Seni hep gördüm. Dizlerindeki başakların uykusunu bölen uğultulu bulvarda dalgın yürürken. Zafer Çarşısına giriyorsun bir gün, saçlarında çam esansı kokusu. Meşrutiyet’te duran yeşil bir otobüsten iniyorsun; eldivenlerin üşüyor, karşıya geçip altıncı kattaki bir dişçiye uğrayacaksın. Bahçesindeki kirpi ailesine bakan ortanca ablanla Almanya’dan gelen bir akrabayı karşılayacaksın. Onun mavi sırt çantasında sevdiğin çikolatadan olacak, onun seni hâlâ çocuk sandığını düşüneceksin.
İşte uzak bir şehrin denizindeyiz, dağları Erzincan’a benziyor. Üst dudağında öpmeye doyamadığım oluk, hep yüzüne düşen saçların ve sol kolunda geçmeyen yara ile durmaktasın. Meydan saati 11:20’yi gösteriyor. Bu bazen her şeyden iyi bir şeydir.
Sonra kışın birinde Yüksel’deki bir kıraathanenin camlarından bana son kez bakacaksın. Belki dönsem dünya sevinecek. Karşımdaki dostum seni görecek. “Ne kadar aydınlık bir yüzü var, dönüp bak ona” diyecek. Ama bir kış yağmuru var dışarıda. Yalnız başına üşümelisin.
Severken de, sevmezken de, unuturken de, hatırlarken de gördüm seni. Bu dünyaya senin için gelmiş gibi gördüm, görünmez bir gölge gibi var olmaya ihtiyaç duymadan da. Ne diyordu René Char, “Sadakat” şiirinin başında: “Şehrin sokaklarında sevgilim var benim / Nereye gittiği önemli değil bölünmüş zamanın içinde / Artık sevgilim değil, herkes onunla konuşabilir / Artık hatırlamıyor, gerçekte kim sevmişti onu?”
Zaman ki geçen bir şeydir. Hüzün değil, bir nehre benziyor. Bir rüyanın içinden geçerek unutmaya karışıyor. Zaten hatırlamak denen şey, kişinin eski kendisiyle karşılaşmasıdır. O kendi daha gençtir kişiden, daha az biliyordur, daha az kırılmıştır. Ama kişinin bugünü geçmişteki bir hatırada yenilmiştir. Yine de görmek isterdim seni. Seni görsem kendimi de görebilirdim.
Uzun bir akşama ilişen bir kabalıktan döndüğüm bir saatti işte. Bir zamanlar öyle böyle bir evim olan şehirdeki otele girerken biri aradı. Seni görmüş. Kızılay’da. Gezi’de. Gelip o gazın içinde bekledim. Bir zamanlar seni beklediğim o kitapçının önünde. Sokakların özgür olduğu bir andı. Ötelerde çoktan bitmiş bir baharın sesi vardı. Bu kez göremedim. Kendimi o kitapçının önünden otele kadar taşıdım.
Başka şehirlerin otel odalarında da geçen günler vardır. Derrida, “asıl yabancı şehirdekidir” der, ama öyle değil. Yalnız yabancılar bir otelin ya da başka birinin evinin penceresinden uzak bir zamana bakabilir. İşte o zamanın içinde dağlara bakan bir odada yalnız biri var. Oraya atılmış gibi. Sonra yatağa uzanıp dizlerini karnına çekiyor, demek yenik. Dolmuşların çalışmaya başladığı anda senin kapını kendisinin üstüne kapatıp çıkıyor. Çünkü yalnız gitmeyi bilenler sevebilir.
“Sadakat” şiiri özetim oldu. “Mutlu bir batık gibi dibinde yaşadım senin.” Sense bu arada kariyer yapmış olmalısın. Görmedim. Tahsil yaptım ben de. Kütüphanelerde uyuyakaldım. Bir delilikle başa çıkmaya çalıştım. Sonra dantel dolu bir evden sesimi bile yankılamayan bir eve geçtim. Sonra iş buldum.
Kumaş pantolonlu bir üniversitede eskimeye koyuldum. Ama duymak görmemekten de betermiş. Seninle aynı adı taşıyan bir öğrencim mezun oluncaya kadar dört yıl boyunca hiç yoklama almadım. Sonra devlet beni işten attı. Bana “sömürge memuru bile olamazsın” dedi.
Elbette tercih edilmemiş olmak fena. Terk edilmiş bir bahçede büyümek gibi bir şey. Kabul etmek zor. Yine de terk etmenin onura ihtiyacı olabilir, ama sevmenin asla. O zaman içinde epriyen izlerin yankısıyla okursun “Sadakat”in son dizelerini:
“Şehrin sokaklarında sevgilim var benim / Nereye gittiği önemli değil bölünmüş zamanın içinde / Artık sevgilim değil, herkes onunla konuşabilir / Artık hatırlamıyor, gerçekte kim sevmişti onu ve kim aydınlatıyor uzaktan, düşmesin diye?”