Siyasi iktidarın, beka siyasetini seçim kampanyasının ana konularından biri haline getirmesi, iktidar ve çoğu muhalif parti arasında zaten belirsizleşmiş olan farkların biraz daha silinmesine yol açıyor. Beka siyaseti, milli çıkar olarak tarif edilen şeyler üzerinden tüm partileri bir örnek hale getirince, siyaset sadece iktidar ilişkilerinin mevcut durumunu olduğu gibi sürdürme amacına hizmet ediyor. Öyle ki, başta ana muhalefet olmak üzere birçok muhalif parti, yurtseverliği her ne pahasına olursa olsun iş başındaki hükümeti “dışarıdan” gelecek eleştirilere karşı savunmak olarak anlıyor ve uyguluyor. Durum böyle olunca, siyaset evrensel değerlerin sınamasından bağışık, kendi kendini doğrulayan bir kapalı devre sisteme dönüşüyor. Bu sistemi açabilmenin yolu, hükümet icraatları ile “milli çıkar” arasındaki ayrımı, çoğulcu ve rekabetçi bir siyasetin koşullarını oluşturacak netlikte ortaya koymaktan geçiyor. Ancak böylesi bir netliğe ulaşmayı engelleyen ve ortak siyasi akla özgü olan bazı açmazlar var. Siyaset açmaza düşünce, dişe dokunan her konu, beka mantığı üzerinden ortak çıkar alanına özgülenip statükoyu savunmanın aracına dönüştürülüyor. Bu durum, bizi siyaseti çevreleyen dogmatik ve akıl dışı eğilimin kaynağı olan yurtseverlik sorunu üzerine düşünmeye sevk ediyor.
Türkiye’de yurtseverliğin meziyetleriyle ilgili geniş bir görüş birliği var. Hatta yurtseverliği, bir insandaki karakter sağlamlığının en temel göstergesi olarak görenlerin sayısı da az değil. Ama bu görüş birliği, yurtseverliğin farklı kullanım biçimleri arasındaki ayrımı görmemizi engelliyor. Zira “yurt” ve “vatan” odaklı siyasetin, farklı tarihsel dönemlere denk düşen sorun çerçevelerine göre kazandığı çeşitli özellikler var. Esasında yurtseverliğin meziyeti olarak görülen özellikler, yurt olarak benimsenmiş topraklarla insanlar arasındaki çok yönlü ilişkiden türerler. İnsanın yaşadığı ülkeye duyduğu sevgi, onun o ülkeyle özdeşleşmesine, ülkenin refahına ve devamlılığına özel bir ilgi göstermesine yol açar. Öyle ki, son aşamada bu ilgi, insanın kendi yararını, hatta bazen kendi canını da feda etmesi noktasına varabilir. Yurtseverliğin meziyetleri, tam olarak burada, bireyin kişisel çıkar güdüsünün ötesinde duran bir bütüne bağlandığı uğrakta ortaya çıkar. Bu anlayışı bir erdem olarak benimsemiş olanların tutumu, o ülkeyi yurt edinmiş olan insanlar topluluğunun, başka bir deyişle millet veya ulusun yararınca şekillendirilir.
Bu durumda “yurt” kavramı, büyük oranda, “millet” için kullanılan bir mecaz görünümünü alıyor. Öyle ki, yurtseverlik daha en başından itibaren anlamını milliyetçilik ile olan ilişkisi içinde kazanan bir şeye dönüşüyor. Meselenin tarihsel açıdan anlamlı ve gerçekliği olan ilk biçimi burada belirginlik kazanıyor. Kavramın Türkiye’deki tarihi, bize onun evriminde ve kazandığı anlamlarda milliyetçilik bağlamının büyük önem taşıdığını gösteriyor. Siyasi hayatımızın 68 sonrası döneminde, yurtseverlik çoğunlukla milliyetçilikle karşıtlık içerisinde anlaşılmıştır. Bu yüzden milliyetçilik, özellikle solun siyasal jargonunda, yayılmacı ve saldırgan bir tahakküm öğretisini adlandırmak üzere kullanılmıştır. Oysa yurtseverlik, insanın ait olduğu topluluğun bağımsızlık ve haklarının korunması hedefine odaklanmış bir yaklaşım olarak görülmüş, savunmacı ve özgürlükçü bir siyasal tutumun adı olarak milliyetçilik karşısında konumlandırılmıştır.
Yurtseverlik anlayışının bu tarihsel bağlamı, onu farklı ulusal topluluklar arasındaki iktidar ilişkileri karşısında alınan tutum üzerinden ayırt etmeye dayalıdır. Kavramın hak mücadelesinin bir aracı olarak kazandığı önem, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen sömürgecilik karşıtı ve ırkçılık aleyhtarı hareketlere çok şey borçludur. Bağımlı ulusların sömürü ve tahakküme karşı verdiği aktif mücadeleden veya bir insanının kendi ulusunun diğerleriyle eşit saygı ve değere sahip olduğu inancından beslenen bu yaklaşım, gerçekten tarihsel açıdan çok devrimci bir işlev yerine getirmiştir. Bugün Kürt sorunu gibi meseleler söz konusu olduğunda, adı geçen bağlamın hâlâ büyük değer ve etki taşımasını da bu çerçevede anlamak gerekir. Ne var ki içinde bulunduğumuz evre, yurtseverlik ile ilgili bir başka boyutu da dikkate almamızı gerekli kılmaktadır. Eşitlik ve özgürlük talebine dayalı bir siyaset yürütme biçimi olarak yurtseverlik, belli bir ülkeye, o ülkenin yurttaşlarınca duyulan bağlılıkla dolaylı bir ilişkiye sahiptir. Çünkü bu siyaset gücünü, münhasıran yurdun kendisine duyulan sevgiden değil, adı gecen yüksek ideallere olan bağlılığından alır. Sonuçta yurtseverliği araçsallaştırır ve onda ayırt edici olan yanları görünmez kılar.
Yurtseverliğin ayırt edici özelliklerini belirlerken iki noktaya büyük dikkat göstermek gerekir. İlki, diğerleri arasında sadece bir ülkenin ve onun üzerinde yaşayan insanların özel sevgi nesnesi olarak seçildiğini akılda tutmaktır. İkincisi, büyük siyasi ideallerin, pekâlâ o ülkeyi yurt edinmemiş insanlarca da paylaşılabileceğini unutmamaktır. Bu durumun son aşamada, o insanları yurttaşı olmadıkları bir ülkenin yurtseveri olmak gibi anlamsız bir taleple karşı karşıya bırakacağı açıktır. O halde böylesi ideallerle tarif edilen bir yaklaşımın sadece koşullu olarak ve sınırlı bir şekilde yurtseverliği milliyetçilikten farklı kılabileceğini tekrar belirtmekte yarar var. Nitekim kesinlikle milliyetçi olduğundan hiç şüphe duymayacağımız bazı tutumlar da son tahlilde kendilerini bu türden büyük ideallere başvurarak doğrulamayı isterler. Mesela tipik bir Amerikan milliyetçisi, tanrının özgürlükleri Amerika’ya emanet ettiğini düşünür ve özgürlükleri yaymanın kendi ülkesinin kutsal görevi olduğuna inanır. Yine ortalama bir Türk milliyetçisi, Batılı devletleri sömürge savaşı yapmakla suçlarken, “Türklerin cihan hâkimiyeti mefkûresini” ecdadının fethettiği her yere adalet götürdüğü iddiasıyla meşru kılmaya çalışır. Burada ideallerin sadece mensup olunan topluluğa bir değer kattığı ölçüde önem taşıdığına ve başkalarının da aynı ideale sahip olmasının bir önemi olmadığına dikkat etmemiz gerekir.
Tartışmayı bu şekilde ilerlettiğimizde yurtseverliği milliyetçilik ile karşıtlaştıran bağlamın öneminin giderek azaldığını görürüz. Çünkü her ikisi de belli sınırlarla çevrelenmiş bir toprak parçasını ve onun üzerinde yaşayan sınırlı sayıdaki insanı kendi sevgilerinin asıl nesnesi olarak görürler. Bu yüzden özel bir topluluğa ait olmaktan kaynaklanan ödevler ve yükümlülüklerle ilgili tartışmaları “yurtseverlik erdemi” başlığı altında ele almanın yanlış olmadığına inanıyorum. Toparlayacak olursak, yurt sevgisi esasen idealler üzerinden değil, ait olduğunuz ülkeye ve topluluğa gösterdiğiniz sadakat üzerinden tanımlanır. Bu yönüyle, partnerimize duyulan bağlılığa, arkadaşlarımıza, ailemize veya sosyal çevremize duyduğumuz bağlılığa benzer. Söz konusu bağlılık biçimlerinin farkını şu örnekler aracılığıyla daha iyi ortaya koyabiliriz: Bir insan başka birini dürüst bulduğu için desteklediğinde ayrı, “kendi” yakını olduğu için desteklediğindeyse ayrı bir durum söz konusu olacaktır. Yine bir yetişkin bir çocuğu tatlı bulduğu için seviyorsa başka, “kendi” çocuğu olduğu için seviyorsa başka bir durum var demektir. İlk durumlarda ilginin bir değer ölçütüne veya ideale bağlı olduğunu, ikinci durumlardaysa bir aidiyet referansının devreye girdiğini görüyoruz.
Mesele sadakat olduğunda, davranışınız için ileri sürdüğünüz ilk gerekçeler ne olursa olsun, son tahlilde varacağınız yer şurası olacaktır: Seviyorum, çünkü o benim eşim, çünkü o benim arkadaşım, çünkü onlar benim ailem, çünkü orası benim ülkem… Başlangıçta kişiyi bireysel varoluşunun ötesine taşıyıp, onu adamına göre değişmeyen erdemli bir davranışın öznesi haline getiren sadakat, sonuçta bencilliği grup ölçeğinde yeniden üreten erdemsiz bir davranışa dönüşme olasılığıyla yüklüdür. Uzun sözün kısası, sadakate dayanan değerlerin altını kazıdığımızda, sonuçta mutlaka dogmatik ve akıl dışı bir çekirdeğe varırız. Yani bu gibi değerlerin hikmeti kendinden menkuldür. Bu keyfilik, vatansever edebiyatımızda örneklerine sık rastlanan ve birbiriyle çatışan sadakat biçimlerini konu alan eserlerde dramatik bir soru ortaya çıkarır: Aşk, dostluk, aile dayanışması gibi farklı bağlılık biçimleri yurtseverlik ile çatıştığında ne olacak? Yanıtı kolay gözükmese de, popüler kültür arşivinde her zaman hazır ve kolay bir yanıt bulmak mümkündür: Buna göre, vatan sevgisi, “aşktan da üstün” veya “beni seven ardımdan gelsin” denecek kadar güçlü bir çekimdir.
Şimdi Türkiye’de siyasetin kazandığı dogmatik ve akıl dışı karakter ile sadakat ahlakı arasındaki bağlantının biraz daha açık hale geldiğini umuyorum. Toplumsal hayatın en kritik meselelerinin tartışıldığı durumlarda, yurtseverlik ya yerli olma adına bizi “dışarıya” kapatarak evrensel ölçütlerle ciddi bir çatışma içine sokuyor ya da hiçbir işe yaramayacak boş ve hamasi sloganları milli olma adına tekrara mecbur ediyor. Bugünün yerli ve milli ideolojisi yabancı figürünün gayrimüslim, düşman figürününse Türk olmayan ile özdeşleştirildiği bir siyaseti hâkim kılmıştır. Bu yüzden, yurtseverliğin yeni bağlamı, artık milliyetçilikle zıtlık içinde yapılan bir iktidar eleştirisinden ötesini görmeyi gerektirmektedir. Artık mesele sınırlı ve dışlayıcı bir karakter taşıyan “yurt sevgisi”, evrensel ve kapsayıcı bir karakter taşıyan “dünya sevgisi”yle, yani kozmopolitizmle karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkacak sonucu görebilmektedir. Bu karşılaşmalar sonucunda yurtseverlik İslamcılık, ırkçılık, yabancı karşıtlığı, militarizm gibi bir dizi ideolojiyle rezonansa girmekte ve sonuçta artık adına sözcüğün gerçek anlamında yurtseverlik de denemeyecek tuhaf bileşimler ortaya çıkarmaktadır. Önümüzdeki yazılarda siyaseti sarsan dalgaların kaynağını oluşturan bu rezonansları, kozmopolit bir perspektiften ele almaya çalışacağım. Çünkü siyasetin önünün ancak Türkiye’nin evrensel insanlık değerleriyle buluştuğu zeminde açılabileceğine ve aynı dünyayı paylaşan insanlar olarak erdemli bir duruşu “insan sevgisi” üzerinden bulabileceğimize inanıyorum.