İktidarın her yenilgiden şiddet ve baskı yöntemleri kullanarak başarıyla çıkması ezilenleri çok yordu ve umutsuzluğa sürükledi. Ve giderek bu umutsuzluğun kendisi AKP’nin temel sermayesi haline geldi. Umutsuz kitle, iktidarın emellerinin işlevsel sahasına dönüştü.
En karamsar kamuoyu araştırması bile referandumda “hayır” oyu kullanacakların oranının “evet” diyeceklerden aşağı kalmadığını gösteriyor. Buna rağmen nasıl oluyor da “hayırcılar” “evetçiler” kadar güçlerinin farkında olamıyor? Bu özgüvensizliğin “hayır diyeceğim, ama evet çıkacak” ön kabulünü yaygınlaştırdığı, mücadele azmi varsa da büyük ölçüde tahrip ettiği görülüyor.
Oysa şu an devlet imkânlarından kaynaklanan maddi üstünlük “evet” cephesinde olsa da “hayırcıların” kabullenilmiş çaresizlikten sıyrılması ve değiştirebilme gücünü idrak etmesi, Türkiye’yi pekâlâ 7 Haziran öncesine taşıyabilir. Peki bu nasıl olacak? Elbette muhalefet partilerinin pozisyonu, dili, yöntemi çok belirleyici ama tek tek bireylerin de yapabileceği şeyler var.
Bir kere “evetçilerin” bir cephe olarak varlığı, referanduma sunulacak paketin içeriğinin ikna ediciliğinden değil, iktidarın “hayırcılara” karşı işlevselleştirdiği şiddetin ve kriminalize eden söylemin “toparlayıcılığından” da kaynaklanıyor. Nitekim başbakan Binali Yıldırım “PKK, FETÖ, HDP hayır dediği için evet diyoruz” açıklamasıyla, tek dayanaklarının bu olduğunu teyit etti.
Kaos ve tüm ekonomik çöküntüyü dahi lehine kullanabilen iktidar, korkuyu ve düşman algısını hayatın her alanına yayarak bir karşı cephe oluşturulmasını engellemeyi başarıyor. Fakat gelinen noktada iktidarın korkuyu daha da derinleştirmek için yeni adımlar atmasına bile gerek kalmayabilir. Çünkü korku virüsünün bulaştığı kesimler bu duyguyu kendi içlerinde yaygınlaştırarak tam da iktidarın yapmak istediğine alet oluyor.
KORKUYU BULAŞTIRMAK
Kararlı örgütlü yapılar ve kesimler dışındaki “hayırcılar” bir araya geldiği anda birbirine çoğunlukla korkuyu bulaştırıyor. Umutsuzluk ve kötümserlik insanlara güçlerini unutturuyor. İktidar da zaten gücünü şiddet tekelinden aldığı kadar muhaliflerde korku ve umutsuzluğu hakim kılarak devşiriyor.
Değiştirme kudretine sahip olmadığını kabullenen umutsuzlarla “kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığını” düşünen umutsuzlar arasında ince bir fark var. İkinci umutsuzluk hali yeni bir eyleme dönüşebilecekken, ilki teslimiyeti beraberinde getiriyor. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların değil, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşünenlerin oranı artıyor.
Geçen gün bir arkadaş aktarıyordu: “Uluslararası gelişmeleri de çok yakından takip eden bir arkadaşım, ‘Bu dönemde mutlaka bir yerde hazır para bulundurun, tatile gidecekseniz yalnız değil, ailenizle gidin, pasaportunuzu mutlaka çantanızda bulundurun’ uyarısı yapıyor. ‘Kendinizi unutturacağınız bir sahil kasabasına, küçük yerlere gidin’ diyor.”
Bir başkası şimdiye kadar gördüklerimizin göreceklerimizin yanında küçük bir ayrıntı olarak kalacağını öne sürüyor. Başka bir arkadaş yurtdışına gitmesini sağlayacak kadar para biriktirmemiş olduğu için kendini suçluyor.
Bu arkadaşların anlattıklarının içeriği değil, birbirlerine sürekli bu korkuyu bulaştırmaları üzerine düşünmek gerekiyor. Açıkçası son zamanlarda görüştüğüm insanların çoğunluğu umuda, cesarete, değiştirme iradesine dair güçlü bir işaret vermiyor. Oysa umutsuzluk ve korku virüsünü birbirine bulaştıranlar bunun artık masum bir dertleşme değil, –kaba olacak ama– iktidar “hizmetkârlığı” olduğunu bilmeli.
Yanındakine korkuyu bulaştırınca yeni bir dayanışma alanı oluşacağını düşünenler yanılıyor olabilir. Korku virüsü yayıldıkça bir arada durma ihtimali artmaz, azalır. İnsanlar korktukça ve korkusunu yanındakine bulaştırdıkça, korku duyduğu şeyin gerçekleşmesi daha da olanaklı hale geliyor.
Terry Eagleton’ın “edimsel” umuda ilişkin değerlendirmesi de bize yol gösterebilir: “Ortada bir umut varmış gibi davranmamak, gerçekten de umut olmamasını garanti edebilir… Umut salt bir gelecek beklentisi değil, geleceğin inşasında aktif rol oynayan bir güçtür.” (İyimser Olmayan Umut, Ayrıntı Yayınları, 2016)
PATATESİ YIKAYAN MAYMUN
Express dergisinin şubat sayısının “Mutluluğun resmi” başlıklı editoryal (“Meram”) yazısında Ken Keyes’in Yüzüncü Maymun (The Hundredth Monkey) kitabından çarpıcı bir deney aktarılıyor. 1952’de Pasifik’teki Koshima adasında maymunlar üzerinde yapılan bir deney, bağlamı farklı olsa da Türkiye’de oluşturulan belirsizliğin yarattığı cesaretsizlikten çıkışın ipuçlarını veriyor.
Bilim insanları deneyi, maymunlar için kumların içine patates bırakarak yapıyor. Maymunlar ilk etapta kumlu olmasından hoşlanmadıkları halde patatesleri yiyor. Ta ki 18 aylık İmo isimli dişi maymun patatesleri su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl edene kadar. İmo patatesleri yıkamayı annesine, arkadaşlarına öğretiyor ve onlar da diğerlerine. Böylece patatesleri yıkayarak yiyen maymunların sayısı 99’u buluyor. Ancak “eski köye yeni adet”ten hoşlanmayan maymunların kahir ekseriyeti kumlu patatese talim etmeyi sürdürüyor.
Aradan altı yıl geçip de 1958’e gelindiğinde, tuhaf bir gelişme yaşanıyor ve bir sabah patatesleri yıkayanların sayısı 100’e çıkıyor. “Meram”ın devamı şöyle: “Ve o 100. maymunun katılması, o ilave ‘enerji’ bir sıçrama, bir nevi devrim yaratıyor, o günün akşamı maymunların hemen hepsi patateslerini yıkayarak yemeye başlıyor.”
EN BÜYÜK EYLEM CESARETİ BULAŞTIRMAK
İmo ile başlayan, ama altı yıl boyunca 99 maymunla sınırlı kalan keşfin kolonide bir sıçrama yaratması için 100. maymunun “eyleminin” en az ilk maymununki kadar hayati olduğunu görüyoruz. O halde herkesin “bardağı taşıracak” olan son damlayı arayıp bulması, taşıması, yoksa da var etmesi gerekiyor.
Bunun için illa sokağa çıkmak, büyük mitingler tertiplemek gerekmiyor. Mevcut olanaklar içinde en belirleyici politik “eylem” belki de yanındakine korkuyu değil cesareti bulaştırmaktır. Cesaret bir enerjidir. O enerji değiştirme iradesinin cevheridir. O cevher ortaya çıkmadan zaten kimsenin sokağa çıkmaya halinin, “hayırı” büyütmeye gücünün olmayacağı anlaşılıyor.
Kaldı ki “hayırı” büyütmenin tek yolu, şu an “evet” diyenleri yollarından döndürmek. O halde “evetçileri” karşıdaki mutlak cephe olarak görmek değil, siyasetin yapılacağı bir alan olarak değerlendirmek ve aslında “dur” deme cesaretini oraya da bulaştırmak gerekiyor. Unutmayalım ki “100. maymun” kumlu patatesleri yiyenlerin içinden çıktı.