Çocukluğumun geçtiği 70’ler Ankara'sında, “bohça hazırlama”
geleneği şimdikinden daha sadakatle uygulanan bir pratikti. En
azından benim çevremde. Bohça alışverişine, konu-komşu, çoluk-çocuk
giderdik biz. Öncesinde “kız bakmaya” da öyle cemaat halinde gitmiş
olurduk. “Çeyiz alışverişi” daha ailevi bir anane olduğundan; gelin
hanım ile annesi katıldığından ve biraz da gerilim yaşandığından,
daha mahrem sayılır, daha dar bir katılımcı kitlesiyle
gerçekleşirdi. Evden çıkmak için makul bir vesile olan bohça
alışverişi ise hamam günü kadar neşe veren bir şeydi kadınlara.
70’lerde şehir merkezi haline gelen Kızılay semti, kimi Ankara
sakini için, biraz abartarak söyleyecek olursak, bir Avrupa
başkenti kadar uzak ve erişilmezdi. Fiyatlar daha yüksek, insanlar
daha ekâbirdi. Görünmez bir sınır vardı Yenişehir’in girişinde orta
sınıftan aileler için. Hal böyle olunca, Ulus’a, Anafartalar
Çarşısı’na gidilirdi bohça alışverişine. Biz çocuklar her bohça
alışverişini coşkuyla karşılardık. Çünkü Anafartalar’da yürüyen
merdiven vardı. Bu merdiven daha faaliyete geçtiği anda cazibe
odağı olduğu için Yürüyen Merdiven olarak anılırdı çarşı. Şehrin
ikinci ama en rağbet gören yürüyen merdiveniydi buradaki. Öyle ki,
şehir dışından yatılı misafirlerimiz geldiğinde turistik gezi
kabilinden merdiven inip çıkmaya götürürdük onları. İlk zamanlar bu
“medeni taşıma aracı”na alışamayanlar ufak tefek kazalar da
geçirirlerdi. Kadınların topukları sıkışırdı mesela merdivene,
ayağını uygun basamağa denk getiremeyenler tepetaklak olurlardı,
merdivene ters yönden çıkıp başı dönenleri kahkahalar eşliğinde
izlerdik. Çarşıya gitmiş olan hemen hemen herkesin, anıya dönüşmüş
bir yürüyen merdiven macerası vardı. Ufak tefek kazalara ve
tedirginliklere rağmen, kısa sürede alışıldı bu çarşıya ve iyice
benimsendi.
1967’de açılan çarşı, o dönem için yenilik sayılan giydirme
cephesi ve kübik üslubuyla mimari bir değer arz ediyordu. Ama ona
asıl değer katan Füreya, Atilla Galatalı, Cevdet Altuğ ve Seniye
Fenmen’in duvar seramikleri ile Nuri İyem ve Arif Kaptan’ın duvar
resimleriydi. Tabii Ankara halkı genel olarak çarşının duvarlarının
sanat eseri hükmünde olduğunun farkında değildi. Önüne askılarda
kılık-kıyafetlerin sıralandığı duvarların aslında duvar olmadığı
çarşının yıkılması gündeme geldiğinde anlaşıldı. Yıkıma karşı
mücadele eden sivil toplum örgütleri, mimarlar, sanatçılar, Ankara
severler işaret ettiler bu duvarları ve onların hepimizin
çocukluğuna, gençliğine eşlik eden hikayesini. Asikeçi
inisiyatifinin “PersonaNonGrata” sergisiyle bu hikayeler daha
bir duyulur oldu.
Ankara’nın ilk alışveriş merkezi sayılabilirdi Anafartalar
Çarşısı. Çarşı açılana kadar giyim-kuşam, dekorasyon ve tuhafiye
malzemesi Çıkrıkçılar Yokuşu denilen bir yokuşun iki yanına
sıralanmış dükkanlardan yapılırdı. Özellikle harman kaldırıldığı
zaman civar köyler ve kasabalardan çiftçiler bu çarşıya akın eder,
düğün alışverişi yapar, eksiklerini tamamlarlardı. Hem Çıkrıkçılar,
hem de Anafartalar’ı içeren mücavir alanda günlük hayatı idame
ettirebilecek her türlü mal ve hizmete ulaşmak mümkündü.
Kuyumcular, halıcılar, ayakkabıcılar, lokantalar, sobacılar,
terziler ve aklınıza daha ne gelirse… Özellikle de dikiş-nakış ve
örgü için gereken her şey buradaydı. Konfeksiyon işi ürünlerin bu
kadar ucuzlayıp çeşitlenmediği o yıllarda, dikiş-nakış ve örgü ev
ekonomisini ayakta tutan faaliyetlerdi. Ve tabii ev ekonomisinden
sorumlu tutulan kadınlar için bu cenah bir arpa ambarı gibiydi.
Renk renk ve cıvıl cıvıl. Her fırsatta evden kaçıp kendini buraya
atarlardı kadınlar.

Anafartalar Çarşısı açılınca, Ulus’un müşteri kalabalığı
Çıkrıkçılar ile Anafartalar arasında pay edilmişti. Orta ve
orta-alt sınıftan aileler artık bu modern görünümlü çarşıyı tercih
ediyorlardı. Çiftçilikle geçinenler ise bir zamanların Kızılay’ını
Ulus’tan ayıran görünmez sınırlarla bu çarşıda karşılaştıklarından
olsa gerek, Çıkrıkçılar’a gitmeyi sürdürüyorlardı. Tabii
Çıkrıkçılar biraz daha ucuzdu. Anafartalar’ın esnafı da, tezgahtarı
da genelde erkekti. Alışverişlerde iç çamaşırı, kumaş, tuhafiye
malzemesi satan dükkanların tezgahları arkasındaki erkeklerin
gözleri önünde donların lastiklerine parmaklarını geçirip esneterek
kalite kontrolü yapan, saten gecelikleri ışığa tutarak inceleyen
anneleri, teyzeleri izlemek hayret vericiydi. İç çamaşırları
çamaşır ipinin en arkasına asan, otururken kibarca bacaklarını
birleştiren, “evin beyi” zili çalar çalmaz misafirliğe son verenler
aynı kadınlar mıydı? Normal hayatında yabancı bir erkeğin gözünün
içine bakmaktan imtina eden kadınlar, burada ensafla tatlı tatlı
sohbet eder, çatır çatır pazarlık yaparlardı. Herkes birbirini
adıyla bilirdi. Müdavimi olunan dükkandan başkasına gidilirse
kırgınlık bile olurdu esnafla müşteri arasında. Devamlı müşterilere
veresiye, iskonto da yapılırdı. Hazır gelmişken başka ihtiyaçlar da
karşılanır, yüncüden alınan şiş ile ipin kalınlığı yan gözle
kontrol edilir ve kadınlar birbirlerine “Kalın ip, kalın şiş, ne
kolay iş!” diye takılırlardı. Çarşıdaki işler bitince eski bakla
zincirler, burma bilezikler tanıdık kuyumcuda bozdurulur yerine
dönemin modası bir küpe veya yüzük alınırdı. Yahut kocadan gizli
“valla billah kesesi”ne atılmış üç beş kuruşla yeni bir eteklik
kumaş kestiriliverirdi Sümerbank’tan. Hal ise küçük şehirlerin
alamet-i farikası olarak, eski merkezin kalbinde yer alıyordu. Ve
akla gelebilecek her türlü yiyecek, baharat, tohum, fide vb. oradan
temin edilebilirdi. Üstü branda beziyle kaplandığından loş
koridorlara benzerdi. Bu koridorlarda kah balık, kah tavuk, kah
baharat kokularına bulanarak, çığırtkan esnafın sesiyle irkilerek
dolanır, çocuksanız kaybolmamak için büyüklerin eline sıkı sıkı
yapışırdınız. Eski Ankaralılar her şeyin en taze ve en ucuzunun
burada bulunacağına inanırlardı. İşte, Anafartalar Çarşısı şehrin
en kalabalık ve en şenlikli yerinde gururla yükseldi altın
çağında.
Son on beş-yirmi yılın doğal dokusuna dönüşmüş AVM’ler şehri
kaplamaya başladıklarında çarşıya bombalı bir saldırı yapıldı. 2007
yılıydı ve Kızılay’daki görünmez sınırlar ortadan kalkmaya
başladığı gibi, yeni uydukentler türemiş ve orada başka yaşam
tarzları hüküm sürmeye başlamıştı. Tüketim kültürü farklılaşmış,
zincir mağazalar çoğalmış ve konfeksiyon ucuzlamıştı. Ama çarşı
yaşam alanı Ulus ve çevresi olanlar için hâlâ uğrak yeriydi. İşte o
patlamada altı kişi öldü. Bunlardan biri, pavyonlarda
konsomatrislik yaparak küçük oğluna bakan bir genç kadındı. O gün
işe gitmeden önce oğluna bayramlık almak için uğramıştı çarşıya.
Cenazesinde, o küçük oğlanın tabutu sarsarak “Anne kalk hadi artık
oradan!” diye yalvarmasını ömrüm boyunca unutmayacağım. Artık
delikanlı olmuş o çocuk şimdi kim bilir nerede ve ne
durumdadır?
***
O küçük oğlanın durumu meçhul ama çarşının son on-on beş yıldaki
durumu ortada. Dükkanlar birer birer kapanıyorlar. Türedi
esnaflardan “bir milyoncular” dükkanlarının önüne yığdıkları
kalitesiz mallarını bıkkınlıkla satıyor, müşterinin yüzüne
bezginlikle bakıyorlar. Eksik dişler gibi yan yana sıralanan boş
dükkanların önünden toz ve yemek kokusu eşliğinde geçiyorsunuz.
Yeni nesil AVM’lere ve zincir mağazalara yenik düşen Ankara’nın en
eski alışveriş merkezi sonunda yıkıma teslim olacak gibi görünüyor.
Yerine yapılacak olan AVM, otel, iş merkezi, rezidans veya her
neyse bize dayatılan yeni yaşam tarzının sembolü olacak yine. İş
yapamadığı için kapanmak zorunda olan dükkanların neden iş yapamaz
hale geldiğini sorgulamak, yılanın deliğine çomak sokmak sayılacak.
Kırk yıllık dükkanlarını terk etmek zorunda kalan esnafın halinin
ne olacağı kimseyi ilgilendirmeyecek. Yıkılan çarşının arsasına
yapılacak yeni binadan kimlerin rant sağlayacağı kestirilecek ama
dillendirilmeyecek. Bir de şu olacak: Başına buyruk hafızalarımızı
harekete geçiren nişane olan mekanlardan biri daha kaybolacak.
Varlığıyla hem bizi, hem de kolektif hafızayı çocukluğuna götüren
bir zaman makinesi olan Yürüyen Merdiven durduğu zaman hafızamızın
evinden bir tuğla daha çekilmiş olacak. Sonraki kuşaklar bir
viraneyle karşılaşacaklar geçmişe bakınca.