Zalimin zulmü, mazlumun medyası
Tarih akıyor…Ve bugüne dek bize her zaman egemenlerin istediği şekilde akmadığını da gösterdi. Çünkü insanlar haksızlık karşısında itiraz eder. Kimi kendisine yapılana, kimi bütün haksızlıklara...
Mustafa Horuş
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca’nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin
Kar altındadır.
Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı” şiirinin yukarıda yer alan küçük bir kısmı; büyük şairin diğer pek çok şiirinde olduğu gibi yazdıklarından çok daha fazlasını anlatıyor. Karlı bir Ankara gününde kaçıncı kez olduğunu bilmeden, bu dizeleri kendi sesinden yeniden dinlerken, Ankara’nın bir sokağından başlayıp Paris sokaklarına oradan Granada’ya uzanan bir ufku zihnimde aydınlatıyordu. Üstelik dünyanın herhangi bir yerinde insanların başına gelen olayların benzerliğini, bununla birlikte pek çok açıdan duyguların aynılığını gözümün önüne seriyordu.
1834 yılında Kral Louis-Philippe’in Cumhuriyet karşıtı baskıları artırması Fransa’nın büyük kentlerindeki cumhuriyetçileri ve tabii ki Parisli cumhuriyetçileri sokağa dökmüştü. Cumhuriyetçiler, barikatlar kurarak sokak sokak çatışıyorlardı. Askerler halka sert ve öfkeli bir şekilde saldırıyorlardı. Bu çatışmaların birinde nereden geldiği belli olmayan bir kurşun Kral’ın askerlerinden birine isabet edip, ölümüne sebep oldu. Bu duruma daha fazla öfkelenen askerler ertesi gün çok daha sert bir şekilde saldırdılar. Ellerinde hiçbir kanıt yoktu ama kurşunun, askerin vurulduğu sokaktaki 12 numaralı binadan geldiğini söyleyip içeriye girdiler. Kapısını kırdıkları evde bulunan yaşlı, kadın ve çocuklar dahil binanın tüm sakinlerini acımasız bir şekilde katlettiler. Binanın bulunduğu sokağın adı Trans-nonain’dı.
Olayın buraya kadarki kısmı dünya tarihindeki diğer katliamlarla çok benzer bir hikâyeydi. Ceberrut bir güç kendisinden zayıf gördüğü her şeyi yok ediyordu. Bunu yaparken sağ kalanlara korku vererek geleceği de kuruyordu bir yandan. Lakin işin gidişatı küçük bir müdahale ile farklı bir boyut kazanmaya başladı. Katliamın gerçekleştiği gün gazeteci olarak orada bulunan heykeltraş ve ressam Honoré Daumier gördüğü dehşeti taşbaskı olarak işleyip Paris’in sokaklarında insanlara sergilemeye başlamıştı bile. Taşbaskı üzerinde, öldürülen işçi, onun hemen altında cansız olarak yatan bebek ve iki yanda yer alan yaşlı kadın ve erkek cesetleri vardı. Görüntünün dehşeti pek çok Fransızın öfkesinin monarşiye yönelmesine sebep oldu. İnsanların öfkesinden çekinen Kral, askerlerine taşbaskının tüm kopyalarını bulup yok etmeleri talimatını vermişti. Çoğunu da yok ettiler, ancak taşbaskının yarattığı etki artık bir kireç taşının üzerinde değil, onu gören insanların zihinlerindeydi. Fısıltı halinde Paris’in yoksul mahallerinde dilden dile geziyordu. Görünürde hayat olağan akışında devam ediyordu. Öfke herkesin gözü önünde birikiyordu, ama ortaya çıkmıyordu. Belki de yağan karın altındaydı ve baharı bekliyordu.
Güçlü olan güçsüze, çoğunluk azınlığa, egemen olan olmayana, elinde sopa olan sopasıza, silahı olan silahsıza şiddet uygulamaktan çekinmez, hatta kendi iktidarını pekiştirmenin bir fırsatı olarak görür. Bu akıl, bunu sadece bir güç gösterisi olarak yapmaz. Kendisine benzemeyen, farklı düşünen ve bu düşüncesini eyleme döken her insana karşı şiddet uygulayarak ideolojik bir savaş da verir. Tıpkı İspanya İç Savaşı sırasında Granada’dan ayrılmayan Federico Garcia Lorca’yı bilinmeyen bir yere götürüp katleden Franco’nun falanjist askerlerinin yaptığı gibi. Faşizme karşı meşru Cumhuriyetçi hükümetten yana açık tavır alan, etkisi kendi ülkesinin sınırlarını aşan bu büyük sanatçının sesini kısmak istediler. Ancak susturmaya çalıştıkları kişi ardında onlarca şiir, tiyatro oyunu ve besteler bırakmış bir sanatçıydı. Eserleri ölümünün ardından daha fazla insana ulaştı ve hâlâ okunmaya, oynanmaya, çalınmaya devam ediyor. Tarih, bu kez karşımıza taşbaskı yerine sözcükleri, oyunları ve notaları çıkarıyordu. Kar altında olma sırası Lorca’nın eserlerindeydi. Endülüs’teki evinin balkonunda önüne boylu boyunca serilen portakal ağaçlarının hissettirdikleri üzerinden kaleme aldığı şiirin duygusu tüm dünyaya yayılıyordu.
Olaylar farklı olsa da, duyguların benzerliği bizi dünyanın herhangi bir yerinde haksızlığa uğramış insanlarla yan yana getirebilir. Zalimin gücü karşısında haklılığa yaslanan öfke muazzam bir enerji barındırabilir. Belki birikmesi yıllarca sürer ama, tarihin bir yerinde öyle ya da böyle ortaya çıkar. Sıradan bir insanın olağan bir gününde maruz kaldığı şiddet yadsınamaz. En azından zihninde bir fotoğraf gibi anlık görüntüler kalır. Bunlar; işe giderken karşısına çıkan bir insanın yüzü, yaşadığı küçücük bir olay, televizyonda gördüğü bir görüntü olabileceği gibi önemli toplumsal olayların anlık bir görüntüsü de olabilir.
Yaşadığımız coğrafyada sadece aklımızda yer etmiş görüntüleri bir düşünelim. Kaldırımda yüzüstü yatan Hrant Dink, Halepçe’de torununa sarılmış halde yatan dede, öldü zannedilip çöp konteynerinin yanına atılan Gazi mahalleli kadın, itfaiye aracının merdivenlerinden inmeye çalışan Aziz Nesin, Gezi Parkı’nda yüzüne gaz sıkılan kırmızılı kadın, sıra sıra tabutlarla taşınan Roboskililer, Ankara Garı’nın önünde üzeri bayrak ve flamalarla örtülmüş halde yatan insanlar ve daha pek çok imge zihnimizin bir yerinde duruyor… Birikiyor…
Erich Fromm, Sağlıklı Toplum kitabında “Bütünüyle uluslar ya da bu ulusların içindeki topluluklar, uzun süre baskı altında tutulabilir, sömürülebilirler, ama gene de tepki gösterirler. Ya tepkisizlikle ya da öylesine büyük bir zekâ, girişim ve yeti yoksunluğu göstererek tepkide bulunurlar ki, yöneticilerine yararlı olacak biçimde çalışamazlar artık. Ya da öylesine büyük bir nefret ve yıkıcılıkla tepkide bulunurlar ki hem kendilerinin, hem yöneticilerinin, hem de düzenin sonu demek olur bu.” der. Bunun ne zaman gerçekleşeceğini kestirebilmek güç. Bir gün olacağını bilmek ise umut verici.
Tarih akıyor…Ve bugüne dek bize her zaman egemenlerin istediği şekilde akmadığını da gösterdi. Çünkü insanlar haksızlık karşısında itiraz eder. Kimi sadece kendisine yapılana, kimi bütün haksızlıklara… Kimi sessizce zihnine yazar olanları, kimi gücü yettiğince itiraz eder, kimi ise tek başına direnir. Firavun’a karşı Musa, Roma’ya karşı Spartaküs, Hızır Paşa’ya karşı Pir Sultan Abdal, İspanyol sömürgecilere karşı Jose Marti… Bazen kişiler sembol olur, bazen mekânlar.
Kral Louis-Philippe, Daumier’in taşbaskısı yüzünden devrilmedi ama, gidişatı etkiledi bu. Zira Trans-nonain sokağının sembol bir yer haline gelmesi, egemen güce, bu duruma müdahale etmesi gerekliliğini dayattı. Onlar da kendilerinden yüzlerce yıl sonra bile iktidara gelen gerici hükümetlerin de yapacağı gibi ‘müthiş’ bir şey yaptılar. Sokağın adını değiştirdiler. Böylece insanların zihninde yer eden algıyı değiştireceklerini düşündüler. Gözden kaçırdıkları bir gerçek vardı; zihinlerde yer eden şey sokağın adı değil, sokakta yaşanan katliamdı. Hafıza, belediyenin sokak kayıtlarında değil insanların kafasının içindeydi. Bugün Trans-nonain sokağı, Beaubourg sokağı olarak biliniyor. Ancak daha önceleri Paris’te sokak adları binaların dış cephesinin bir kenarına kazınarak yazıldığı için Trans-nonain adı, orada, o yeni tabelanın altında durmaya devam ediyor. Bugün kar altındadır ama, belki de baharı bekliyordur...