Yüksel Arslan'ın ardından: 'Kavramlar ağır bastığında çizgiler ve renkler alır başını gider'

Ressam Yüksel Arslan bugün hayatını kaybetti. Ferit Edgü, İan Edebiyat dergisinin 2014 yılı Mart sayısında Çağlayan Çevik ile yaptığı röportajda dostu Yüksel Arslan'ı anlattı.

Abone ol

DUVAR- Ressam Yüksel Arslan için dile getirilen en doğru tanımlamayı, dostu Ferit Edgü yapmıştı yıllar önce ‘çizer-yazar’ diyerek. Ferit Edgü, Yüksel Arslan’ın nasıl bir ‘okur’ olduğunu anlattı.

Yakın zamanda Yüksel Arslan’ın eserlerinden seçilmiş bir sergi gerçekleşti. Daha önceki retrospektif sergisinde de yakından tanık olduğumuz bir şeydi, onun ‘okur’ tarafı… Siz, elbette farklı bir açıdan yaklaşarak ona ‘çizer-yazar’ diyorsunuz. En baştan başlayalım; elli yılın üzerinde bir dostluğunuz var ve onu en yakından tanıyan, takip eden isimlerin başında geliyorsunuz. Kimdir Yüksel Arslan? 

Birincisi Yüksel Arslan bildiğimiz anlamda, yani ressam dediğimizde anladığımız sanatçı tipine uygun bir yaratık değil. Hiçbir zaman olmadı. İster istemez, kendisini resim yoluyla dışa vuran bir insana, buna denk düşecek bir isim vermemiz gerekiyor. Buna ya ‘desinatör’ diyoruz -eğer tuval resmi yapmıyorsa- ya grafik sanatçısı diyoruz, ya illüstratör diyoruz, ya da ressam diyoruz. Ressam bildiğimiz tuval resmi yapan, boya resmi yapan -illa yağlıboya şart değil- yaratıcı kişi. Yüksel Arslan ilk sergisinden itibaren, Maya’da açtığı ilk sergiden sonra daha doğrusu, bu resim sanatının çekim gücünden kendini kurtardı. Çünkü onun oluşmaya, filizlenmeye başlayan entelektüel dünyasında renkler, biçimler değil sözcükler ve kavramlar vardı. Sözcükler ve kavramlar dediğimizde yazın dünyasına giriyoruz. Ama o kendisini şiir, roman, öykü yoluyla değil gene de çizgilerle ifade etme yolunu seçti.

Ama görsel sanatlara, ressamlığa karşı öylesine bir alerjisi vardı ki hiçbir zaman yağlıboyayı terebentinle karıştırmadı, hiçbir zaman gidip bir tuval almadı, ne Türkiye’de ne yurtdışında. İlk sergisindeki yapıtlarının tümü 50x70 kâğıtlar üstüne yapılmıştı ve orda ilk ve son kez hazır boya kullandı. Ama bu kullandığı hazır fabrika boya da kuru pastelden ibaretti. O, pasteli de istemiyordu! O, fabrika üretimi yağlıboyayı, guaşı, akriliği (o zaman akrilik yoktu ama), suluboyayı kullanmak istemiyordu. Pasteli de kullanmak istemiyordu ki pastel, bu saydığım boyalar içinde en doğaya yakın olanıdır. Eninde sonunda bir tebeşir tozudur. Ve sonra mutlu bir rastlantı sonucu bir kitaptan –kitap diye özellikle belirtiyorum çünkü hep kitaba döneceğiz- mağara dönemi insanının kullandığı tahmin edilen, yapılan analizler sonucunda ortaya konulan bir boya türü olduğunu öğrendi.

Çünkü mağara resimleri bilindiği gibi kayaların üzerine yapılıyordu ve aradan binlerce yıl geçtiği halde o kayaların üzerine koydukları boyaların büyük bir bölümü aynı renkleriyle, canlılığıyla kalmıştı. Yüksel Arslan’ın okuduğu kitapta, o boyanın nasıl yapıldığı anlatılıyordu. Yüksel de o boyayı kotardı. Ve gene kâğıt üzerinde, o boyayla, yapıtlar üretmeye başladı. Onun kâğıtları üzerindeki kompozisyonu, bir ressamın kompozisyonu değildir. Onun çok daha iyisini, çok daha doğrusunu yapmak mümkünken böyle bir şey yoktur. Bütün eskizleri ki onlara eskiz denir mi bilmiyorum, sanmıyorum. Hepsi sayfalarca notlar halindedir. Kodeks adını veriyoruz, defterleri vardır.

Bir ressamın tuval üzerinde bir eskiz yapıp düzeltmesi, sonra boyaya geçmesi gibi bir tavır onda söz konusu değil. Desen onda daima vardır, başından itibaren vardı. Ama onda renklendirme -buna renklendirme diyebiliriz ama aslında pek fazla renk de yoktur- yani maviler, morlar, kırmızılar yoktur, bir Van Gogh değildir. Boyasını da okuduğu kitaptan kotaran, yapıtlarını da okuduğundan yaratan bir isimdir Yüksel Arslan.

Formların ve renklerin ardında değil de insanın, biyolojik ve psikolojik yapı olarak insanın ardında olduğu için bir yaprak, bir deniz, bir dağ manzarası ya da bir çıplak kadın ya da bir natürmort onu hiç ilgilendirmemiştir. Yapmak anlamında değil, bakmak anlamında. Bakmaz, yani çok az ressam vardır onu ilgilendiren. Yapıtının odak noktası insan olan Leonardo’yu çok izlemiştir. Ressam olarak Van Gogh’un hayatı onu ilgilendirmiştir, Paul Klee onu ilgilendirmiştir.

Diğer bir taraftan da öykü yazarları ve eleştirmenlerin oluşturduğu edebiyattaki 50 Kuşağı’nın da bir üyesi sayılabilir aslında…

Sayılabilir değil, zaten o kuşağın bir üyesi. Edebiyatçılarla beraber kolaylıkla anılabilecek bir isim. Hatta, edebiyatçılarla birlikte anılmanın ötesinde, onu ben zaten bir ‘edebiyatçı-ressam’ olarak algıladım hep. Çünkü pek az edebiyatçı, şair dostum vardır ki Yüksel Arslan kadar edebiyata düşkün olsun. Bizim bütün işimiz, o yıllarda yazmaktan çok okumaktı. Ve bu okumayı Yüksel Arslan, nasıl söyleyeyim, çöldeki bir Bedevi’nin susuzluğu gibi, ilk gördüğü suya başını sokup lıkır lıkır içmesi gibi, gerçekleştiriyordu. Hemen bir kitap eline verin ve kurtulun ondan. Ondan sonra sizi hiç rahatsız etmez. Eleşkirt’te askerliğini yaparken sürekli mektuplaşırdık. Ne yazık ki bugün o mektupların çoğu kayıp; araya giren yıllar, yolculuklarımız, değişik ülkelerde yaşamamız vs. yüzünden mektupları bulamadım. O mektuplardan askerlikteki günlüğünü çıkarırdınız.

Her gün hangi kitabı okuduğu görürdünüz. Her mektupta devamlı olarak “Bana kitap gönder” der. Sürekli kitap okuduğu için yetmiyordu elindeki kitaplar, eğer gönderdiğimi beğenmemişse “Al başına çal” diye devam eder... Diyebilirim ki Yüksel Arslan ve benim gençlik kitaplığımız, tek bir kitaplıktır. Çünkü o okuduğunu bana verir, ben okuduğumu ona veririm. Parasız günlerimiz… Hangi kitabı alacağımıza ortak karar veririz, o kitapları alırız!

Hangi kitaplardı bunlar?

O yıllarda İstanbul’da büyük bir kitabevi vardı Ziyad Ebüzziya’nın ‘Kitapsaray’ı. Hem Yüksel için hem de benim için büyük talih! Burada, o gün Fransa’da yayımlanan ve Fransa için bile avangart bir nitelik taşıyan yeni bir yayınevi sayılan Jean Jacques Pauvert Yayınları'nı bulabiliyorduk. Bu yayınevi özellikle erotik edebiyat üzerinden yayınlar yapıyordu ve Marquis de Sade’ı uzun yıllardan sonra ilk defa sistematik olarak yayımlamıştı. Biz Marquis de Sade’ın adını gerçeküstücülerden dolayı biliyorduk ama tabii dilimize hiçbir şey çevrilmemişti.

Ama kitaplarını Fransızca olarak da bulamıyorduk. Birdenbire, tansık gibi, Pauvert’in Marquis de Sade kitapları bu Kitapsaray’da kendilerini gösterdi. Küçük kitaplardır onlar. 12x12 ebadında kare kitaplar. Biz çılgına döndük, onların hepsini alacak paramız yok; Marquis de Sade’ın kitaplarını rafların arkasına saklardık, kimse bulamasın diye, paramız olduğu zaman gidip oradan alırdık.

İlk sergisinden sonra Maya’daki sergiyi izleyen resimlerinde tema olarak erotizm kendini gösterir. O yıllar, bir defa gençlik yıllarıdır unutmayalım! Yani 1957-58’den bahsediyorum, demek ki Yüksel Arslan o sıralarda 23 yaşında. Bizim kuşak, ama özellikle ben ve Yüksel Arslan, gençliğin de vermiş olduğu bir ateşle, hem kendimiz erotik bir şeyler yazıp çizmek istiyorduk; hem de erotik edebiyata düşkünlüğümüz artmıştı.

Eserlerindeki erotizm Marquis de Sade’ın eserlerindeki temel kavramın bir etkisi haliyle…

Kavramlar ağır bastığında çizgiler ve renkler alır başını gider. Benim Yüksel Arslan için Türkçedeki “okur-yazar” deyimini çevirerek “çizer-yazar” haline getirmem bir sözcük oyunu değildir. Bu, Yüksel Arslan’ın kişiliğini ve sanatını tanımlar. Bugün Yüksel Arslan’ı ziyarete gitsek Paris’te, göreceksiniz ki çalışma odası bir ressamın odası değildir, bir yazarın odası gibidir. Bir masası vardır, üstü camlı. Sabahleyin kalkar, kahvesini içer, kalem efendisi gibi masaya oturur. Camın altından bir gün evvel bıraktığı resmi çıkarır, masanın üstüne koyar, her şey kafasındadır çünkü ve onları orada çizmeye başlar. Bu durum, öğlene kadar devam eder.

Öğlen küçük bir yemek yer, saat 5’te kaldırır camı, çalışmasını altına koyar. Sonra okumalarını yapar vesaire. Ama gerek etrafındaki kitaplara, gerek oradaki Afrika sanatından, İslam sanatından objelere baktığınız zaman, bir ressamın atölyesi değildir. Boya kokusu yoktur, tuval, şase yoktur, sehpa yoktur, hiçbir şey yoktur. Kalem ve küçük küçük taşlar vardır. Onları sürte sürte resimlerini yapar. Şimdi, Yüksel Arslan’ın edebiyatçı tarafı, okur değil sistematik olarak okuyan ve çok az bir yazarda görülen bir okuma yelpazesi vardır. Zamanla çeşitlendirdiği okumalar onu o erotizmden de kopardı ve daha çok kavramlar üzerinden giden resimlere yöneltti.

İtiraf edeyim, ben o resimlerin dilini yeğlerim. Birçok nedeni var; oradaki resimleri bambaşka bir dildir. Orada yer yer bir lirizme kaçar, daha ressamca konuşur o resimler. Artık ressamca konuşmak istemiyor. Marx’la başlayan ve bugüne kadar gelen döneminde sanki ressamca bir yeteneği yok etmek istiyor.

Bunlara en kaba tabirle, Yüksel Arslan’ın kendi okuma notları diyebilir miyiz? Sanki birer derkenar gibi…

Kesinlikle diyebiliriz. Örneğin Paris’te erotizmi sona erdirdiği dönem, Marx’ın “Das Kapital”ini resimlemeye kalkması, doğrudan doğruya okuma notlarıdır. Orada okuduğunu kendi diline çeviriyor. Marx sözcüklerle kavramları ifade etmiş, o da çizgilerle ifade ediyor. Ve birebir örtüşür Marx’ın düşünceleriyle. Zaten her bir resmin altında da Marx’ın kitabında ele aldığı hangi kavramsa onun resmi olduğunu, sayfasıyla yazmıştır.

Yüksel Arslan’ın “Das Kapital” dizisinin, iki tane büyük boy katalog hacminde okuma notları vardır. Ben, uzun zaman görmemiştim Yüksel’in resimlerini, “Das Kapital” resimlerini gördüğümde, ‘bunun bir çıkmaz sokak olduğunu’ söyledim. “Bütün hayatın boyunca Marx’ı resimleyemezsin” dedim. O da “Resimlerim” dedi, ama bir süre geçtikten sonra ikimiz de yanıldığımızı gördük. O bütün ömrü boyunca Marx’ı resimleyemeyeceğini gördü, ben de o yolun çıkmaz sokak olduğunu söyleyerek yanılmış oldum.

Ne oldu; o gene kitaplara döndü. Bu sefer okuduğu kitaplar filozoflara doğru yöneldi. Marx’la aynı çizgide olmayan Marx’ın öncüllerini de; Kant’ı, Hegel’i, Nietzsche’yi okuyarak ve başka türleri okuyarak çıkmaz sokaktan kurtuldu.

.

Gittikçe genişleyen okuma yelpazesi, eserlerinde kendini gösterdi… Özellikle okuduğu ‘tür’ var mıydı?

Saydığım isimlerin yanında şairleri de okudu. Andre Breton ilk sırada gelir. Örneğin sürrealistler genelde roman sanatından hoşlanmazlar; Breton “Ben roman okumam,” derdi. O dönemde Yüksel de öyleydi. Beni, James Joyce okurken görünce gülerdi. “Bir gün sen de roman okuyacaksın” demiştim ona. Çünkü kaçınılmaz olarak, eninde sonunda okuduğunuz Nietzsche, Hegel ve diğerleri, onlar da tükeniyor okuma açısından. “Ben roman okumam” dedi ama roman okumaya başladı. Daha öncesinde Kafka’yı okuyordu tabii. Çünkü onu romancı olarak saymıyordu. Şairler başta olmak üzere, şairler derken örneğin Mayakovski, Nâzım Hikmet, Yannis Ritsos, Paul Elouard, Lorca, Güney Amerika şairlerini okudu, onları resimledi. İlerleyen yıllarda Joyce’tan Beckett’e kadar birçok ismi de okudu ve resimledi.

Geçenlerde telefonla konuşurken Robert Musil’den bahsediyordu bana. Musil’ın bir kitabını okumuş, günlük gibi bir şeylerini okuyormuş, “Müthiş bir adammış, bunu atlamışım” diyor. Musil’i resimliyormuş. Resimliyor diyorum, bunu duraksamadan söylüyorum çünkü burada bir küçümseme yok. Genel olarak ressamlarımız resimleme denildiğinde alınırlar, yani resimlemeyi illüstrasyon olarak görürler, illüstrasyonu da büyük resmin bir parçası olarak saymazlar. Her neyse, Yüksel Arslan kavramlardan yola çıkarak resimlerini oluşturan bir ressamdır. Böylelerinin sayısı çok fazla değildir. Yüksel Arslan, bu ayrıksı filozofların, ayrıksı şairlerin ve yazarların kitaplarını okuyarak ayrıksı resimler üretti. Yani Nietzsche’yi okumadan, kulaktaki bilgilerle, belki bir Nietzsche resmi yapılabilir. Ama Yüksel Arslan Nietzsche’nin kitabındaki Nietzsche’yi resmetmek istedi.

Bataille’ın kitaplarındaki Bataille’ı resmetmek istedi. Aradaki fark bu! Onun yapmış olduğu Nâzım Hikmet portresi şair Nâzım Hikmet’in portresidir ama aynı zamanda değildir. Nâzım Hikmet’in portresini çok güzel bir biçimde Avni Arbaş çizmiştir. Nâzım’a benzer o resimler, Nâzım’ın havası vardır. Ama Avni Arbaş’ın Nâzım Hikmet portrelerinde Nâzım’ın dünyasını göremezsiniz, sadece fiziki olarak Nâzım Hikmet’i görürsünüz. Yüksel Arslan’da çizdiği her şey için söylüyorum, çizdiği kişinin dünyasını görürsünüz. Bazıları çok başarılıdır bazıları değildir, en azından benim gözüm için. Mesela Beckett için yapmış olduğu resme baktığımda ben Beckett’ın dünyasını görüyorum. Kafka, mesela çok başarılıdır. Ama bazen de görmem o dünyayı.

Bu da sanırım Yüksel Arslan’ın okuma biçimiyle alakalı, öyle değil mi?

Benim gözüm için diye belirtmemin sebebi o. Gerçekten Yüksel Arslan’ın o eserin içinde nasıl dolaştığını görürsünüz yaptıklarında. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben onun nasıl okuduğuna bakmıyorum. O büyük olasılıkla Kafka’yı benim gibi okumuyor. Beckett’i benim gibi okumuyor. Kendi okuduğu gibi okuyor. Ama çok başarılı dediklerimde demek ki onun okumalarıyla benimkiler çakışıyor. Ama bir süre sonra bir tıkanıklık oldu. Yahut sürdürdüğü okumalar ona bu çalışma isteğini vermiyordu. O zaman ‘patos’a yöneldi. Zaten patoloji -her anlamıyla ruhsal ve fiziksel patolojiden bahsediyorum- Yüksel Arslan’ın her zaman ilgisini çekmiştir.

Çiçek arıyı nasıl çeker, patos da Yüksel’i öyle çekmiştir tüm hayatı boyunca. Normal bir şey ilgilendirmez Yüksel Arslan’ı. Freud’dan başlayarak onu günümüze kadar getirerek, gerek biyolojik anlamda gerek ruhsal anlamda patosla ilgili kitaplar okumaya ve onları çizmeye başladı.

Gerçekten retrospektif sergisinden de hatırlayacağımız üzere, ‘şizofreni’ ile ilgili her şey var eserlerinde. Neyin ne olduğunu hiç bilmeyene bile bir şeyler öğretir neredeyse.

Hiç o gözle bakmadım. Ama şizofreni üzerine bilgi edinmek isteyen insanlara bunlar gösterilebilir elbette. Fakat kilise resimleri gibi bir amacı yok, bilmeyen insana öğretmek gibi bir amacı yoktur kesinlikle. Nasıl çizimler bunlar? Hastanın görünümünü bazılarında verir, bazılarında ise anatomik çizimler vardır, yani nöronlarda bozukluklar vardır ve bu dışa yansımıştır hastada. Yüksel Arslan bu kitapları tıp öğrencisi gibi okur, nöronları çizmiştir orada. Sözünü ettiğiniz sergiye bir seferinde ünlü bir hekim dostumla beraber gittim. Biraz tanıyordu Yüksel’i, bir iki resmi vardı onda. Dostum, “ben onun kadar bilmiyorum nörolojiyi,” dedi.

Nietzsche’nin ünlü kitabı “Ecce Homo”nun adı geliyor aklıma. Sanki Yüksel Arslan’ın bütün yapıtları için kullanılacak başlık budur. Yani homo eroticus’tan ve homo econimus’tan geçerek patos’a kadar uzanan… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değildir” diyen o ünlü sözü evinin kapısına asmış gibi, hep bu doğrultuda çalışmış ve eser vermiştir. Kafası böyle çalışır. Hiçbir şey bu insanı irkiltmez. Örneğin şizofreni diyoruz. Hangi şizofreni? Yüz tane şizofreni var. Yüksel’e, nasıl yüz tane şizofreni olur, diyorsun, “Ben sana yapayım,” diyor, yapmaya başlıyor. Parmağıyla gösteriyor o. Şizofrenilere bakın, Yüksel Arslan’ın çizdiği şizofreni vakalarının dışında belki pek az şizofreni vakası vardır. Tipik şeyleri seçiyor ve kafasından uydurmuş değil, kitaplarda okuduğu tıp fakültelerinde okutulan kitaplarda geçen vakalardır onlar.

Hakkâri'de upuzun bir mevsim