Binlerce hektarlık orman ve sayısız canlının yok oluşuna, bir kundakçının kanaati doğrultusunda maruz kalan Marmaris yangını, gece veya gündüz görüşlü kravatlı yetkililerin 7/24 atıştırdığı güzellik önlemleriyle, iyisiyle kötüsüyle önceki gün kontrol altına alındı.
Bunlar yaşanırken Adalet Bakanı da, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın sırf ağaçlara değil, ölen hayvanlara da mal ettiği bu tür yangınların ortaya çıkardığı vahşi suçlara karşı devreye sokulabilecek idam cezalarına yönelik fikirlerine arka çıktığını beyan etmekteydi.
Aynı zaman diliminde, yine bambaşka yok oluşlara zemin edilerek dünyayı çıkarlarıyla döndüren ‘birleşmiş milletler’in avaz avaz kapıya dayanan devasa bir gıda krizine gönderme ve uyarı yaptığı Rusya-Ukrayna krizi, tüm sinsi ve ölümcül sabrıyla devam ediyordu.
Avrupa Birliği’ne mensup medeni ülkelerde ise, dibinde faşizmin ve mal güvenliğin fokurdadığı nihilist cinnetin eşiğine gelen birey ve dahi bürokratlar, kamusal alanlarda birbirlerine ve haklarına kıyıyor, birbirlerini en adli yollarla sınır dışı etmeye, ya da iş başa düştü mü bunu kendi kendilerine yapmaya kalkışıyordu. Yine, kadınların kürtaj hakları ise, dünyaya adalet ve demokrasi dersi vermekle geçinen ülkelerde on yıllar sonra dahi askıya alınıyor, veya 100 kişiye 120 silahın düştüğü bu ülkelerde bireysel silahlanmanın yasallaşması, tüm iki yüzlülüğü ve çarpıcılığıyla dünya gündemini belirlemeyi sürdürüyordu.
Hal böyle iken, kendi çok kültürlü mimari ve kültürel dokusuna karşı da sürekli kapitalist ve politik bir tacize maruz kalan İstanbul Tophane semtindeki DEPO İstanbul’da, 12 Mayıs’tan 8 Temmuz’a dek, tam da anlatmaya çalıştığımız bu çarpık, metruk, dünyanın imgesel, kavramsal ve etik, ekolojik yapı sökümüne girişen dobra bir sergi devam ediyor.
Hakan Topal’a ait ‘Canlıların Geçici Meclisi’ isimli bu sergi, DEPO İstanbul’a can veren Anadolu Kültür’ün kurucularından, Yönetim Kurulu Bakanı Osman Kavala’nın dört buçuk senedir süren haksız tutukluluğu neticesinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldığı, yine aynı kuruma mensup Yiğit Ali Ekmekçi, Ali Hakan Altınay ve Mine Özerden ile, danışmanlarından Çiğdem Mater’in ve Taksim Dayanışması’ndan Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve Can Atalay’a verilen hapis ve tutuklamaların da adalet, demokrasi ve sivil toplum kavramlarını yeniden düşünmemize dramatik ve acil biçimde vesile olduğu günlerde izlenmesiyle de anlamını pekiştiriyor.
49’ncu Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil eden, 8. İstanbul Bienali’ne katılan Topal, daha benim sinema-tv öğrenimim esnasında hocam olan sevgili Güven İncirlioğlu ve o yıllarda daha yeni yeni tıkladığımız İnternet vesilesiyle tanıdığım ‘xurban_kolektifi' (2000-2012) üzerinden, görsel, teorik ve muhalif pratiğine şahitlik edip, güncel bir birikim ve keşif atlasına kapıldığım bir isim.
Sanatçı, eleştirmen ve akademisyenin, 8 Temmuz’a dek DEPO’da yer alan 'Canlıların Geçici Meclisi' sergisinde de, bu çok katmanlı tercüme arzusunun Türkiye’de daha önce hiç izlenmemiş, birbiriyle zihnen, ruhen ve derden yoldaş üç yapıtı buluşturuluyor. Bu yapıtlar, Dr. Gurur Ertem ve Topal’ın, 500 baskıyla Depo İstanbul’dan da ücretsiz edinilebilen kitapçığı ile de kapsamlarını boyutlandırıp iyice dokümanter hale getirilirken, ilgili yayına internet üzerinden de erişilebiliyor. Erişim ve İnternet demişken, DEPO İstanbul etkinlikle ilgili olarak 28 Haziran Salı akşamı saat 18:00’de de, çevrimiçi bir toplantı tertipliyor. Bu toplantıya ön katılım için kayıt gerekiyor. Dr. Ertem, sergiden bahsederken kamuoyuyla şu ifadeleri paylaşıyor:
“Canlıların Geçici Meclisi, kapitalist birikim, militarizm ve teknobilim ittifaklarının hızlandırdığı, dünya ve yeryüzüne derin yabancılaşmaya işaret eden birbiriyle ilintili üç projeyi bir araya getiriyor. Birçok nüanslı ve zor soruyu ortaya koyuyorlar. Yine de, hareketsizden daha hareketsiz özneler ve görüntüler, görülme, fark edilme ve hakkında konuşulma iddiasında ısrar ediyor. Bunu, “görünme hakkının” eşitsiz dağılımının hüküm sürdüğü bir bağlamda yapıyorlar.”
Topal’ın sergisinde yer alan yapıtlardan 'Ölü Doğa (2012-16)', Roboski ailelerinin sessiz video portrelerinden oluşan, belge nitelikli kavramsal bir video olarak basına ve kamuoyuna, şöyle tanıtılıyor: “Yapıt, durağan imgeler aracılığıyla, devletin devam eden taciz ve şiddetinin yanı sıra adaletsizliğin karşısında kurban yakınlarının siyasi gücünü vurguluyor.” Sanat tarihindeki ‘Ölü Doğa’ tabirini sosyo kültürel bir üslûpla güncelleyen çalışma, bu açıdan aklıma çağdaş Türkiye resminin merhum iki palet emekçisi, Nuri İyem ve Neş’et Günal’ın vakur, bilge ağıt gözlü Anadolu insanlarını da getiriyor. Kısmen Prince Claus Kültür ve Kalkınma Fonu’ndan sağlanan araştırma fonundan destek alarak üretilmiş proje, Roboski köyünden 34 gence ithaf edilmiş.
Hakan Topal, çalışmalarında gösteren, gösterilen ve izleyenin maruz kaldığı kimlik, bilgi, hakikat, işlev ve süreklilik gibi başat unsurları, toplumsal grup veya doğa kümelerini sorgularken önümüze ayrımsız, kayrımsızca bırakmayı seçiyor. Akla Jean – Luc Godard’ın Yeni Dalga sinemasını da getiren eyleyici, pragmatik ve anarşik bir deneyselliğe meyilli sanatçı, atölyeci ve mümkün mertebe düpedüz bir yaklaşım ile, adeta artık kanıksayıp kör, sağır hale getirildiğimiz ‘ses, yazı, görüntü’yü kişisel üslûbuyla ‘otopsi’ ederek, bize son derece acil mevzular hakkında soruşturmalar devrediyor.
İşte, 'Toprak.Su.Kül., I' ve 'II (2014, 2022)' isimli eserler de, iki performatif video ve bir yerleştirmeden oluşuyor. İmgeleri yeniden kamusallaştırmaya gönüllü bu kolektif yapıt, Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin özelleştirilmesine karşı Yatağan termik santralinde işçilerin başlattıkları grev ve eski zamanlardan kalma ormanlık araziyi imha eden kömür madenine karşı devam eden İkizköy Direnişi sırasında üretilmiş. Bu proje sahnelenen gösterileri sunarken, bazı görünür çelişkileri araştırıyor, izleyiciyi canlı ve canlı olmayan varlıkların haklarını birlikte düşünmeye davet ediyor.
İşte Topal’ın teori ve pratiği burada da kendini gösteriyor ve imgenin söylemle, seyirci kalınanın çağrışanla, hatırlananın dayatılanla közlendiği göstergebilim zemini, izleyiciyi eyleyici hale getirmek adına önünü ardına koymuyor. Dijital imgeden de dışarı taşan yapıt, ortaya konan maden ve fotoğraflarla örülü teşhirin katılığıyla da kucaklaşınca, eser bu sefer içinde var olduğu ‘sergileme’, ‘envanter’, ‘mülkiyet’, ‘tabir’ ve ‘biriciklik’ gibi bir çok netameli hususu gerek emek, gerek sahiplik ve gerekse ekolojik aidiyet algısı gibi unsurlar üzerinden yine vicdan ve zihinlerimize boca ediyor.
Topal bu mahpus anlam ve varoluş biçimlerine bu kez jeopolitik bir iklim türeterek, serginin üçüncü projesi olan 'Altın Kafes (2022)' ile izleyenleri baş başa bırakıyor. Buna göre, “Yapıt, Orta Doğu’nun göçmen kuşlarından biri, nesli tükenmekte olan kelaynaklardan yola çıkan bir yerleştirme. Palmira DAEŞ’in eline geçtiğinde, Kuzeydoğu Afrika’dan Birecik’e göç eden kelaynak kolonisi, tümden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 2016’nın Mart ayında, Birecik Kelaynak Üretim İstasyonu kuşları korumak için, koyuldukları kafeslerden bırakmama kararı aldı. Bu merkez 1970’lerin sonlarından bu yana yarı-yabanıl bir popülasyonu barındırmakta.”
Yukarıda da okuduğunuz basın ve kamuoyu açıklamasında görüldüğü üzere 'Altın Kafes', “…bölgedeki sonu gelmez felaketlerin ortasında yaşanan bir dizi kapatılmaya referans veriyor; son derece ulusallaştırılmış bir yeryüzü parçasına dağılmış eserler, harabeler, su kütleleri ve organizmalar üzerine şiirsel bir soruşturma. Devletin beden bulmuş bir sembolü olarak kafes, sınırlar, göçler, düşülen tuzaklar ve tercüme edilemezlik hakkında yeni çağrışımlar yaratmak üzere, birkaç dile çevrilmiş bir metin aracılığıyla canlandırılıyor.”
Topal’ın ‘Altın Kafes’i, bu yönüyle bilhassa son Ruanda toplu göç meselesi üzerinden İngiltere, ya da denizlerden göçmen ölüsü toplayan Avrupa Birliği ülkeleri, veya toplu anlaşmalarla konuyu çözmeye çalışan Türkiye ve ABD başta gelmek üzere, birçok ülkede süregiden savaşlar, iklim krizlerinin, bununla birlikte yeri gelince herkesin övünçle ürettiği beyin göçlerinin referans verdiği nitelikli ve niteliksiz sığınmacılık meselesini fark edebilmemiz için, bulunmaz bir metafora, acı bir karşıt-belgesele dönüşüyor. ‘Biz kelaynak mıyız?’ derken kişinin kendine iltifatta mı, yoksa hakarette mi bulunduğu efsanesi, yaşanan son ekolojik, jeopolitik ve kültürel çelişki ve çatışmaların da provokasyonuyla, bu yapıtta kendini daha bir belli ediyor. Dünya savaşlarının ürettiği nitelikli beyin göçü hikâyelerinden, azınlık olmanın çoğunluk karşısında ürettiği manipülatif ayrıcalık krizlerine, kimin kafesin önünden, ya da ardından neye baktığına bir çok soruyu sordurmayı başarıyor; 'Altın Kafes'. Son derece soyut ürünlere binlerce yıldır vesile olan gökyüzünün, yeryüzünün, denizin ulusal sınırlarla nasıl milli egemenlik nesnesi haline getirildiğini, ‘Nitelikli Hayvanat Bahçesi’ metaforunun iyi niyeti ve neticeleri üzerinden müzakere ediyor.
İşte biraz da bu yüzden, Topal’ın Tophane’de yansıttığı bu meclisten çıkışta gördüğüm gelmiş-geçmiş-gelecek o semt manzarası; zaman ayarlı bir afet olan hakikat denen mühimmata yaklaşırken, çok daha temkinli davranmamız gerektiğini bana alabildiğince hissettiriyor.
Bilgi: www.depoistanbul.net