Zafer Şenocak: Edebiyat sınırları aşmaktır

Zafer Şenocak ile edebiyat üzerine konuştuk. Şenocak, "Kanımca edebiyat rahatsız da etmeli. Ben edebiyatta hep biraz asi olmayı bir dürtü olarak hissettim" dedi.

Abone ol

DUVAR - Zafer Şenocak, 1961 yılında Ankara’da doğdu. Çocukluğu Münih ve İstanbul’da geçti, Münih Üniversitesi’nde Alman dili ve edebiyatı ile politika ve felsefe eğitimi aldı. 1990 yılından beri Berlin’de yaşayan yazar, sık sık bursiyer ve üniversitelerde konuk öğretim üyesi olarak ABD ve Kanada’da bulunuyor.

Şenocak'ın çeşitli burs ve ödüllere değer görülen yazarın eserleri çok sayıda dile çevrildi. Almancadan Türkçeye çevrilen bazı kitapları: 'Tehlikeli Akrabalık', (roman) 'Taşa ve Kemiğe Yazılıdır' (şiir), 'Atletli Adam' (öykü), 'Gençlik Ayinleri' (şiir).

Şenocak özellikle şiiri Türkçede de kaleme alan iki dilli bir yazar. Önemli iki romanını da yine Türkçe yazdı: 'Alman Terbiyesi' ve 'Köşk' adlı bu romanlar Alef Yayınevi tarafından basıldı, bunlar Almancaya da çevrildi. Türkçe şiirlerinin geçen yıl Almanca ve çok yakın zamanda da İngilizce çevirileri basıldı.

Zafer Şenocak ile edebiyat üzerine konuştuk.

İki dil arasında gidip gelen, diller arasında gidip gelen bir yazar ve şair var karşımızda. Sorum şu: Zafer Şenocak’ı Türkçe ya da Almanca yazmaya iten şey ne ya da şöyle sorayım hangi dilde yazacağına nasıl karar verir bir şair? Karar vermekle mi olur bu?

Aslında yazarı fazla ilgilendiren bir soru değil bu çünkü mesela Türkçe ya da Almanca derken bunları birer ulusal dil olarak algılıyoruz. Türkiye'nin ana dili Türkçedir, Almanya'nın Almanca, Fransa’nın Fransızcadır gibi… Ve bunu da edebiyata uyguluyoruz. Ama edebiyat bu şekilde oluşmuyor, edebiyat dil içinde bir dille oluşuyor, belki dilin arkasında başka bir dil aracılığıyla. Bende izlerini bırakmış olan geçmişin dili var. Bu geçmiş iki dilde yaşandı ve ben bunu silmedim. Bunu silmek geçmişimi silmek anlamına gelecekti. Yani sonuçta çok da bilinçli bir şekilde bu diller arasında faaliyette bulunmuyorum. Bazı metinleri Almanca bazılarını Türkçe yazıyorum. 

İlk Işık, Zafer Şenocak, 52 syf., Alef Yayınevi, 2016.

'EDEBİYAT RAHATSIZ DA ETMELİ'

Bu konuyla ilgili şöyle bir tespitim var: Edebiyata şiirle başladınız ve şiir yazmaya da devam ediyorsunuz ama aynı zamanda deneme yazarısınız, çok sayıda roman kaleme aldınız ama deneme türünü sadece Almancada kaleme aldığınızı görüyorum. Tıpkı 'Deutschsein' yani 'Alman olmak' ya da 'Das Fremde das in jedem wohnt' yani 'Herkesin içindeki Yabancı' ya da 'In deinen Worten' yani 'Senin Sözlerinle' adlı babaya seslenen oto-fiktif eseriniz gibi. Bunlar Almanya’da çok yankı bulan, son derece edebi metinler de.

Evet, bunlar edebi metinler ama kurgusal metinler değil. Fiction dediğimiz kurgusal metinler başka bir şey… Hayali metinlerdeki gerçeklik farklı oluyor çünkü. Ki buna belli ölçüde roman da dahildir - belli ölçüde diyorum çünkü romanlar büyük ölçüde böyle yazılmıyor, daha çok deneme tarzında oluyorlar. Çünkü romanda bir hikaye anlatılıyor: Figürler vardır ama aslında dil mantığı deneme mantığındaki gibi rasyonel ve bir gerçekliği yansıtırlar. Yani romanda daha ziyade birinin gerçekliği ya da hayatın gerçekliği anlatılmaktadır. Tabii gerçekliğin içinde başka bir gerçeklik anlatan romanlar da var: Mesela Borges'in ya da Proust’un kitaplarında görürsünüz bunu. Ben kendi metinlerimi de bu kategoride görüyorum. Yani bende de gerçeklik arkası bir gerçeklik var ve bunlar farklı dillerde ortaya çıkabiliyor. Bunu böyle anlatıyorum uzun uzun, çünkü hakikaten bugünlerde göç meseleleri çok revaçta ve göç deneyimleri eşliğinde farklı kültürler ulusal veya uluslararası konular olarak ele alınabiliyor. Aidiyet konuları da böyle… Bunlar sınırlarla görülebiliyor. Oysa edebiyat sınırları aşmaktır. Ama sınırları aştığınızda da anlaşılmazlığa doğru gidebilirsiniz. Anlaşılmazlık da rahatsız edici olabilir. Kanımca edebiyat rahatsız da etmeli. Ben edebiyatta hep biraz asi olmayı bir dürtü olarak hissettim.

Edebiyat piyasasına adım attığım dönemlerde sizin seçme şiirlerinizi de Türkçeye çevirdim, bunlar 'Taşa ve Kemiğe Yazılıdır' adıyla İyi Şeyler Yayınları etiketiyle basıldı. Çeviri sırasında şöyle bir kanaate vardığımı biliyorum: Şiirler Türkçeye çok müsait ya da şöyle diyelim yeni dilde yerlerini yadırgamıyorlar. Bunun böyle olmasının bir nedeni de acaba geleneksel Türk şiiriyle ilgileniyor olmanız mı? Mesela çok sevdiğim bir şiiriniz var ki bu şiiri Almancadan Türkçeye Yüksel Özoğuz tarafından çevrilip Yapı Kredi Yayınları’nda basılan Gençlik Ayinleri kitabından alıntıladım: "Sanırım keder acıya dönüştü ve biz hissetmedik / Sanırım neşe coşkuya dönüştü ve biz hissetmedik / Sallanırken içimizdeki salıncakta haykırdı kalbimizin sirenleri / Sanırım dikenli bir çalılıktı içimizde yanan ve biz hissetmedik."

Bu şiirde tabii ki Divan şiirinin sesi var. Belki biraz bu yönü sana geleneksel şiiri hatırlatıyor. Doğrudur, böyle şiirlerim var. Ama zaten içimdeki izler bunlar. Bu izler de aslında kitaplardan, seslerden, tonaliteden oluşuyor. Müzik var orada, ses var ve bunlar kaynağını çok farklı yerlerden alıyorlar. O farklı farklı yerlerden gelen etkileşimlerin toplamından oluşmaya başlıyor yazmak. Bütünlüklü olmayan, parça parça oluşumların getirdiği bir dil bu aslında. Buna hibrit diyenler var ama ben bu terimi kullanmıyorum çünkü bu da bizi yine bir bütünlüğe doğru götürüyor.

Tabii çok genç yaşta Yunus Emre’nin şiirlerini Almancaya çeviren kişisiniz. Sizdeki geleneksel Türk şiiri tortusunu araştırırken aklıma Yunus Emre de geliyor.

Evet, çok gençtim bu işi üstlendiğimde, başta yapamayacağımı düşündüm. Ama böylesi bir çeviriyi yaptığıma sonradan çok memnun oldum çünkü hakikaten orada kendimi keşfettim.

'YUNUS EMRE'NİN O SESİ GEÇMİŞİME BİR YOLCULUKTU'

Yunus Emre sizin için bir iç yolculuktu aynı zamanda, değil mi?

Yunus Emre'nin o sesi geçmişime bir yolculuktu gerçekten de. Kitaplarla çevrili bir ortamda büyüdüm ben. Annem neredeyse Cumhuriyet'le yaşıt, öğretmen ve seküler bir ortamda yetişmiş. Babamsa daha geleneksel bir aile ortamından gelen ve bir dönem İslam mecmuası çıkarmış biri. Böyle farklı kültürlerin birlikteliğinden oluşan bir ortamda yetiştim ve bu ortamdan faydalandım. Edebiyatımın malzemesini bu ortama borçluyum.

'ROMAN BENCE ŞİİRİN KARŞISINDA DURAN BİR TÜR'

Evet, tasavvufun ve İslam felsefesinin de önemli konularınızdan olduğunu biliyorum. Üstelik sadece şiirde değil deneme, roman ve öykülerinizde de inanç ve İslam sizi meşgul ediyor. Özellikle Müslüman babaya seslenişin felsefi metni sayılan, neredeyse bir roman olarak da okunan 'In deinen Worten' (Senin Sözlerinle) adlı kitabınız geliyor aklıma. Kitapta şiirin sizde nasıl oluştuğunu da anlatıyorsunuz.

Bu kitap edebiyatımın tam merkezinde duruyor. Çünkü ben şiirden romana geçerken bir açılım da yaptım: Şiirin çözülmüş dilini bir şekilde romana taşımaya çalıştım. Tabii romandaki rasyonalitenin şiirden çok farklı olduğunu da böylece yazarak anladım. Roman bence şiirin karşısında duran bir tür. Yani şiirle roman hiçbir zaman buluşamıyor. Aslında bunlar birbirine düşman iki tür. Çünkü roman bir şekilde insanın hayatını algılamaya, kişileri, karakterleri, ortamları tanıtmaya çalışıyor; şiirse bunu çözüyor. Romanda toplumu, insanları, ilişkileri anlatıyorsun. Bu haliyle de roman denemeye çok yakın, denemenin hikaye türü ve rasyonel. Bence edebiyatta roman, dili ehlileştirme sürecidir, şiirse bunun tam tersi.

Kendi yazı mitosunuz ya da şöyle diyelim, ilham kaynağınız konusunda şöyle bir ifadeniz var: Erosun merkez tren istasyonu. Sizin metinlerinizdeki Eros‘un sanki aynı zamanda dinle ya da inançla da bir bağlantısı var gibi.

Evet erkek kimliği, din, şiddet ve iktidar… Böyle bir dörtgen kurabiliriz. Yani bunların birbiriyle bağlantısını sorguluyorum - ki birbirleriyle çok bağlantılı kavramlar bunlar, tarih boyunca böyleymiş ve bizler bugün de bir şekilde bunun sıkıntısını çekiyoruz. İçimizde yaşıyoruz bunu, erkek olarak da yaşıyoruz. Ben de bunları kitaplarımda bir şekilde işlemeye çalıştım ve işlemeye de devam ediyorum.

Yani bir şekilde erkeklik krizini anlatıyorsunuz.

Bu krizi zaten şiirle yazmaya başlamıştım. Şiirden düz yazıya geçerken, özellikle 'Atletli Adam' kitabında yer alan öyküleri yazarken ana sorunsalım buydu. Ama kitaplarımda teoloji meselelerini tartışmıyorum Allah var mı yok mu gibi sorularla ilgilenmiyorum. Beni ilgilendiren inancın ve dini söylemlerinin insanlar üzerindeki etkisi. Ben nereden haz alıyorum? Nereden iticilik duygusuna kapılıyorum ve nasıl bir şey içinden geçerek iktidar kuruyorum. İktidar kuruyor muyum yoksa onu elden vermek bana zevk mi veriyor? Buradaki çeşitli yapıları eros yani cinsellik içinde incelerken dini söylemlerle karşılaşıyorum. Yani cinsellikle din konusunu birleştirmek tesadüfi bir şey değil bende.

Atletli Adam, Zafer Şenocak, 126 syf., Kabalcı Yayınevi, 2007.

Zafer Şenocak’ın edebiyatını tek bir kavramda tanımlamak zorunda olsam herhalde hibridite, diğer bir deyişle melezlik derdim. Hem metnin biçimi hem de figürlerin kendileri hibrit kişiliklerdir çoğu kez. Hem kültürel hem de cinsel kimlikler açısından melezlik önemli bir yer tutar edebiyatınızda. Aslında bence bunlar bugünkü kuşağın meşgul olduğu, yeni yeni merkezine aldığı konular. Ne dersiniz?

Hibrit kavramına kendi adıma neden eleştirel bakıyor ve belki bugünkü ortama da biraz mesafeli duruyorum? Çünkü hep bir bütünlükten hareket ediliyor. Mesela erkeklik sanki bir bütün ve tammış da bugün o bütün kırılıyormuş gibi konuşuluyor. Halbuki bu bir toplumsal tanımlama ve bunun insanın iç dünyasıyla pek bir ilgisi yok.

Bence bu konular en bariz şekilde 'Atletli Adam' adlı ilk öykü kitabınızda yer alıyor.

Cinselliğin, tutkunun yani arzunun özünde barındırdığı hakimiyet, iktidar biçimleri, şiddet unsuru çok naif bir şeymiş gibi gösteriliyor, yani tarih boyunca insanlara bir aşk hikâyesi anlatıldı, anlatılıyor. Cinsellikte böylesi bir aşk da var elbette ama aynı zamanda çok sert bir şiddet de var. Şiddeti içeren cinsellik pek kabul edilmez, edilmek istenmez ama gerçekte bu ikisi yan yana ve iç içedir. Ben tam bu noktada dinle, özellikle İslam inancıyla, dinin kendini ifade etme biçimiyle bir paralellik kuruyorum: Bir yanda çok yumuşak ve müşfik, yer yer melankolik bir dil ama öte yandan sert ve adeta kılıç gibi kesen bir üslup. Yani affedici ve cezalandırıcı Tanrı bir arada.

Bu söyleşi yazar Menekşe Toprak’ın hazırlayıp sunduğu iki dilli "LitVers - Edebiyat Söyleşileri" projesi kapsamında yapılmış olup tamamı podcast olarak yayınlanmıştır.

Podcast söyleşilerinin yayınlandığı sayfalar:

www.litvers.com
LitVers - YouTube
LitVers | Podcast on Spotify