İlkgençlik yıllarımda beraber epey vakit geçirdiğimiz bir akraba kızının odasındaki takvim hep dikkatimi çekerdi. Yaşanan günden öncekilerin üstüne kırmızı gazlı kalemle çarpı atılmış olurdu. Önceleri sıkıntılı geçen bir ayın geride kalan günlerinden sıyrılıp feraha erme olarak yorumlamıştım takvimdeki bu hareketliliği. Fakat aylar boyunca sürdü. Nihayet olayın failine bunun sebebini sorduğumda, mealen “Zaman bir türlü geçmiyor. Çok canım sıkılıyor, yapacak bir şey bulamıyorum. Hapis cezası almış gibiyim. Geçip giden günlerden kurtulduğumu düşünerek çarpı atıyorum işte” dedi. Bu akraba kızı liseyi bitirir bitirmez evlendi, üç çocuk sahibi oldu ve işten-güçten, çocukların ve kocasının dertlerinden kafasını kaldıramaz hale geldi. O zamanki aklımla, demek ki kendini evlilik hayatına hazırlıyormuş, evlenene kadar geçirdiği süre de doldurması gereken çileymiş, diye düşündüğümü hatırlıyorum. En güzel günlerin henüz yaşanmamış olanlar olduğuna inanma iyimserliğinin verdiği ümitle, daha parlak olacağını düşündüğü, öyle olmasını dilediği bir geleceğe, daha tatminkar bir hayat tasavvuruna kadar geçen süreymiş, her şeyin daha güzel olacağı yanılgısıymış o kırmızı çarpıların altında ezilen günler. Hapishanede çile doldurma veya askerde şafak sayma gibi.
Modern pedagoji bize can sıkıntısının yaratıcı bir fiil, yeni şeyler keşfetmek, yetenekler ve ilgiler geliştirmek için kullanabileceğimiz hayırlı bir musibet olduğunu söyler durur nice zamandır. Çocuklarımızı oyalamak için bin dereden su getirmek, ellerine tablet, telefon vb. vermek yerine sıkıntı denizine dalıp mercan çıkarmalarını beklememizi tembihler. Bunda elbette doğruluk payı var. Fakat etrafımdaki her yaştan, cinsiyetten, sınıftan, kültürden insanda sıkıntı hissinin ve avuntu arayışının sürekli hale geldiğini görüyorum. Sıkıntıyı geçirmek için el attıkları her işten hızla bıktıkları için de, maymun iştahlı olarak anılmayı hak ediyorlar. Sıkıntıyı gidermek için en fazla başvurulan yol ikinci, üçüncü kişilerin ve daha fazlasının katılımıyla yapılacak etkinliklerin parçası olmak. Ya da birilerinin bizi eylemesini beklemek. Eğlence endüstrisi ve yayıncılık sektörü bu beklentiyi iliğine, kemiğine kadar sömürüyor. Çoğu niteliksiz, düşük bütçelerle, sansasyondan beslenen, emek sömürüsüyle ve özensizce hazırlanmış, dışlayıcı, ötekileştirici içerikleriyle toplumsal önyargıları körükleyen diziler, yarışma ve tartışma programları, filmler, reality showlar, sabah kuşakları, çizgi filmler… Saymakla bitmez. Söyleyeceğim şey çok iddialı olabilir ama genel olarak kendimizi avutmayı, geliştirmeyi, eylemeyi, canlandırmayı bilmiyoruz. Bunun böyle olduğunu bu yılın Mart ayından beri, yani kontrollü karantina döneminde yakından tecrübe ettik. Televizyon, internet ve bunların sunduğu imkanlar olmasa çıldıracak dünya kadar insan zaten vardı etrafımda. Sosyal hayatın sekteye uğradığı, yani bizi eyleyecek birileri kalmadığı bu dönemde ise bu kalabalığa yenileri eklendi.
***
Kendini avutabilmenin bir tür nefis terbiyesi olduğunu düşünüyorum. Fakat bu herkesin harcı değil ve o kadar kolay bir şey de değil. Hemen aklıma okul yıllarımda öğretmenlerin kendimizi ifade etme becerilerimizi geliştirmek için sordukları soru geliyor: “Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?” Türkçe ve İngilizce dersleri ile rehberlik saatlerinde eminim hepiniz bu soruya en az bir kez muhatap olmuşsunuzdur. Soruya cevaben, bazen giriş-gelişme-sonuç cenderesinde sıkıcı bir kompozisyon ödevi, bazen de sınıf arkadaşlarınız ve öğretmeniniz gözlerini size dikmişlerken yapmanız gereken gergin bir konuşma ile kitap okumaya, koleksiyon yapmaya, resim yapmaya, müzelere gitmeye, bir enstrüman çalmayı öğrenmeye dair doğruluk payı epey düşük hikayeler anlatılırdı. Hepsi de yetişmekte olan modern bireyin ışıltısını arttıracak, bilim, sanat, kültür üçgenini tamamlayacak meziyetlerdi. Kimse kalkıp da Kur’an Kursu’na gidiyorum, falanca hocaefendinin cemaatinin müdavimiyim veya iğneoyası öğreniyorum demezdi. Oysa bütün bunlar da hayatın bir parçasıydı. O zamanın ruhu ve hakim paradigması modern, seküler ve eşitlik fikrine inanan birey olarak yetişmeyi yüceltiyordu. Derslerden arta kalan zamanı, tembellik ve haylazlık ederek, yani televizyon seyredip sokakta oynayarak geçiren çocuklar, hayatlarında karşılığı olmayan bu değerli boş zaman etkinliklerini ezber etmişlerdi. Peki ya tembellik etme lüksü olmayanlar? Şimdi düşünüyorum da, eş zamanlı olarak Yozgat’ın bir kasabasında okuldan çıkar çıkmaz ev işlerine koşulan ve işi biter bitmez kendini yatağa dar atan bir kıza yahut Bingöl’ün bir köyünde evin eşiğinden adım atmaya kalmadan koyun gütmeye gönderilen bir oğlana da aynı soru soruluyor muydu okulda? Müfredat bu ya, soruluyordu elbet. Acaba ne cevap veriyorlardı?
Demem o ki, boş/serbest zaman herkesin sahip olabileceği bir ayrıcalık değil. Vakit nakittir, diye boşuna dememişler. Boş/serbest zaman değerlendirmek, kültürel sermayesi ve/veya gelir seviyesi yüksek orta ve üst sınıfa özgü bir fiil. Fakat iradi bir fiil olmama ihtimali çok yüksek. Serbest zamanınızda neler yapacağınız piyasa tarafından tanımlanıyor. Dönem dönem bazıları trend olmak üzere, son on yılda atölyeler, kurslar, yaratıcı drama etkinlikleri, sportif faaliyetler, fitness, turistik geziler, doğa yürüyüşleri ve daha akla gelmedik birçok boş zamanı doldurma etkinliği size sağdan soldan işmar ediyor. Usta bir aşçı, senarist, yazar, oyuncu, baterist, ressam, seramikçi olmayı vaat ediyorlar. Pandemi sürecinde buna bir de Zoom bağlantısıyla, yine ücret karşılığı yapılan benzer etkinlikler eklendi. Yoga hocanıza da, pasta şefinize de, senaryo atölyesi yürütücünüze de Zoom'dan bağlanıyor, ücreti hesaba EFT yapıyorsunuz. Eğitici/öğretici etkinlikler tamamlandığında katılımcının içindeki gizli yetenekler ortaya çıkmıyor genelde. Fakat gördüğüm kadarıyla iş hayatının bezdirici temposundan, şehirlerin yalnızlığından kaçmak, kendini keşfetmek, en çok da sıkıntıyı gidermek, sosyalleşmek işine yarıyorlar. Yeni arkadaşlıklar, farklı hayat hikayeleri, kolektif eylemler, ruhun yeni hastalıklarıyla baş etme gücü veriyor.
Ancak zamanı değerlendirmenin başka yolları da var. Tek başınıza olmayı gerektirecek yolları. Okumak, izlemek, dinlemek üçlüsü yalnızlığı çok sever mesela. Merak ettiğimiz konularda bilgi biriktirmek, birikimimizin olduğu konuları başkalarıyla paylaşmak için yazmak, kalıp yargıları tahkim edecek kaynaklar yerine ötekini dinlemek, bir yönetmenin filmografisini, bir yazarın külliyatını elden geçirmek, el becerilerindeki mahareti arttırmak… Üstelik görece daha masrafsız, bağımsız ve zenginleştirici etkinlikler.
Milli Kütüphane’ye arşiv taraması için sık sık gittiğim dönemde, okuma salonuna ve süreli yayınlar katına düzenli olarak gelen oldukça yaşlı erkeklerle karşılaşıyordum. Kendilerine “senin arşivde ne işin olur, kendin arşiv olmuşsun” tavrıyla yaklaşan memnuniyetsiz ve kaba arşiv görevlilerinin hoyrat tavırlarına rağmen kibarlıklarından taviz vermeden eski tarihli gazete ve dergi ciltlerini talep ediyor, sabahtan akşama kadar bunları okuyup notlar alıyorlardı. Yaşlarının verdiği yavaşlık ve fiziksel dayanıksızlıkla arada uyukluyor, bir süre sonra silkiniyor, etraflarına mahcubiyetle bakınıp kaldıkları yerden okumaya ve not almaya devam ediyorlardı. Bazen çay molası verip gençlerle sohbet ediyor, kimin arşivde neleri araştırdığını merak ediyor, işe yarar tavsiyelerde bulunuyorlardı. Sohbetlerimizden anladığım kadarıyla, bir kısmı emekli olup eve dönen erkeğin ayak altında dolanmasından rahatsız olan hane halkından kaçıyor, bir kısmı da kahvehane, lokal gibi zaman öldürücü mekanlara alternatif arayışıyla buralara geliyorlardı. O yaş grubundan, araştırmacı/akademisyen olmayan herhangi bir kadını süreli yayınlar katında görmediğimi eklemeliyim ama bu da başka bir yazı konusu.
Bu karşılaşmalar ve kendi deneyimim yalnızlığın, süreğen olmazsa sağaltıcı ve zenginleştirici bir tarafı olduğuna ikna etti beni. Ve bu dünyada kaldığımız müddetçe duyu organlarımızdan hangileri iyi kötü işlevini yerine getiriyorsa onlarla zamanı değerlendirmek, biricik olan ömür müddetimizde bir çocuk gibi şaşarak yaşamak gerek.