olgusu içinden de okumak mümkün. Belki de üzerinde durulması gereken ve bu şiirimin okunması gereken paralaks noktası şurada: Sühreverdi, yani İşrak Felsefesi, yani Hikmetü’l-İşrâk, antik Yunan felsefesi, Zerdüştlük ve Kuranıkerim’in eşsiz bir sentezi üzerinde yükselmiş ve yükselen felsefi bir kuledir.
Her iki bölüm de bağımsız kitaplar biçiminde basılabilir, ama o kadar lüksüm yok. İlk şiir kitabım, “Hayaline Firar Edemeyenlerin Afsunu” 1997 yılında yayımlanmıştı, yirmi iki yıl oldu yeni bir baskısı yok. “Beni Hiç Göremezsin”, 2004 yılında yayımlanmıştı, on beş yıl oldu, onun da yeni baskısı mevcut değil. Lüksüm yok.
Sevgili Enver, bu söyleşi için özellikle çok teşekkür ederim, minnettarım; “Efsus’a Yolculuk” yayımlandığında ve sonrasında, bir teklif, bir istek, talip ve talep olmadığı için söyleşi yapamamış, kitabımla ilgili söz alamamıştım. Bu söyleşi çok makbule geçti. Çok teşekkür ediyorum.