“Şikayet et” diyor biri. “Yaz, CİMER’e (?) yaz” diyor.
“Kimliğinizi verir misiniz?” Polisler konuşuyor. Bir adamın
başında. Adam lokantada eşi ve çocuğuyla yemek yiyor. Telaşlı
sesler. Gerilim var. Adam avukat. Hatay Baro Başkanı Ekrem Dönmez.
“Ben kimliğimi yazı olmadan göstermiyorum. Yazılı dayanak…” Avukat
olarak konuşmuyor, ailesiyle akşam yemeği yiyen bir yurttaş olarak
konuşuyor. Sesi, polis sesleri arasında kayboluyor.
(…)
Bir polis, otorite belirten el hareketleri eşliğinde, kendinden
çok emin, “Kimliğinizi sorma yetkim var” diyor. Var tabii. Kanunda
yazıyor. Ama şartları var bir de sormanın. Hepsi kanunda yazıyor.
Oraya geleceğiz.
(…)
POLİS=DEVLET=KANUN
Avukat, “Kimliğimi yazılı dayanak göstermeden soramazsınız”
diyor. Bir başka polis, ellerini arkasına bağlamış sıkkınca
('çattık' der gibilerinden) etrafa bakınırken avukata dönüyor,
biraz amir, biraz ağır ağabey, biraz çözüm üretici edasıyla el
hareketiyle yaklaşıyor, “Beyefendi hiç gerek yok. Akşamı rezil
etmeyelim. Sizden rica ediyorum…”
Bu sefer avukat kesiyor sözü, “Ben göstermiyorum. Siz bana o
yazıyı, dayanağı vermezseniz…” Yarı babacan yarı ağır ağabey polis,
“Biz devletiz” diyor.
Polisin kendisini devletle özdeşleştirmesi yeni vaka değil, en
çok HDP (ve selefi partilerin) milletvekilleriyle karşı karşıya
geldiklerinde söylemeyi seviyorlar bunu. Yani devlet olarak polisin
milletvekilinden üstün olduğunu zaten biliyorduk, şimdi Baro
Başkanı, kimliğini istemelerinin dayanağını yani sebebini
sorduğunda, polisin yaptığı işin sebebini/dayanağını söylemek
yerine devletle özdeş olduğunu hatırlatması, polis olarak devletin
hukuktan da üstün olduğunu öğrenmemizi sağladı. Bir daha.
Öğreniyoruz işte.
“Biz kanunsuz bir iş yapmayız.” Bu cümle, devletin kolluk memuru
ile kanunun kendisinin eşit olduğu halde bir anlam taşıyabilir.
Memurun yaptığı kanunla eşitse kanunsuz olamaz, ne yaparsa yapsın.
İçişleri Bakanı’nın da taşıdığını bildiğimiz bu fikir, devlet
görevlilerinin yargı denetimi dışında görülmesini davet eden bir
fikir. Mahkeme dediğin, yurttaşı yargılar, hiç devlet kanunsuz iş
yapar mı?
(…)
'BÖYLE BİR DAYANAK YOK Kİ'
Bir başka polis yaklaşıyor, hakimane bir edayla, net bir sesle,
“Beyefendi kimliğinizi niye vermiyorsunuz? Sebep?”
Sebeple sonucun yer değiştirdiği nokta daha güzel
sahnelenemezdi: Avukat, ailesiyle yemek yerken durdurulup kimlik
sorulmasının sebebini soruyor, kanuna dayanarak. Polis ona kimliği
niye vermediğini soruyor. “Sebep” belirtmek zorunda olan, sebep
talep ediyor.
“Yazılı dayanak istiyorum vermiyorlar.”
“Böyle bir dayanak yok ki. Yani kimliğinizi ibraz etmek
zorundasınız. Şu an suç işliyorsunuz.” Elhak doğru. Polisin
yaptığının dayanağı yok.
Kimliği ibraz zorunluluğu gerçekten de kanuni bir zorunluluk ama
polis, vatandaşın o zorunluluğu yerine getirmesi için gerekli
şartları, yine kendisinin uyması gereken şartları, “devlet olarak”
ortadan kaldırmış durumda. Polis devlet olursa, yurttaş ne olur?
Hiç. Hiç olur.
(…)
Başka bir polis giriyor kadraja, ilk üç polisin yapamadığını o
yapacak umuduyla. O da şaşkınlığını kendi üslubuyla dile getiriyor:
“Buna bir dayanak yok.” Anlaşılan bütün polisler dayanaksanız bir
iş yapıldığını biliyor, dayanak gerektirmeyecek kadar doğal bir iş
yaptıklarını düşünüyorlar çünkü. Doğallaşmış dayanaksızlık hali
bu.
Devam ediyor sahneye son giren polis: “Polis olarak bizim
yetkimiz var. Anlatabiliyor muyum?”
(…)
Avukat dediğin devletine bağlı olur, Metin Feyzioğlu gibi; fakat
Hatay Baro Başkanı yurttaş olanlardan çıktı, aslında hiç umudu
olmasa bile mesleki refleks olarak dayanaktan ne kast ettiğini
anlatmayı hedefleyen soruyu sordu:
“Şüpheli miyim?”
Polis, avukatın bildiği hukukun artık bilinmediğini çok iyi
özetliyor:
“Abicim o bizim inisiyatifimizde olan bir şey. Onlarca yüzlerce
vatandaş şüpheli olduğundan değil.”
HER AN KONTROL EDİLEN YURTTAŞ
Onlarca, yüzlerce, aslında binlerce, on binlerce, yüz binlerce
vatandaş, bu inisiyatifle aynı muameleye tabi tutuluyor. Şüpheli
olduğundan değil. “Huzur ve güven uygulamaları” denilen bu kimlik
sorma-GBT bakma rutini, aslında ne bir şüpheyle ilgili, ne de bir
başka polisiye gereklilikle bağlantılı bir iş. Emniyet Genel
Müdürlüğü’nün internet sayfasında, sadece 2020 Haziran ayında 177
bin 102 yurttaşın “kontrol edildiğini” yazıyor.
Şüphe başta olmak üzere herhangi bir polisiye gereklilikle
ilgili olsa, neden şüphelenildiğini, niçin bu işlemin yapıldığını,
işlemin hangi kanun maddesine atfen, hangi mahkeme kararıyla
yapıldığını, karar gerektirmeyen acil hal var ise onun ne olduğunu
öğrenebiliriz. Ama değil. polisin yaptığı bir iş ama polisiye
gereklilik, kanuni gereklilik ile ilgili değil.
Günlük hayatın ortasında, otobüsten inerken, vapura binerken,
köşeyi dönerken, kahvede otururken, lokantada yemek yerken, sahilde
yürürken, koşa koşa işe giderken, yorgun argın işten dönerken, her
an, her yerde (en az) iki polis tepemize dikilip kimlik
sorabiliyor. Hayatın olağan akışında olağan olmayan bir kesinti bu.
Ama olağanlaşmış sayıyoruz artık. Kanıksamışız. El yüz yıkama gibi
normal bir iş sanki. Polis de o yüzden avukata “Dayanak yok ki”
diyor. Dayanak, yani hukuk yok. İnisiyatif var. Normalde bu
işlemlerin tamamı ya yargı izniyle ya da (acil durum var diye kabul
edelim hadi) yargı denetimiyle olmalı. Normal? Eskidendi o. Yeni
normal, hukuksuz inisiyatif.
(…)
Avukat, tekrar “Şüpheli miyim” diye sorduğunda, polis
normalleşmiş anormali rahat rahat söylüyor:
“Ben umuma açık yerlerde bayram üzeri herkesi…”
Yolda, belde, lokantada durdurup kimlik sorabilirim. Avukatın
yurttaş olarak talep ettiği dayanağa gelelim şimdi:
İki “durdurma” (ve kimlik sorma) var. Biri, bir suç işleneceği
kuşkusuyla durdurma (ve kimlik sorma) işlemi yapılıyorsa bunun adı
hukuk literatüründe “önleme tedbiri”, yok suç işlendikten sonraki
bir durdurma var ise, “koruma tedbiri” deniliyor. Birincisi idari,
ikincisi adli polisiye işlem.
NE OLDU KANUNDAKİ MAKUL SEBEBE?
Peki polis, canı her çektiğinde, öyle uygun gördüğünde, durduğu
yerde bunu yapabilir mi? Yapamaz tabii ki, şartları var. En önemli
yasal dayanak, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nın 4/A
maddesi. Orada diyor ki:
“Polis, kişileri ve araçları;
a) Bir suç veya kabahatin işlenmesini önlemek,
b) Suç işlendikten sonra kaçan faillerin yakalanmasını sağlamak,
işlenen suç veya kabahatlerin faillerinin kimliklerini tespit
etmek,
c) Hakkında yakalama emri ya da zorla getirme kararı verilmiş
olan kişileri tespit etmek,
ç) Kişilerin hayatı, vücut bütünlüğü veya malvarlığı bakımından
ya da topluma yönelik mevcut veya muhtemel bir tehlikeyi
önlemek,
amacıyla durdurabilir.”
Durdurma yetkisinin kullanılabilmesi için polisin tecrübesine ve
içinde bulunulan durumdan edindiği izlenime dayanan makul
bir sebebin bulunması gerekir. Süreklilik arz
edecek, fiilî durum ve keyfilik oluşturacak şekilde durdurma işlemi
yapılamaz. Polis, durdurduğu kişiye durdurma sebebini
bildirir ve durdurma sebebine ilişkin sorular sorabilir;
kimliğini veya bulundurulması gerekli diğer belgelerin ibraz
edilmesini isteyebilir.”
Kanun böyle diyor. Peki biz neye şahit olduk? Başımıza gelen ne?
Sebep-sonuç, yetki-görev, gerekçe-işlem/karar bağı tamamen kopmuş.
Muhakeme ters çevrilmiş. Bu ne? “Devlet” olan polisin, dayanaktan
tamamen kopmuş, rutinleşmiş, kanıksanmış, normal hale gelmiş
anormal tutumunu. Bu tutum bir temel bağın daha devletin (yani
polisin, aynı şey ya) gözünde kopmuş olduğunu gösteriyor:
Yurttaşlık bağı. Hatay Baro Başkanı Ekrem Dönmez, bir yurttaş
olarak bu bağa dört elle sarıldı, polisler onu sekiz on elle alıp
götürdü. Karısı ve çocuğuyla yemek yediği sofradan. Anti-hukuk
sadece bir ailenin akşam yemeğini zehir etmek için sahne almadı,
yurttaşlığımızın onun kahvaltısı olduğunu bir kere daha
gösterdi.