'Yüzünde eski masalların izleri' bir kentin film festivali
Bu yazı adım adım İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’ne doğru gittiği için ve gevrek, çiğdem, cibez, boyoz filan diye sayıklamadan Antalya, Adana’dan çok önce “ulusal ilk film festivali ve yarışması İzmir’de gerçekleşti” dersem sakın şaşırmayın…
Merak etmiştim Locarno Festivalinin ünlü ‘yaz sineması’nı, gittim gördüm… Her ağustos ayında Locarno Uluslararası Film Festivali, şehrin ortasındaki Piazza Grande'yi 8.000 kişilik koltukla Avrupa'nın en büyük açık hava sinemasına dönüştürüyordu.
Böylece Locarno ‘ortasından sinema geçen kent’ olmuştu…
1946 yılı Ağustos ayıdır. Locarno’da günümüzde de hâlâ hizmet veren, görkemli Grand Hotel'in bahçesindeki az sayıda izleyici, akşam saatlerinde ağaçlar arasına yerleştirilmiş beyaz perdede O sole miofilmini görmeyi beklemektedir.
Yönetmen Giacomo Gentilomo’nun filmi 18 Eylül 1943 gecesi Napoli kırsalına paraşütle inen Özel Amerikan Servisi’nde görevli İtalyan asıllı Amerikalı bir subay-şarkıcının ve Napolililerin Nazilere karşı verdiği cesur savaşımın hikayesidir. Gerçek mekanlarda, deneyimsiz oyuncularla çekildiği için eleştirmenlerin İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı filmlerine yakın bulduğu O sole mio o akşam başlayacak Locarno Film Festivali’nin açılış filmidir. Festivalde gösterilecek on beş film arasında sonraları ünlenecek Roberto Rossellini’nin Roma, Açık Şehir, René Clair’in On Küçük Zenci, Billy Wilder’ın Çifte Tazminat, Sergei Eisenstein/Ayzenştayn’ın Korkunç İvan-Birinci Bölüm filmleri vardır. Ve o yıl Altın Leopar ödülünü René Clair’in On Küçük Zenci filmi kazanacaktır.
25 yıl sonra, Festival başkanı Raimondo Rezzonico-2002'den günümüze adına ödül veriliyor- kentin sanat dostu mimarlarından Livio Vacchini'nin kapısını çalacaktır.
“Festivali yepyeni görünümde başlatmak için bir fikre ihtiyacım vardostumVacchini,festivali büyütecek, göz kamaştırıcı bir şeye”.
Festivalin takipçisi Vacchini "Bana düşünmem için birkaç gün ver.” diyecektir. O andan başlayarak ofisinin meydana bakan odasında her gün artan gerilimiyle çözüm arayacak ve soracaktır: “Ne olabilir ki?"
Oysa yanıt pencere camının önünde durmaktadır: Piazza Grande…
Locarno’nun kalbinde ve tipik kent evleriyle, birkaç restoran-mağaza ile çevrili, Arnavut kaldırımlı, buluşma ve bazı günler pazar yeri olan ünlü ana meydan.
Kısa zamanda gerekli izinler ve elektrik idaresinden çevreyi karartma yardımı sözü vb. alınır, gösteri akşamları için meydana devasa boyutlu bir ekran, güçlü bir projeksiyon yerleştirilir. Vacchini mutludur, izleyiciler için 500 koltuğun konmasını yeterli bulacaktır, Başkan ‘2000 diye diretir’... Vacchini ‘500 koltuğu doldurursak bir mucize olur’ yanıtını verir…
İlk akşam Woody Allen’in 1969 yapımı Parayı Al ve Kaç filmi gösterilir. Yer yoktur, ayakta kalmak istemeyenlere sandalye bulmak için görevliler yakınlardaki okullara koşar…
Yılmaz Güney-Zeki Ökten’in Sürü filminin de Altın Leopar ile ödüllendiği (1979) Locarno Film Festivalinde her akşam yarışma ve yarışma dışı iki film gösteriliyordu. Visconti’nin restorasyon görmüş Senso’sunu da, Avrupa ilk gösterimi yapılan Kuzuların Sessizliği’ni de burada gördüm, sinemanın 100.yılı kutlamaları nedeniyle davet edilen yüzyılın sinemacısı Jean-Luc Godard ile yine burada tanıştım, Histoire(s) du cinéma filmini -sekiz bölüm filmin birkaç bölümünü- izledim. Bu filme Türkçe alt yazı ekleyen ve Vimeoüzerinden toplu olarak tüm bölümlere ulaşılmasını sağlayan Ümid Gurbanov “Godard kendi gördüğü kadarıyla sinemanın ne olduğunu anlatıyor. Ancak anlatmayı didaktik biçimde asla düşünmemelisiniz (…) aklına geldiği şekliyle, kimseye doğruyu anlatmak için yontmadan, bildiğini eğip bükmeden sunuyor bunu bizlere.” açıklamasını yapar…
Açık hava sineması ya da salon kuşkusuz festivalin biricik özelliği değil -Emek sineması hariç ve “Emek Yerinde Güzel”di- ve izleyiciyi sadece sanat/dünya sinemasıyla buluşturmuyor, film sanatı ile ilgilenenlere de yeni kapılar aralıyor… Uzun aradan sonra sevgili Vecdi Sayar’ın direktörlüğünde, İzmir Büyükşehir Belediyesince başlatılan İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali de müzik temalı filmler yarışmasına, müzik konulu kısa film proje yarışmasını bu amaçla ekledi.
TÜRKİYE’DEN SIKILDIĞIMDA İZMİR’E GİDERİM BEN
Yaşamımın büyük bölümü İzmir'de geçmişti, İstanbul’da sıkılınca sık olmasa da tabii ki İzmir’e gidiyorum. Bu yazıyı yazdığım günlerde bir sanat bayramı görüntüsüne dönüşecek Film ve Müzik Festivali için heyecanlı bir hazırlık içindeyim.
Festivalin bir özelliği Kültürpark içinde, akşam 21:00’den sonra, evet ‘yıldızların altında’, davet edilen filmlerin, yönetmeni oyuncularının da katılımıyla izlenebilmesi…
Bir zamanlar İzmir’in sıcak yaz akşamlarında yıldızların altındaki sinemalara ailecek koşulurdu. “Tahta sandalyelerde oturup, elimizde çiğdemler, serin gazozlar, bir hayal aleminde dolaşır belki“aşk”, belki kovboy filmleri izlenirdi saatler boyu.” (Saadet Erciyas) Ama hiç unutmuyorum Gene Kelly’nin Singing in The Rain - Yağmur Altında, Agnès Varda’nın Mutluluk, Bergman’ın Sessizlik filmini bile izlemiştim bu sinemalarda…
Bu yazı adım adım İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’ne doğru gittiği için ve gevrek, çiğdem, cibez, boyoz filan diye sayıklamadan Antalya, Adana’dan çok önce “ulusal ilk film festivali ve yarışması İzmir’de gerçekleşti” dersem sakın şaşırmayın…Yakın zamanda yitirdiğimiz sinema tarihçisi/gazeteci/ yazar Agah Özgüç’ün yardımıyla ortaya çıkardığım olayın hikayesi şöyle:
1961 yılında, ünlü İzmir Enternasyonal Fuarı günlerinde düzenlenen "Birinci Sanat Festivali”nde Fuar - Film Yarışması yapılmasına karar verilir. İstanbul'daki film şirketleri ve meslek kuruluşlarına çağrı yapılır, sekiz film başvurur.
Göze çarpan adaylardan ikisi, küçük Amerika yalanlarına inanan aynı mahalleden yedi gencin çarpıcı hikayesi Metin Erksan’ın Gecelerin Ötesi ve Gogol'unMüfettiş oyunundan izler taşıyan Atıf Yılmaz’ın şenlikli filmi Dolandırıcılar Şahı. Tartışmalı atışmalı değerlendirme sürprizlerle sonuçlanır.
İlki, Agâh Özgüç’e göre “evlendiği gece karısına sırtını dönüp uyuyan, elli yaşında sıkıntılı, garip bir yaşam süren Ali beyin hikâyesi "Denize İnen Sokak"en iyi film seçilir. İkincisi, filmin senaristi Selçuk Bakkalbaşı en başarılı yazar seçilir. Üçüncüsü tam sürprizdir: En başarılı yönetmen yoktur. En başarılı erkek oyuncu yine Denize İnen Sokak’taki rolüyle Ulvi Uraz. En başarılı kadın oyuncu Nurhan Nur, Dolandırıcılar Şahı’nda oynamıştı…
Bu kadar, çünkü ikinci kez İzmir’de festival-yarışma yapılmayacak, bu sessizlik de Antalya'nın işine yarayacaktır.
Kırk yılı aşkın süre sonra, 2001 yılında hikâyenin devamında ben varım.
İzmir Belediye Başkanı sevgili dostum Ahmet Piriştina’nın önerisiyle her yıl ağustos ayında gerçekleşmekte olan fuar günlerinde, 2001 yılındakinde “Sinema Burada” festivalini başlatıyorum. Sürpriz sırası bende, onun için “Sinema Burada” başlığına “Geçmişin ve Bugünün Türk Sineması İzmir’de”yiekliyorum.Ve 1961 yılında ödülünü alamamış ve o sıra hayatta olanNurhan Nur’u telefonla arayıp buluyor, önceki yarışmanın anısına bir ödül-plaket vermek için yaşadığı Bodrum’dan özel bir araçla aldırtıyorum… Tören akşamı gözyaşları içinde Nurhan Nur’a sarılanların listesi oldukça kalabalık: Atıf Yılmaz, Çolpan İlhan, Fikret Hakan, Hüseyin Baradan, Kadir İnanır, Necip Sarıcı, Sezer Sezin, Türker İnanoğlu, Yalçın Tura, Ülkü Erakalın…
Denize İnen Sokak filminiyse gösteremedim… Yurt içinde-dışında tüm aramalarıma karşın bulamadım, yoktu, hala kayıp…
Üniversitenin içinden başlamasını sağladığım, Güzel Sanatlar Eğitim ve Kültür Vakfı’nın da katkısıyla on bir yıl süren Uluslararası İzmir Film Festivali* sanırım dünyaya açılan pencere olmuş, izler bırakmıştır… Godard söylemişti: “Bellek sınır dışı edilemeyeceğimiz tek cennettir.”
Yazının bir festival broşürüne dönmemesi için, sadece başlangıç yılı 1990’da Zoltan Fabri'den Ağıt, Andrey Tarkovski'den Stalker, Ayna, Solaris, Andrey Rublev, François Truffaut'dan Neşeli Pazar, Franco Zeffirelli'den Otello, Oshima'dan Furyo, İngmar Bergman'dan Yüzyüze, Jean Luc Godard'dan Adı Carmen, Percy Adlon'dan Bağdat Cafe gibi filmlerin gösterildiğini, “Altın Artemis" adıyla onur ödülleri verilmeye başlandığını belirtmeliyim. Sinemanın 100. yılına rastlayan yedinci festivalde sanat dalında Lütfü Ömer Akad, sinema bilim dalında Prof. Dr. Jur. Âlim Şerif Onaran ile, farklı zamanlarda sinema araştırmacısı ve yazarı Nijat Özön, Agâh Özgüç, Nedim Otyam, Giovanni Scognamillo, Atilla Dorsay, yönetmen Ömer Kavur’la ödül sunumu nedeniyle birkaç günde olsa iyi ki birlikte olabilmiştik… Üç kez yapılan Akdeniz Ülkeleri Yarışmalı Bölümü, Kameranın Arkasında Kadın gibi bölümler, İzmir doğumlu Fransız Sinematek'ini (Cinémathèque Française) kuran ve geliştiren Henri Langlois, 37 yıllık yaşamına 35 uzun metrajlı film sığdıran Yeni Alman Sineması’nın en önemli temsilcisi Fassbinder ile ilgili sergi-belgesel gösterimleri belleğimde kalanlar.
Kaynak bulamadığımız, ne Kültür Bakanlığı ne Belediye yardımı alamadığımız günlerdi… ‘Canım yaparız’ diye, ama 20 yıl ara verilen festivale gönülsüz ‘elveda’ derken armağan olarak geride Tarih İçinde İzmir Sinemaları araştırma kitabımı bıraktım.
Zamanın adını silemediği, 1896’dan 1960’lara dek gelen her salonun kimliğini araştırdıkça, gösterdikleri filmleri, el ilanlarını vb. buldukça ‘ilk’leriyle övgüyü hak eden İzmir’de (ilk karantina, ilk demiryolu, ilk kadın eylemi, ilk borsa, ilk fuar, ilk Güzel Sanatlar Fakültesi gibi…), ilk uluslararası festival on bir yıl yaşayabilmişti.
Bir ‘ilk’ de İzmir’in sinema yaşamının başlangıcında vardı… Kitabım zaten sinema yazarlarınca sık yinelenen İstanbul-Galatasaray’daki Sponeck Birahanesi’ndeki gösterinin halka açık ilk gösteri olmadığını belgesiyle açıklayarak başlıyordu. İlk gösteri İstanbul’dan iki gün önce, 9 Aralık 1896’da, Frenk mahallesinde bulunan Apollon Salonu’nda yapılmıştı…İstanbul’daki gösteri tıpkı İzmir’de olduğu gibi Edison’un buluşu ve Atatürk
“Kinematograf/Le Cinématographe” olarak adlandırılan makineyle yapılmıştı, bilgiyi de Metin Ant The Levant Herald Gazetesi’nin 12 Aralık 1896 günlü sayısından alarak veriyordu.
Sinema salonlarının erken döneminde İzmir’deki Levanten ve Rumların elindeki Parision (Cinéma de Paris) ve Pallas (gelecekte Tayyare Sineması), Pantheon, İris, Sinema Color, Osmanlı Sinematografhanesi gibi salonların arasında biri var ki yirmi yıl kadar “Gayetle müthiş dram ya da komediler” gösteren Pathé Frère sineması. Bir yerde okumuştum, salonun ortasında patinaj pistinin varlığından söz ediyordu, “kızlar erkekler burada patinaj kayarlar ve seyirciler de hem sinema hem de patinajı izlerdi” bilgisini veriyor. Ama son yıllarında Pathé Frère sinemasının yakasına talihsizlik yapışacaktır.
Şöyle ki, 1918’li yıllardaki işletmecisi İtalyan uyruklu Garoni’dir. Ancak Mondros mütarekesinin imzalamasından sonra, taşkınlaşan Rumların, sinemaya Yunan bayrağı çekmek isteğine Garoni göğüs gerince olan olmuş, sinema kullanılmayacak kadar kötü tahrip edilmiştir. Yine de yaklaşık üç yıl, İzmir’in kurtuluşundan dört gün sonra 13 Eylül 1922’de çıkartılan büyük yangına dek ayakta kalacaktır.
Yukarıda adı geçmişti ya… Kültürpark... İşte o Kültürpark 1922’den önce, Ermeni ve Rum mahallelerinin, kiliselerin olduğu, yangından sonra enkaz yığınına dönüşmüş 2 bin 600 dönümlük alanda, adeta küllerinden doğdu… Belediye Başkanı Behçet Uz temizliği yıllar süren bu alana ne yapabileceğini düşündü.
1933’te açılan Dokuz Eylül Panayırı/Fuar alanı belki genişletilebilirdi…
İlk düşüncesi orada Türk ihtilalini anlatacak Devrim Müzesi, Ordu Müzesi, Sağlık Müzesi gibi müzeler açılabilirdi. Evet, sonuçta müzeler açıldı ama ayrıca meydanlar, havuz, lokanta, gazino, açık hava tiyatrosu, çocuk tiyatrosu, çocuk oyun alanları, tenis kortları ve açık yüzme havuzu, hayvanat bahçesi, paraşütle atlamayı öğreten bir kule yapıldı… Tüm bunlar Belediye yöneticisi ve spor yazarı Suad Yurdkoru’nun 1933 yılında Sovyetler Birliği’nde yaptığı gezide gördüğü Moskova’daki Kültürpark’tan Behçet Uz’a aktardığı bilgilerle gerçekleşecekti…
Ne ileri görüşlüdür ki Başkan Uz; “Kültürpark bir halk üniversitesi olmalı.” demişti. “Halkın nefes alacağı, çeşitli bitkileri tanıyacağı, arada bir çocuğun nasıl büyütüleceği, sağlıklı bir insanın nasıl gelişeceği gibi konular hakkında fikir sahibi olabileceği bir yer olmalı” görüşünü dile getirecekti…Çeşitli bitkilere gelince, Başkan Dr. Behçet Uz fuara çağrılı her ülkeden fidanlar istedi. Geniş ve farklı bir coğrafyadan gelen fidanlar Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) yönlendirmesiyle dikildi. (“Sinema Burada” festivalinin fuarda başladığı günlerde, Montrö Kapısı girişinde, anısına Halikarnas Balıkçısı Bitkiliği oluşturuldu.) İşte dünün Kültürparkı içinde bugün uluslararası bir festival, klimalı bir salon ve açık hava sineması, konser için açık hava tiyatrosu var.
Ama İzmir’de bir ‘olay’ var ki, yedek subay olarak katıldığı orduda kameraman olmayı başaran, Halide Edip’in ünlü Sultan Ahmet Mitingi çekimini de yapan Cemil Bey (Filmer) yaşadı. Cemil Bey soyadı yasası çıktığında kendine mesleğiyle uyumlu, hatta havalı Filmer soyadını seçecektir… Ve ‘ekmek parası için’ İzmir’e adım attığı andan itibaren hayatı değişir. Olay ise, İzmir’de işletmesini aldığı, eski adı Tan, onun koyduğu ad ile Ankara olan sinemada Mustafa Kemal Paşa’nın kadınlarla film izlemesidir.
Mustafa Kemal Paşa İktisat Kongresini yapmak için 1923 Şubat ayı öncesi kenttedir. Cemil Bey Mustafa Kemal’i Uşakizade Köşkü’nde ziyaret eder ve bazı haber-belgesel filmleri köşkün bahçesindeki uydurma perdede gösterse de pek memnun kalmaz. Mustafa Kemal Paşa’yı sinemasına davet eder…Ertesi gün sinemanın yolu Mustafa Kemal’i görmek, alkışlamak isteyen kadın-erkek-çocuk coşkulu bir kalabalıkla dolacaktır. Mustafa Kemal Paşa hazırlanan locaya girer, alt salondaki seyircilere bakar, hepsi erkektir. Cemil Filmer anlatır:
“Döndüve‘Niçin aralarında kadın yok?’dedi. Ben: Paşam sadece salı günleri yalnız kadınlara bir matine yapıyoruz dedim. Başka günler yasak. Bunu duyunca yaverine,‘Muzaffer, aşağıya in ve kadınları içeriye al’dedi. Yaver gitti ve bir süre sonra sinemanın içi tıka basa kadın doldu. Türkiye’de ilk olarak orada Ankara Sineması’nda kadınlar ve erkekler, Atatürk’le bir arada film seyrettiler. Kadınlar, kendisine dönüp ve çılgınca alkışlamaya başlamışlardı. O gün çok heyecanlı, coşkulu bir gün olmuştu. Film gösterisi bittikten sonra yine aynıcoşkun tezahürat arasında Ankara Sineması’ndan çıkarak arabalarına bindiler ve ayrıldılar.”**
Mustafa Kemal Ankara Sineması’nda hangi filmleri izlemiştir?
Şarloİdama Mahkûm ve Cephe filmleri. Cemil Beyi’in katıla katıla güldüğünü ve çok zevk aldığını belirttiği Şarloİdama Mahkûm, Mustafa Kemal’in isteğiyle ikinci kez gösterilir. (Ankara Sinemasını birkaç yıl önce gördüğümde yıkık binanın altında spotçu dükkânı vardı.)
İzmir’in düş şatolarının hikayeleri bitmez…
Onlardan biri Elhamra (bugün İzmir Devlet Opera ve Bale’si mekânı), diğeri hem yaz günlerinde film izlemeyi kolaylaştıran, hem havalandırmayı sağlayan, raylar üzerine oturan çatısı elektrik motoruyla açılan Yıldız Sineması (Sinema Müzesi olması planlandı, umutla bekliyoruz) …
Her ikisi için de anlatacaklarımı bir başka yazıya sakladım.
Bu yazının asıl mesajıysa çok açık: “yüzünde eski masalların izleri”(Hüseyin Yurttaş) bu kentin sinema tutkunları Kültürpark’a -salonlara- koşsun… İzmir’de film ve müzik festivali 10 Haziran'da başladı!
İzmir’in Enginar Dolması
(Annem yapsın diye mevsimini beklerdik)
6 enginar (dolmalık)
200 gr kıyma
1çay bardağı zeytinyağı
6 yemek kaşığı pirinç
2 adet domates
Birkaç daldereotu
Birkaç dal taze nane
Birkaç dal maydanoz
Yarım demet yeşil soğan
1 yemek kaşığı salça
1 limonun suyu
1çay kaşığı toz şeker
Tuz
Karabiber
Enginarların sap kısmını kesin, yapraklarını koparmadan, iç kısımlarını -tüylü yeri- kaşıkla alın. Kararmaması için limonlu suda bir süre bekletin.
İç harcı için, kıymayı, ince doğradığınız soğanı, yıkayıp süzdüğünüz pirinci bir kaba alın ve üzerine zeytinyağı, rendelediğiniz domates, salça, ince kıydığınız dereotu, nane, maydanoz, limon suyu, toz şeker, tuz ve karabiberi ekleyin, karıştırın. Enginarları dış yapraklardan başlayarak harçla doldurarak su ekleyip, tencerenin kapağını kapatarak kısık ateşte 40-45 dakika pişirin.
*Uluslararası İzmir Film Festivali adını ve hatta ödül heykelini kullanan yenilerdeki festival, eskinin devamı değildir.
**Cemil Filmer, Hatıralar, Emek Matbaacılık, İstanbul 1984