Z-Raporu

14 ve 28 Mayıs seçimlerinde, Cumhuriyetin son 50-60 yılında ortaya çıkmış olan keyfiyet rejimi, onun söylemi ve demografisini oluşturan taşralılık ve bu ilişkilerin inşa ettiği sadakat toplumu ile bu sadakat kültürünü ilga edip yerine büyük harflerle YASA’yı tesis etmeye çalışan iki eğilim çarpıştı ve maalesef yasa değil töre, modern hukuk değil taşra epiği kazandı.

Osman Özarslan osmanozarslan@gmail.com

Seçim AKP’nin ana gövdesini oluşturduğu milliyetçi-muhafazakar iktidar bloğu tarafından yaklaşık yüzde 4.3’lük bir puan farkıyla kazanıldı.

Bu durum, haliyle seçimin kazanılmasını garanti gören Millet İttifakı bloğunda büyük bir şok yarattı ve sonuçların yarattığı depresyon iki temel söylem yarattı. Bir yanda 12 Eylül Anayasa oylamasına halkın yüzde 92 oranında evet oyu kullanmasının ardından gelişen, “boklarında boğulsunlar, dönüp bakarsam insan değilim” sinizmi, bir yanda da seçimlerde alınan önemli mağlubiyeti, “Suriyeliler, oy çalma” vb. yi de içeren komplo teorileri üzerinden gören dışsallaştırma teorisyenleri.

Bana göre bu iki okuma biçimi de siyasal olmadığı gibi daha da kötüsü duygusal ve doktriner.

Bana göre bu sonuçların Türkiye’nin son 50 yılı ile ilişkili yapısal, ülkenin kent-kır ayrımına dayanan demografik yapısı bakımından sosyolojik ve AKP’nin inşa ettiği rejimin toplumun bütün katmanlarına sızabilen sofistikeliği bakımından ontolojik bağlamları var.

Öncelikle yapısal olanlarla ilgili birkaç kelam etmek gerekirse, bugün yaşadığımız her şeyin Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesi, NATO’ya giriş ve MİT’in 1950’lerde örgütlemiş olduğu gayri-nizami tertibatın 12 Mart ile birlikte yalnızca paramiliter olarak kalmaktan ziyade, giderek siyasallaşması, bürokratikleşmesi ve mafyalaşması ile yakından alakası var. Bu süreci istersek 70’lerden itibaren hayatımızın bir parçası olan Kanun Hükmünde Kararnameler, gene aynı yıllardan itibaren hayatımıza giren siyasal/bürokratik mafya babaları ve giderek artan cezasızlık dosyaları ve her geçen gün artan yasayı askıya alma girişimleri üzerinden takip edebiliriz.

Ki, geride bıraktığımız iki turda bizzat bu iktidar tarafından hazırlanmış olan seçim kanununun ve yaklaşık 100 yıllık seçim teamüllerinin tamamının ayaklar altına alınmış olması bahsettiğimiz tarihsel yapının yalnızca bir sonucudur.

Bu yapısal ilişki elbette belirli bir demografi ile simbiyotik bir ilişki içinde. Seçim sonuçları bize gösterdi ki, Cumhur İttifakı’nın en büyük kozu halen Türkiye’nin demografik yapısı. Büyük kentlerin merkezleri ve büyük ilçeler genel olarak seküler eğilimli; kıyı şeridine doğru gittikçe bu eğilim daha da güçleniyor. Fakat burada merkezi olarak ortaya çıkmış olan solak-seküler eğilim, bu merkezlerin taşrası tarafından ve çok iyi organize olmuş Orta Anadolu ve Karadeniz taşrasının küçük şehirlerinin milliyetçi-muhafazakar eğilimleri tarafından absorbe ediliyor.

12 Mart’tan önce, Karadeniz ve Orta Anadolu’da güçlü solak nüveler ya da eğilimler barındıran Konya, Kayseri, Trabzon gibi kentler, artık tümüyle milliyetçi muhafazakar merkezin direnç, tahkim ve ikmal mevzilerine dönüşmüş durumdalar. Dahası 12 Eylül ve sonrası süreçte, aynı zamanda taşraya, bürokrasi ve eğitim üzerinden, taşırma yöntemi ile milliyetçi-muhafazakar mayayı aktarmakla görevli olan Konya, Erzurum, Elazığ, Isparta, Kütahya gibi odaklar, doğuda örgütlenmiş Merkezi Kürt muhalefetine karşı ve sahil şeridinde yaşam tarzı üzerinde örgütlenmiş seküler solak tahayyüle karşı, bütün Orta Anadolu’yu ve Karadeniz hattını ellerindeki fasci baltaları ile Spartanın Phalanx birliklerinin kalkanlarının altında toplamış durumdalar.

Tarihsel yapı ile demografik hareketlilik arasındaki bu ilişki elbette belirli bir söylem üretiyor. Başka türlü söylersek, demografik-siyasi taşralılaşma siyasi söylemin bizzat kendisinin de taşra tarafından teslim alınmasını getiriyor. Örneğin, AKP’nin kurulduğu 2001 yılını ve seçimleri kazandığı 2002 ve takip eden ilk 10 yılını hatta MHP üzerinden derin devlete tümüyle havlu attığı 15 Temmuz Darbe girişimine kadarki süreci düşünelim. AKP söylemsel olarak bize bir elitler hikayesi anlatsa da, eninde sonunda söylem, duruş ve siyasal program itibariyle varoşlardan merkeze yürümeye çalışan kentli muhafazakar bir hareketti. Kasımpaşa’dan Beyoğlu’na, Sincan’dan Kızılay’a doğru… Ya da bizzat İstanbul Başakşehir örneğinde olduğu gibi, kendi kentli gettoları üzerinden, kendi kimliklerini inşa etmeye dönük pek çok girişim.

Ve tüm bu grift yapının mütemadiyen iç-işleri ile dış-işlerini sıklıkla birbirinin yerine kullanılabilir hale getirmesi.  Üstelik bu ikame modelinin, tam bir fiyat-performans diplomasisi olması… MHP’nin otantizmine içkin paramiliter unsurların taşra AKP’si ile buluşması (elbette bir takım akçeli hesaplar) ve aylak kuzenin zaten hep çaktıkları AB müktesebatının yıldırıcı külliyatı sınavı yerine, hovardalık ve maceraperestlik vaadleriyle dolu bir Avrasyacılık üzerinden, Ortadoğu’nun pratik/pragmatik güç-iktidar oyunlarına doğru at sürmeleri….  Tam da bu yüzden, kendi kuruluş kodlarında var olan bütün potansiyeli Ahmet Çiğdem hocanın deyimiyle, bir tür Taşra Epiği’ne dönüşmeye harcayan bir ittifak ya da siyasi simyagerlik.

Bu demografik ve yapısal eğilimler, elbette AKP elitinin, onun tek kişilik dev kadrosunun sahip olduğu devlet cihazının derin ve sığ yerlerinin marifetiyle kamilen çalışan ve toplumun bütün katmanlarına sızabilen bir iktidar tertibatı yarattı. Bu tertibatın kalbinde, Bourdieu’nun deyimiyle, yapı-ile fail arasında ontolojik bir iş birliği/suçbirliği var.

Dostoyevski’nin dediği gibi en büyük ortaklık suç ortaklığı.

Artık bir abaküse dönmüş olan ihale kanunundan, 5’li çetenin bir türlü bitmeyen vergi aflarına; bir türlü uyulmayan ÇED raporlarından, AİHM kararlarına ve dikkate alınmayan sayıştay raporlarından; seçime ayarlı imar aflarına kadar bu tertibatı döndüren büyük dişliler var. Öte yandan, biraz daha mikro baktığımızda aşağıda daha az kompleks olmayan bir ilişkiler ağı var.

Tevellüdü uygun olanların hatırlayacağı üzere, AKP iktidara geldiğinde, devleti ve bürokrasiyi küçülteceğiz iddiası ile geldi. Bu iddianın bir benzerini, başkanlık sistemine geçişte de dinledik, neo-liberal sistemin ihtiyaç duyduğu süratin ve kararlılığın bir sureti olarak tek adam rejimi. Fakat gelinen noktada bizzat AKP iktidarı tarafından ikiye katlanmış bir kamu istihdamı ile karşı karşıyayız, öyle ki günümüzde her 6 istihdamdan birisi kamu. 2003 yılında kamu 2.187 bin. 2013'te yaklaşık 2.500 bin, 2023 itibariyle 5 milyona yaklaşmış durumda Gezi sonrası yaşanan kamplaşma ve AKP’nin giderek bir tek adam rejimine doğru dümeni kırmasının ardından kamu istihdamı günümüz itibariyle 5 milyon sınırlarına dayanmış durumda. Tüm işe alımların mülakatla ve genelde seçimlerden hemen önce yapıldığı düşünülürse, dahası işe alımların ardından, tayinlerden nöbet çizelgesine, kadro-kıdem işlerinden döner sermaye gibi ek gelirlerden faydalanmaya kadar içeride büyük bir hamili kart enflasyonu var. Elbette bu hamilik meselesine eşlik eden yerli-milli söyleme sadakat etrafında belirlenen (15 Temmuz’da Neredeydin?) bir sistem.

İş bulmanın, mesaide rahat etmenin, kıdem almanın, ihale almanın, gri/yeşil pasaport almanın, sosyal yardım almanın yolu AKP-MHP bloğuna intisap etmek. Dolayısıyla, aslında bireysel olarak kurtuluşmuş gibi görünen ama total bir toplumsal yok oluş demek olan bu tercih, Türkiye gibi çalışma ile arası çok iyi olmayan ve her vesile ile “Avrupa icadı yapar biz hilesini icad ederiz” diye övünen bir toplum için elbette biçilmiş kaftan.

Devletin kadrolu-taşeron bütün birimlerini içeren bu sadakat sistemini, kaymakamlık mütevelli heyetlerinden muhtarlıklara, sosyal yardımlaşma üzerinden yoksul kadınlara, diyanet/camiler üzerinden merdiven altı-üstü tarikatlara, parti binaları üzerinden işsiz gençlere, parti elitleri üzerinden 5’li Çete’nin değişik çap ve markadaki (tercihen Karadeniz yapısı) taklitlerine kadar genişletebiliriz.

Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun merkezi söylemini liyakat, yasa, hukuk, adalet gibi daha tarafsız bir yere inşa edeceğini söylemesi elbette AKP’nin son 20 yılına katkı sunduğu 12 Mart-12 Eylül toplumunda büyük bir panik yarattı. Ben kendi adıma, birkaç ergen dışında kimsenin CHPKK söylemi üzerinden Millet İttifakı’na tavır aldığını düşünmüyorum. Burada söz konusu olan şey, Millet İttifakı’nın kazanması durumunda ilga edileceği taahhüt edilen sadakat toplumunun, reis ile girişmiş olduğu ontolojik suç ortaklığına ilişkin ayrıcalıklar ve paranoyaların, Ayasofya, bayrak, ezan, iha-siha, seccade, başörtüsü, vatan-millet gibi kimi semboller üzerinden iyice tahkim edilmesi ve tetiklenmesinden başka bir şey değildi.

Buraya kadar söylediklerimi toparlamaya çalışırsam, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde, Cumhuriyetin son 50-60 yılında ortaya çıkmış olan keyfiyet rejimi, onun söylemi ve demografisini oluşturan taşralılık ve bu ilişkilerin inşa ettiği sadakat toplumu ile bu sadakat kültürünü ilga edip yerine büyük harflerle YASA’yı tesis etmeye çalışan iki eğilim çarpıştı ve maalesef yasa değil töre, modern hukuk değil taşra epiği kazandı.

Buradan çıkışın yolu ise “boklarında boğulsunlar” sinizmi olmadığı gibi kendisi mezarda fikirleri hala hizip peşinde Deniz Baykal’ın “bunlar bu ekonomiyle 6 ay bile götüremezler” kendiliğindenciliği de değildir.

Mezarlıkta ıslık çalmak, yoksulları tahkir etmek, tuzum kuru'culuk oynamak, barbarları beklemek de seçenekler arasında ama siyasal değil. İnsanlık tarihinin bize gösterdiği bir şey varsa, dünyayı değiştirmenin siyasallaşmak dışında neredeyse başka bir yolu yok.

Tüm yazılarını göster