Geçenlerde bir metro istasyonunda yürüyen merdivenle aşağı doğru
iniyordum. Sağ tarafta bekleme halinde olarak. Solumda birkaç adım
aşağıda bir beyefendi sabit halde duruyordu. Solda yürüyen
merdivenden hareketli bir biçimde inmek isteyen grubun en başındaki
diğer bir beyefendi sabit duran kişiye yaklaşınca sert bir biçimde
sağ kenara çekilmesini gerektiğini söyledi. Solda sabit duran ise
şöyle cevap verdi: “Acelen ne?”. İlerlemek isteyen ise buna karşı
şöyle dedi: “Ben uzun yıllar Avrupa’da yaşadım. Orada yürüyen
merdivende sağda beklenir, solda yürünür.” Buna karşılık solda
sabit duran kişi de şöyle tepki gösterdi: “Ne kadar da Batı
hayranıymışsın. Burası Türkiye.”
Bu küçük hikâye aslında Türkiye’de yaşadığımız kültürel
kitlenmenin basit, gündelik tezahürlerinden sadece biri. Gündelik
hayatımızda bunun gibi yüzlerce, binlerce örneği yaşıyor olmamız
kuvvetle muhtemel. Batıcılık/Yerlicilik ekseninde gerilmiş bir
toplumda bu ve benzeri hikâyelerin yaşanıyor olması elbette
şaşırtıcı değil.
Olaya biraz daha yakından bakıp, muhatapların söylemlerini
incelemek ilginç olabilir. İlk olarak, solda sabit olarak duran
beyefendinin durumuna bakalım. Yürüyen merdivenlerde sabit kalmak
isteyenlerin sağda, hareketli olarak devam etmek isteyenlerin ise
solda olmaları genel bir kuraldır. Kentsel kamusallıkta hayatı
kolaylaştırmanın en basit, akli ilkelerinden biridir bu. Yürüyen
merdiven bulunan bütün ortamlarda bunun böyle olması gerektiğine
dair bir ibare ilgili duvarların birinde genellikle bulunur. Bu
olayın vuku bulduğu metro istasyonda da yürüyen merdiveni
kullananların kolaylıkla görebileceği bir mesafede bunun altını
çizen bir panonun bulunduğunu belirtmek isterim. Demek ki ilk sorun
kamusal hayat tecrübesinin henüz yeterince zihniyetleşememiş
olması. Yurttaşın yurttaş sorumluluğuna yeterince sahip
olamaması.
İkinci aşama yürüyen merdivende ilerlemek isteyen yurttaşın,
kural ihlali yapan yurttaşa konuyu hatırlatma biçimi. Dikkat
ederseniz ona, kuralı ihlal ettin demiyor. Yani aslında o da kuralı
kamusal hayatı kolaylaştırıcı bir ilke olarak zihniyetleştirememiş.
Muhatabına kuralı hatırlatmıyor, Avrupa’da öyle olduğunu söylüyor.
Bu noktada Türkiye’de çok yaygın bir refleksi tespit etmek
gerekiyor. Kimileri için bu ve benzeri birçok ilke, kural doğru
olan öyle olduğu için, akli olan bu olduğu için, kamusal hayat
tecrübesi onu işaret ettiği için değil, Avrupa’da öyle olduğu için
var. Dolayısıyla aslında içselleştirilmiş, kişiselleştirilmiş
değil. Gündelik hayatımızın birçok alanında akışı ilkeler, kurallar
değil kültürel tercihler belirliyor. Bu nedenle de şikâyet eden
kişi duvardaki tabelayı göstermiyor muhatabına, kendisinin Avrupa
tecrübesine referans veriyor.
Üçüncü boyut solda hareketsiz duran yurttaşın kendini savunma
biçimi. O zaten ilkenin, kuralın zemininde yaşamıyor. Meseleyi
hemen kişiselleştiriyor. İlk tepkisi şu: Acelen ne? Yani sen bana
uy! Hatta bütün kent bana uysun! Üstelik muhatabından Avrupa
kelimesini duyunca büyük ihtimalle kültürel kimliğine bir saldırı
algılıyor ve onu Batı hayranı olmakla itham ediyor. Aslında bir
bakıma da haklı: Muhatabı gerçekten bir Batı hayranı. Ama bu gerçek
onun medeniyet dışı bir antropolojik kültüre kısılmış kalmış
olduğunu görmemizi engellemiyor.
İki kişilik bu evrende bir taraf Batıcılığı, diğeri ise
yerliciliği temsil ediyor. Birisi ilkeyi Batı’da öyle olduğu için
savunuyor, onu bizzat savunduğu, içselleştirdiği için değil.
Diğeri, onu bilmiyor, yaşamıyor, kamusal hayata dâhil bile değil.
İlke kültürel bir biçimde kendisine hatırlatılınca, kendisi de
kültürel bir refleksle karşı çıkıyor. Yani ilkeyi tanımıyor,
reddediyor. Hukuku, kamusal hayatı reddediyor. Batı’da öyle olduğu
için.
Her iki tarafta da bir kendilik belirtisi sezilmiyor. Turnusol
kâğıdı Batı. Her ikisi de ona göre pozisyon alıyor. Biri hayran
olarak, diğeri reddederek. Her ikisinde de bir dünya mefhumu yok
aslında. Genel bir insanlık anlayışı, medeniyet tasavvuru yok. Her
iki kişinin de tavırları kültürel refleksleri temel alıyor. Yazının
başında ifade ettiğim kültürel kitlenme işte tam da böyle vücut
buluyor. Aslında hayatımızın birçok alanında buna benzer kültürel
reflekslerle idare ediyoruz. Elbette, kamusallık, toplumsallık,
yurttaşlık böylesi kültürelleşmiş bir zihniyet dünyasında vuku
bulmuyor. Bunların hepsi birer etiket.
Daha geniş bir çerçevede biraz soyutlayarak düşünürsek kimileri
için medeniyet aslında Batı’nın antropolojik kültürü. İnsanlık
medeniyeti içinde kültürel renk olarak Batı’nın antropolojik
kültürü hâlâ daha belirleyici olduğu için ikisini birbirinden ayırt
etmek çok zor geliyor. Örneğin şarap içince medeni olmuyorsunuz.
Sadece, Batı’nın antropolojik kültürünün önemli bir ürününü tecrübe
etmiş oluyorsunuz. Ya da pizza, lahmacundan daha medeni değil
mesela. Sonuçta her ikisi de hamur, et ve sebzeden oluşuyor.
Lahmacun Türkiye’nin güneydoğu bölgesinin, pizza ise İtalya’nın
Sicilya yöresinin antropolojik kültürü. Pizza ABD üzerinden
küreselleştiği için “medeni” gibi gözüküyor sadece.
“Medeniyet tasavvuru” gibi büyük lafları ağızlarından düşürmeyen
bazıları için ise medeniyet aslında yerel antropolojik kültür.
Pizzaya karşı lahmacunu savunmak medeniyetçilik olmuyor,
antropolojik kültüre kapanmak, yerelliğe mahkûm kalmak,
köylülüğüyle mutlu olmak anlamına geliyor. Medeni olan ilke
Batı’dan geldi diye reddetmek aslında medeniyeti reddetmek demek
olabiliyor.
Medeniyet, ne şarap ne pizza ne de lahmacun. Medeniyet ilkeler,
kurallar, kamusallık, yurttaşlık vb. demek. Medeniyet ancak ve
ancak antropolojik kültürün medeni bir biçimde geride bırakıldığı
aşamada mümkün olabiliyor. Medeniyet, adı üzerinde şehirli bir
kamusal hayatla gündeme gelebiliyor. Medeniyet yürüyen bir
merdivende sabit kalmak istediğinizde sağa çekilmeyi
içselleştirebilmeyi gerektiriyor. İlkeyi, kuralı Batı’da öyle
olduğu için değil, sadece ilke adına savunabilmeyi içeriyor. Ancak
böylesi mümkün olduğunda medeniyete dâhil olabiliyoruz. Ona dâhil
olduğumuz andan itibaren ona katkıda bulunmaya, onu dönüştürmeye,
onu kendi antropolojik kültürümüzle zenginleştirmeye
başlayabiliyoruz.