Zafer Yörük: Üniversiteden atıldığımı finans-kapitalden öğrendim!

Dr. Zafer Yörük üniversiteden nasıl uzaklaştırıldığını anlattı: Kredi kartı borcum olan bankalardan uyarı mailleri almaya başlayınca anladım ki sözleşmem yenilenmemiş ve bu durum çalıştığım üniversite tarafından şahsıma tebliğ edilmek yerine YÖK’e ve finans-kapital çevrelerine bildirilmiş.

Abone ol

İZMİR - İzmir Ticaret Odası’nda bu ay yapılan seçimlerle, 26 yıllık Ekrem Demirtaş yönetimi sona erdi. Oda’nın 'en prestijli yatırımı' olarak görülen İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde ise yönetime kimin geleceği merak konusu. Barış İçin Akademisyenler arasında bulunan ve dokuz yıldır bu üniversitede akademik faaliyet yürüten Dr. Zafer Yörük, yakın zamanda İletişim Fakültesi’ndeki işinden çıkarıldı. Barış imzacısı olma “suçundan” yargılamalar sürerken, son aşamaya gelen doçentlik başvurusunun kaydı da YÖK tarafından silinmişti. Dr. Yörük kendi deneyimi ve yaşadıklarının yanında İzmir siyasetinde, iş dünyasında ve üniversite camiasında yaşananlar üzerine izlenim ve yorumlarını paylaştı.

Kendisinin anlattıklarına geçmeden önce söylediklerini İzmir Ekonomi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. F. N. Can Şımga-Muğan'a sormak istediğimizi ancak kendisine telefonla ulaşma girişimimizin yanıtsız kaldığını belirtelim. Rektörlük sekreterliğinden bize 'konunun kendisine iletileceği' söylenmesine rağmen Muğan'dan henüz bir yanıt gelmedi.

İzmir Ekonomi Üniversitesi'ndeki görevinizden nasıl ayrılmak zorunda kaldınız?

Vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenler devlet memuru değil işçi statüsünde olduklarından KHK ile atılmaları gerçekleştirilemiyor. Bu durumda, birkaç özel üniversite patronunun işgüzarlığı müstesna, devlet tarafından işten çıkarılması talep edilen akademisyenlerin sözleşme sürelerinin dolması bekleniyor ve sonra da sözleşmeleri yenilenmiyor.

Yani sizin de sözleşmeniz mi yenilenmedi?

Evet, aslında ben yurtdışında ücretsiz izinli sayılma başvurusunda bulunmuştum. Yurtdışında bulunup üniversitedeki kadrosunu koruyan birçok çalışma arkadaşım var. Ama bana hiçbir yanıt verilmedi. Bunun yerine, Şubat sonu itibarıyla YÖKSİS bir e-mail göndererek beni sistemlerinden çıkardığı bilgisini iletti. Daha önce aynı müessese, bana doçentlik başvurumun sistemlerinden çıkarıldığını da bildirmişti ve o durum da basında yer almıştı. Ardından, kredi kartı vb. borcum olan bankalardan uyarı mailleri almaya başlayınca anladım ki sözleşmem yenilenmemiş ve bu durum çalıştığım üniversite tarafından şahsıma tebliğ edilmek yerine YÖK’e ve finans-kapital çevrelerine bildirilmiş. Daniel Guerin’in meşhur kitabını getirdi bunlar aklıma: Faşizm ve Büyük Sermaye. Okumadıysanız tavsiye ederim. İşte böyle, biraz “yumuşak iniş” misali bir işten çıkarılma oldu benimkisi. O nedenle bana da çok trajik/politik gelen bir hikâye olmadığından pek dillendirilecek bir yanını göremedim. Belki de meselenin tek trajik/politik yanı kıdem tazminatını ödetme süreci olacak. Çünkü henüz ödenmesi yönünde herhangi bir jest görmüş değilim.

Bir yanda ödenmemiş kredi borçlarınız, öte yanda ödenmeyen kıdem tazminatınız… Zor bir dönemden geçiyor olmalısınız?

Mağdur edebiyatının sosyalistlere yakışmadığını düşünüyorum; hele şahsi mağduriyet hiç yakışmıyor. O nedenle öncelikle dizimi kırıp kendi haklarımı arayacağım. İşten çıkarılmam yolundaki kararı alanlar, bugün OHAL koşullarında bana açıklama yapmama lüksünü yaşıyor olabilirler. Bir gün bu kararın hukuki gerekçelerini izah etme zorunluluğu anlamında hesap vereceklerdir. Ama bir yandan “o günü” beklerken hemen bu günden itibaren de ödenmemiş maaş ve ödeneklerimi, kıdem tazminatımı vb. tahsil etmek için uğraşacağım. Güvencesiz sözleşmelerle akademisyenlik mesleğini taşeron işçiliğe, bilim mekânlarını amele kahvesine çevirmeye çalışan zihniyetin her zaman karşısında oldum ve bu duruşumun ne kadar haklı olduğunu şimdi kıdem tazminatı için bile hukuki mücadele vermek zorunda kalan bir bilim emekçisi olarak daha berrak görüyorum.

Bu çerçevede bir de işverenin kim olduğu sorusu gündeme geliyor. İTO başkanlık seçimi ile birlikte İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin yönetimi de değişiyor. Bu nasıl bir değişim sizce?

Kayıkçı kavgası başlamış bulunuyor. Eski yönetim, koltuğu bırakmaya niyetli değil; İTO’dan bağımsız bir vakıf olduğu iddiasıyla yeni yönetime üniversiteyi devretmemeye uğraşıyor. Fakat yeni gelen ekip de buranın mütevelli heyetini ve akademik kadrosunu yeniden yapılandırmakta kararlı görünüyor. Ne de olsa büyük pasta. Öte yandan AKP/MHP ittifakının aldığı erken genel seçim kararı, bir süre için de olsa Ekrem Demirtaş ekibine yarayacak gibi gözüküyor. Çünkü Özgener, genel seçim sonuçları ortaya çıkıncaya kadar hamleler yapamayacak durumda. Çalışanların önemli bölümü için ise ne “mütevelli heyeti” ne de akademik yönetim kadrosu olarak rektör, dekanlar, bölüm başkanları vb. önemli. Önemli olan “patron”.

Yani İEU’yu İTO başkanı mı yönetir diyorsunuz?

İTO başkanı ya da “vakıf” başkanı. Fark etmez. Ve sanırım bu İEU’ya özgü değil. Bütün ticari üniversitelerin (vakıf üniversiteleri) başında yatırımı yapmış ve karşılığını bekleyen bir patron mevcuttur. Çünkü bu yapılar, kâr amacı güden dükkânlardır esasen ve patron işin başında durmadıkça birilerinin kendisi yerine o kârları alacağını çok iyi bildiğinden kasanın başından ayrılmaz.

Ama öte yandan kanunda vakıf üniversitelerinin kâr amacı gütmeyen eğitim kurumları olduğu yazılı…

Evet, ama bu üniversitelerin ticari işletmeler olduğu ve kâr-zarar hesabına göre fakülte kapatıp fakülte kurdukları herkesin malûmu. Bize yöneltilen soru, “akademik kaliteyi nasıl yükseltiriz?”, “ülkenin eğitimli kadro ihtiyacına nasıl katkıda bulunuruz?” falan olmadı hiçbir zaman. “Daha fazla müşteri nasıl gelir?”; “Fakülteni ya da bölümünü daha iyi nasıl pazarlarsın?” temel soru budur. Oysa vakıf sahiden vakıf olsa taşra esnafı misali günlük ciroyu değil uzun vadeli, kamu yararına yatırımı düşünürdü öncelikle.

Tıp fakültesi hastanesi inşaat alanı...

Uzun ya da orta vadeli yatırımlar yapıldığı inkar edilemez. İşte Güzelbahçe Kampüsü ve Termal’in yanında inşa edilmekte olan tıp fakültesi hastanesi…

İkisinin de ekolojik felâket anlamına geldiğini belirterek başlayayım. O alanlarda yapılaşmanın doğaya ve topluma maliyeti çok büyük. Termalin yanı başında gözlerimizin önünde ormanlık alan katliamı gerçekleşti. Yüzyıllık ağaçlar kesilerek devasa bir beton yığını inşa ediliyor. Nasıl ruhsat veriliyor, nasıl izin alınıyor bu tür yapılaşmaya bilmiyorum. Güzelbahçe’yi şimdilik paranteze alalım ve Balçova yerleşkesinin haline bakalım. 2001’de genişçe bir yeşil alan içinde konumlu tek binalık (eski otel/kumarhane binası) bir arazi Ekonomi Üniversitesi olarak faaliyete başlamış. O alan üzerine, o günden bu güne tam altı tane devasa bina inşa edildi. Başlangıçta sportif faaliyetler için ayrılmış alanlar da sekiz katlı beton kalelere dönüştürüldü. Okul değil şantiye alanı… Bırakın yürüyüp gezinmeyi, inşaat gürültüsünden ders yapacak bir köşe bucak arar haldeyiz yıllardır. Bu zihniyet inşaata doymuyor. Olabildiğince sıkışık nizamda, olabildiğince yüksek ve çirkin beton bloklar inşa etme peşinde. Üniversite batarsa apartman dairesi ya da ofis olarak satarız mantığıyla çalışıyor sanırım. Balçova yerleşkesi içinde sistematik olarak ağaç kesiliyor ve yeni inşaatlar için alan açılıyor. İşte bu nedenle Güzelbahçe yerleşke alanının da ekolojik bir felaket tehdidi taşıdığından kimsenin kuşkusu yok. Yönetim değişikliğinin bu zihniyette bir değişime yol açacağını beklemek ise naiflik olur. Çünkü Mahmut Özgener ve ekibi AKP eğilimli olarak biliniyor ve AKP deyince ilk aklımıza gelen “Dubaileşme hamlesi” yani fallik beton yığınlarıdır.

Bu söylediklerinizden, patronun önemli olduğu ama sonuçta işleyen bir sistem olduğu için patronun şahsiyetinin öneminin de sınırları olduğu sonucu çıkıyor.

Evet, aynen öyle. Yakın zamanda, Demirtaş’ın rolünü Özgener’in oynamaya başlaması muhtemeldir. Bilimsel kaliteyi artırmak, uluslararası standartları gözetmek, sempozyum ve konferans organizasyonlarını teşvik etmek vb. yerine “Ekrem Bey kontenjanları dolduramadık diye çok kızdı” hezeyanıyla oradan oraya koşuşturan dekanlar, her fon kısıntısına ya da hak ihlalini “ama Ekrem Bey böyle istiyor” cümlesiyle meşrulaştıran bölüm başkanları, rektör yardımcıları vb. şimdi artık 'Ekrem' yerine 'Mahmut' demeye ağızlarını alıştırmak durumundalar. Bunu yapmak için de Einstein olmaya gerek yok. Esas sorun da burada zaten. Akademik kadro, patrona biat etmeyi prensip haline getirmişse patronun da elinden geleni ardına koymamasının yolu açılmış demektir.

.

Yönetim meselesi dışında, İEU ve genel olarak özel üniversitelerde eğitim hakkında izlenimleriniz ne?

Genel olarak vakıf üniversiteleri üzerine konuşmak gerekirse, buraların üniversite giriş sınavını kazanacak düzeyde olmayan zengin çocuklarına para karşılığı diploma veren kâr motivasyonlu işletmeler olduğunu gözlemledim. Bu nedenle varlıkları evrensel academia açısından sorunlu olduğu gibi, meşruiyetleri de her zaman sorgu altındadır. Eğitimde fırsat eşitliği ve liyakat ilkesine karşı, toplumun bilimsel potansiyelini geliştirici değil piyasa baskılarıyla köstekleyici bir duruşları vardır. İlk özel üniversitenin, akademik özgürlüklerin kasabı İhsan Doğramacı tarafından 12 Eylül cuntasının sağladığı teşviklerle kurulmuş olması zaten sakat bir doğuma işaret eder. Sonra da aynı minvalde devam etmiş olması şaşırtıcı değildir. Hiç olmamaları ehvendir.

Ama bu yapıları ortadan kaldırmak yerine, kamuya devirlerini sağlayarak üniversite eğitimine hak kazanmış daha fazla gencin eğitimi için hizmet vermeye devam etmeleri tercih edilir. Tabii bunun için de istihdamda üniversite diploması zorunluluğunu ortadan kaldırmak gerekiyor. Yani eskiden meslek liselerinin gördüğü işlev, zamanımızda bu özel üniversiteler tarafından görülmektedir. Bizim üniversitede örneğin, aşçılık haydi ne ise de hemşirelik, hastabakıcılık, ilk yardım vb. alanlarda yüksek okul diploması verilmektedir ya da yakın zamanda verilirse hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Bunlar üniversitelerin yapacağı işler değil. Çocukluğumuzda mahalledeki ağabeyler, “liseyi bitirmek lazım, askerde yazıcı ya da çavuş oluruz; fazla dayak yemeyiz” derlerdi. Lise mezunu, tahsilli ve meslek sahibi olma potansiyeline sahip bir şahıs olarak görülürdü. Eğitim kalitesizleşip test geçme ölçütüne indirgendikçe lise üzerine söylenenler üniversite üzerine konuşulmaya başlandı. Yakında benzin istasyonunda pompacı olmak için yüksek tahsil şartı aranan bir toplum haline gelebiliriz. İEU’yu da bu çerçeve dışında değerlendirmek imkânsız.

Yani sizin eleştirel bakışınız ve rahatsızlığınız barış imzası ile başlamadı, daha gerilere mi dayanıyor?

Evet, tabii ki onca yıl çalıştığım müessese hakkında fikirlerimin bir gün ansızın ortaya çıktığı iddiasında bulunursam inandırıcı olmaz. Rahatsızlığım, bu pazarlamacı mentalitenin akademik birikimi nasıl esir almış olduğunu gözlemlediğimde başladı. Sonra okulun giriş kapılarına “güvenlik” gerekçesiyle turnikeler kondu ve kart basarak girmeye başladık. Bir süre sonra bekleneceği üzere bu kart basma işi de kontrol mekanizmasına dönüştü. Böylelikle, derslerinde iş hukuku, işçi hakları tarihi, vb. anlatan akademisyenler 19. yüzyıl maden ocağında çalışan amele durumuna düşmüş oldular. İtiraz eden olmadı.

Bir de Ekonomi Üniversitesi’nin dersleri kamera ile izleme sistemi var galiba?

Hiç sormayın, birkaç yıl önce tuhaf bir uygulama dayatıldı: Panopto. Bu sistem, derslerde konuşulan ve yapılan her şeyi kameralar ve ses dinleme cihazlarıyla kayıt altına alıyor. Milyon dolarlık bir yatırım bize bir eğitim atılımı falan diye sunuldu fakat müthiş bir kontrol ve gözetleme mekanizması olduğu adından da anlaşılıyor zaten. Derslerimi kimin izlediği konusunda o günden bu yana önemli kuşkularım var. Bu sisteme defalarca, açıkça itiraz etmemize rağmen “Ekrem Bey böyle istiyor; arada sen de kayıt yapıver” gibi telkinlerle durum içinden çıkılmaz bir hale getirildi. Tabii bu durumlarda esas sorun, derslerinde Foucault’nunPanopticon Sistemi eleştirisini anlatan doçentlerin, profesörlerin panopto kameralarını açmaktan dolayı hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermemeleri idi. O zamana kadar çalışma arkadaşlarımın yurtdışında doktora yapmış ve en azından liberal kültürü içselleştirmiş insanlardan oluştuğunu düşünmekteydim. Ama hepsi 'Big Brother'a biat etti.

Peki, Barış imzasından sonra yaşananlar?

Bize bir disiplin soruşturması açıldı. Ülke genelinde bütün barış akademisyenlerine aynı sorular soruluyordu. Soruları soran da doğal olarak bir akademisyendi. Eline tutuşturulan soruları bize yöneltmekte hiçbir usulsüzlük görmedi. Ben bu tür şahısların mangalda kül bırakmayan Kemalist/laikçi oldukları zamanı da biliyorum. Bana, “Bu bildiriyi okuyarak mı yoksa okumadan mı imzaladınız?” şeklinde ilk sorusunu yöneltti. Ben de “Acaba siz önünüze konulan soruları okuyarak mı yoksa okumadan mı bu soruşturmacı işine talip oldunuz?” diye yanıtladım. Sonra her sorduğu soruyu, “Bu soruyu bir meslektaşınıza sormaya utanmıyor musunuz?” biçiminde yanıtladım. Diğer imzacı arkadaşlarım gibi uyarı cezası aldım. Sonra öğrendim ki bu soruşturmacı şahıs, kendisine hakaret ettiğim gerekçesiyle şikâyette bulunmuş. Bir de bu nedenle disiplin cezası aldım. O günlerden bu güne idare mahkemesi her iki cezayı da usul yönünden inceleyerek kaldırdı. O soruları bana soran profesör ise patronla kim bilir hangi nedenle yolları ayrı düştüğünden üniversiteden ihraç edildi.

Nerede şimdi?

Bilmiyorum ama bizden atılanlar genelde Yaşar Üniversitesi’nde ya da olmazsa Kıbrıs’taki üniversitelerden birinde iş buluyorlar. O da öyle yapmıştır diye düşünüyorum.

Barış imzasından bu yana başka izlenimleriniz oldu mu?

Evet, bir tanesi izolasyon ve bunu dile getirmiştim zaten. Yani çalışma arkadaşlarım, ki sorarsanız hepsi “solcu”, beni fakültenin koridorunda gördüklerinde ofislerine saklanıyorlardı. Eskiden aynı masada oturup öğle yemeği sohbeti yaptığım insanlar yemekhanede karşılaştığımızda görmezden gelmeye başladılar. Bir de tabii Mülkiye ve Ankara İletişim’de cübbeleri polis postalları ile çiğnenen meslektaşlarımızın çoğu, benden çok bizim fakülte kadrosunun okul arkadaşları idi. Hiçbir tepki göstermemelerine ne demeli bilemiyorum. Aynı biçimde şehrimizde, Ege Üniversitesi’nde yaşanan KHK ihraçlarında, sonrasında Dokuz Eylül’de açığa almalarda bu olaylar hiç yaşanmamış gibi davranmaya özen gösterdiler. Oysa İzmir’de bilim denilince akla gelebilecek isimlerin tümü bir kıyımın kurbanı olmaktaydı. Özetle akademi biat etmez dedik ama etti. Etmeyenler işinden atıldı. Atılmayanlar, omurgasızlıklarını teşhir etmiş oldular.

Peki, şimdi işsiz kaldınız. Siz de mi Kıbrıs’a gidiyorsunuz?

Yok, ben sosyalistim. KKTC’de çalışmak ilkelerime aykırı. Zaten barış akademisyenlerine konulan ambargo orada da geçerlidir muhtemelen. Su akar, elbette yatağını bulur.