Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın, geçen hafta “Renklerin ve dillerin farklı olması ilahi bir hediyedir, kıymetini bilene nimettir” diyordu. Kalın’ın bu sözleri, 76 yaşındaki Ali Boçnak’n, 2009 tarihinde Kürtçe mevlit okuduğu için atıldığı hapiste hayatını kaybetmesinden sonraya denk geliyordu.
Bırakın anadilinde eğitimi, sokakta bile Kürtçe konuşmanın saldırılar nedeniyle tehlikeli hale geldiği bu dönemde, akademide Kürtçe bilim yapmak yasaklanıyor, sanatçılar karakola çağrılıp “Kürtçe söylersen başın ağrır” diye tehdit ediliyor, müzisyenler konserlerden eleniyor. Kürtlerin seçtiği belediye başkanlarının hapse atılmasından sonra yerlerine atanan kayyımların ilk icraatları, Kürtçe tabelaları kaldırmak, Kürtçe kültür-sanat faaliyetlerini sonlandırmak oluyor. Bir asırdır devam eden asimilasyon politikasını daha da aleni biçimde derinleştirenler, Kürtçenin gelişimini, kuşaktan kuşağa aktarımını engelleyenler sonra da dönüp “Kürtçe medeniyet dili değil” diyor.
Peki tüm bu politikalar Kürtler ve Kürtçe üzerinde ne tür tesirler bırakıyor? Gündelik hayatta Kürtçenin önüne ne tür bariyerler konuyor? Kürtler arasında Kürtçe konuşma, kuşaklar arası dil aktarımı nasıl bir görünüm arz ediyor? Devlet, Türklerin ve Kürtlerin Kürtçeyle ilişkisini nasıl düzenliyor? 131 bini aşkın sözcük ve 35 bin deyimden oluşan, 2132 sayfalık dev Kürtçe-Türkçe sözlüğün yazarı, Türkiye’deki en yetkin Kürt dilbilimcisi Zana Farqînî’ye kulak veriyoruz.
Özellikle son beş yılda Kürtçeye, Kürtçe kullanımına yönelik baskılar, saldırılar artışta. Genel manzaraya baktığınızda devletin Kürtçe politikası nasıl şekilleniyor? Hedeflenen nokta ne?
Kürtçeyi Kürtler politize etmedi. Ama ortada bir yasaklama, asimilasyon, ret, inkâr politikası ve bunun cumhuriyetin kuruluşuna kadar uzanan bir mazisi var. Ulus devletin karakteri gereği başından itibaren böyle bir yola gidildi. Konjonktüre göre dönem dönem gevşemeler oldu. Örneğin 1960’lı yıllar kısmen bir gevşeme dönemidir ve bu tür anlarda, Kürtçe yayınların, gazetelerin, dergilerin, kitapların hızla bir artış içine girdiğini görüyoruz. Fakat 1980 darbesiyle birlikte bırakın Kürtçe yazmayı, konuşmak bile yasaklandı. Hatta 81 Anayasası'nda birinci derecede resmi olmayan dillerde propaganda yapmak yasaklandı. Özal döneminde birtakım kısmi gevşemeler olsa da, genel anlamda devletin Kürtçeyi kullanılamaz bir dile dönüştürme, Kürtleri asimile etme politikasında hep bir ısrar oldu. Mevcut iktidar da bu politikanın devamcısı oldu. Sokakta Kürtçe konuşan insanlara saldıranlar işte bu ısrar ve uygulamadan cesaret alıyor. Bu açıdan Kürtçe Kürt sorunundan, Kürtçeye yönelik milliyetçi, şoven saldırılar da iktidarın politikasından bağımsız olarak ele alınamaz diye düşünüyorum.
Yani bu tür linç olayları, sokaktaki saldırılar aslında devletin genel politikasıyla örtüşüyor mu?
Elbette, bunlar o politikaların sokaktaki tezahürüdür. Devletin güvenlikçi politikaları ne zaman baskın hale geldiyse, Kürtçeye, Kürtlerin diline, kültürüne, müziğine, sanatına, sembollerine karşı linçler olmuştur. Dolayısıyla bu türden saldırılar bireysel, kişisel husumet kaynaklı değil, politik saldırılardır. Bir insan bir dilden nefret eder mi? Ya da bir insan nasıl bir dilden nefret eder hale getirilir? Arkasında politik bir saik olmadan bu tür saldırılar olmaz.
KÜRTLERE “ANCAK KÜRT KÖKENLİ OLARAK YAŞAYABİLİRSİNİZ, KÜRT OLARAK DEĞİL” DENİYOR
Şu anda Kürtçeye yönelik ne tür engellemeler var? Hükümetin bu konudaki politikası nasıl şekilleniyor?
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Fethullahçılara karşı yapıldığı söylenen uygulamaların hemen hepsinden en çok Kürtler nasibini aldı. Belediyelere atanan kayyımların ilk uygulamaları, belediye bünyesindeki konservatuvarları, tiyatroları, Kürt dili ve kültürüyle ilgili çalışmalar yürüten birimleri tasfiye etmek oldu. Bu süreçte Kürt televizyon, dergi ve gazetelerin teker teker kapatıldığı da biliniyor. Kayyımlar eliyle, Kürtleri, Kürtçeyi çağrıştıracak her tür sembol ortadan kaldırıldı. En son Van Büyükşehir Belediyesi kayyımu marifetiyle köy isimlerin Kürtçe tabelaları indirildi. Anıtları kaldırdılar, park ve sokak isimlerini Türkçeleştirdiler. Bunlar kayyımların kendi başlarına yürüttükleri işler değil. Bu, merkezi bir tutumun mülki amirliklere yaptırılmasıdır. Devletin politikası, Kürtleri ve Kürtçeyi kriminalize etmeye odaklı. Kürtçe konuşan, bunda ısrar eden Kürtler “sorunlu Kürtler” olarak kodlanmak isteniyor. Kürtçe müziği belki açıktan yasaklayamıyorlar ama çeşitli sokak saldırıları üzerinden insanların artık Kürtçe müzik dinlememelerini sağlamak istiyorlar. Bu kısa değil, uzun vadeli bir çaba. Geçmişi var ve geleceği de olacak. “Siz ancak Kürt kökenli olarak yaşayabilirsiniz, Kürt olarak değil” deniyor aslında.
Bu türden saldırılar gündelik hayatta Kürtleri nasıl etkiliyor? Sokakta daha kısık sesle konuşmaya zorluyor mu mesela?
Hepimizi zorluyor. Böyle durumlarda insanlar kabuğuna çekilmeye, kendi kimliğini yansıtabilecek belirtileri gizlemeye yöneliyor. İnsanlar görünürlüklerini olabildiğince gizlemeye, böylece can güvenliklerini sağlamaya çalışıyorlar. Korkunç bir durum bu.
Bir dilbilimci olarak baktığınızda, mevcut politik ortam içinde Kürtçeyi nasıl tanımlarsınız?
Dil sadece iletişim aracından ibaret bir olgu değildir. Dil aynı zamanda kültürlerin yaratıcısı, gelecek kuşaklara taşıyıcısı ve hafızasıdır. Geçmişin geleceğe aktarılması yazılı veya sözlü dil sayesinde mümkündür. Siz bir dili yasakladığınızda, o dili konuşanların geçmişle ve gelecekle bağlarını koparırsınız aslında. Dil, kimliği, aidiyet duygusunu oluşturan, toplumu bir arada tutan harçtır. Ulus-devletlerin asimilasyon politikalarına başvurmaları da tam da bu harcı kırmak, o toplumsallığı dağıtmak ve tüm farklılıkları egemen dil, kültür, etnisite içinde eritmek içindir. 2009 tarihinde TRT’de haftada bir yarım saatlik Kürtçe yayın yapılmaya başlandığında, o dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “Bu seksen yıllık uluslaşma sürecimizi baltalamaktır” demişti. Bu cümle, aslında her şeyin itirafı niteliğindeydi. O dönem asimilasyon politikalarındaki kısmi gevşemenin yansıması, kendini sosyal demokrat olarak adlandıran bir partide bile böyle olmuştu. Sonraları TRT 6, ardından Yaşayan Diller Enstitüsü, lisans, master ve doktora programları açıldı ama gevşeme politikası sonlanınca tüm bunlardan peyderpey geri dönüş olduğunu hep beraber gördük.
BU SENE SADECE 1 TANE KÜRTÇE ÖĞRETMEN ATAMASI YAPILDI
Erdoğan bir zamanlar “biz ret, inkâr ve asimilasyon politikalarına son verdik” diyor, yakın zamana kadar TRT Kurdî’yi bunun bir alameti olarak gösteriyordu. AKP’nin başından itibaren Kürtçeyle ilgili politikası nasıl dönüştü?
Asimilasyona son verildiği söylenen dönemde de asimilasyon politikaları devam etti. Eğer bir dil eğitimde kullanılmıyorsa, onun geleceğinden bahsedemeyiz. Dahası, gerek örgün eğitimle, gerekse dijital yayınlar üzerinden asimilasyonun en ücra köye bile dörtnala gittiğini biliyoruz. “Kürt sorununu çözdük ama anadilde eğitim olmaz” demek, Kürt sorununu çözmeyeceğiz demektir. Hatırlayın, 1990’larda Süleyman Demirel, Balkanlar’a gittiğinde, oradaki Türklere "dilinizi unutmayın" diyordu, Erdoğan da Almanya’ya gittiğinde oradaki Türklere “sakın dilinizi unutmayın” deyip, lise ve üniversitelerde Türklere anadilde anadilinde eğitim olanaklarının sunulması talebini dillendiriyordu. Başka ülkelerdeki Türkler için anadilinde eğitim hakkı ana sütü gibi helâlken, neden buradaki Kürtler için siyasal bir talep? Yahut İslami terminolojiyle söylersek, Türkler için helâl olan neden Kürtler için haram? AKP dâhil olmak üzere hiçbir siyasi iktidar Kürt sorununun çözümü konusunda samimi davranmadı. Sadece konjonktürel, günü kurtarma, yahut bir dönem AB’ye üyelik çabalarının bir parçası olarak birtakım adımlar atıldı. Mevcut iktidar mütedeyyin olduğunu iddia ediyor. Peki bir dil aynı zamanda Allah’ın ayetlerindense, bunu inkâr etmek, ortadan kaldırmaya çalışmak İslâmi açıdan ne anlama geliyor diye sormak lazım.
Sizce iktidara yönelik bu tür soruların bir hükmü kaldı mı?
Kalmadı elbette. Ama hâlâ “bizden önce cezaevlerinde Kürtçe konuşmak yasaktı” diyorlar. Oysa bugün de aynı yol takip ediliyor. Şu anda okullarda Kürtçe seçmeli dersi 5. seneden başlıyor. O da öğretmen varsa! Bu sene sadece bir tane Kürtçe öğretmen ataması yapıldı mesela. Daha önce Kürtçe öğretmeni olarak atananlardan 30 kişi, baskılardan veya “öğrenci yok” denildiği için branş değiştirmek zorunda kalmış. Daha önce Kürtçe master, doktora tezleri yazılabiliyorken, yakın zamanda o da kaldırıldı.
DEDELER, NİNELER EVLATLARININ TERCÜMANLIĞINDA TORUNLARIYLA KONUŞABİLİYOR
Bu tür politikaların, Kürtçenin kullanımını kısıtlama konusunda başarılı olduğunu düşünüyor musunuz?
Bir dil eğitimde, kamusal alanda, hizmet alanında kullanılmadığında ölümle burun buruna gelir. Dili ebeveynlerimizden emanet alıp gelecek kuşaklara aktarırız. Asimilasyon, tam da bu aktarımın önüne set çekmektir. Kendi dillerinde konuştu diye saldırıya uğrayan insanlara güven vermezseniz, saldırganları caydırıcı biçimde cezalandırmazsanız, insanlar zamanla seslerini kısar, fısıldaşmaya ve kendi çocuklarına bu “tehlikeli” dili aktarmamaya başlarlar. Sanıyorum hedeflenen tam da bu. Özellikle sosyolinguistik çalışmalara baktığımızda, ebeveynlerin artık kendi dillerini, çocuklarına aktarmadıklarını, sadece o dilin yaşlıların konuşabildiği dil haline gelmeye başladığını görüyoruz.
KÜRTÇE ÜSTÜNDE TEPİNİP SONRA DA “BU DİL GELİŞMEMİŞ” DİYEMEZSİNİZ
Kürtler içinde de mi bu böyle?
Türkiye’de Türkçe dışındaki bütün diller için bu böyle. Öte yandan Kürtlerde okur-yazarlık seviyesi yüksek gruplarda asimilasyonun etkileri daha bariz. Dedeler, nineler kendi torunlarıyla, evlatları aracılığıyla konuşabiliyor. Anne-babalar, iki nesil arasında tercüman görevi yürütüyor. Bunun üstüne dilin aşağılanması, hor görülmesi, küçümsenmesi, “tehlikeli” olarak görülmesi, üçüncü kuşakların bırakın anadilinden uzaklaşmasını, o dile karşı pozisyon geliştirmesi sonucu doğuruyor. Eğer bir “azınlık dili”ne sahipseniz, baskılar karşısında önce sesinizi kısar, sonra o dili kullanmamaya başlar, hor görme politikaları neticesinde kendi dilinizden utanır ve giderek ona karşı bir tutum almaya yönelirsiniz. Hatırlarsanız Bülent Arınç, Kürtçenin bir medeniyet dili olmadığını söylemişti. Oysa medeni olmayan dil değil, bir dili yok etme zihniyetidir. Bunca baskı ve kısıtlamalar karşısında çıkıp “neden Kürtçe sanat eseri, roman, edebiyat gelişkin değil” diye sormak ne kadar ahlaki? Hiçbir dil sabit, durağan değil. Dil, onu kullandığınız, gündelik hayata uyarladığınız, çiçeği sular gibi suladığınız ölçüde gelişir. Bir dilin, Kürtçenin üstünde tepinip sonra da “bu dil gelişmemiş” diyemezsiniz.
Baskılar karşısında Kürtçenin yok olacağına dair kaygılar son zamanlarda çok dillendiriliyor. Oysa örneğin 1930’larla 1960’lar arasındaki yoğun baskı ve yasaklamalara rağmen böyle bir sonuç ortaya çıkmadı ve Kürtler kendi dillerini konuşmaktan vazgeçmedi. Dolayısıyla dile getirilen kaygılar sizce abartılı değil mi?
Abartılı değil. Çünkü bahsettiğiniz dönemlerde kitle iletişim araçları şimdikiyle mukayese edilemeyecek kadar zayıftı. Şu an en ücra köyde bile okul var, televizyon var ama o okullarda, televizyonda Kürtçe yok. Kreşlerden başlayıp liseye varana kadar Kürt çocukları kendi dilleriyle karşılaşmıyor bile. Bu çocuklar büyüyüp ebeveyn olduklarında, zaten kendi çocuklarıyla Kürtçe konuşamayacak noktaya gelmiş oluyor. Kendi çocuğuyla Kürtçe konuştuğu halde, çocuğu ilkokul çağına geldiğinde, derslerinde yardım ederken Türkçe anlatmak zorunda. Dolayısıyla ebeveynler de ilkokuldan itibaren çocuklarıyla Kürtçe konuşmaktan vazgeçmek durumunda kalıyor. Asimilasyon çok yönlü bir politikadır. İnsanları yavaş yavaş etkisi altına alır ve kalıcı etkiler yaratır.
KÜRTÇE ŞU AN EĞİTİMSİZLERİN OMUZLARINDA TAŞINIYOR
Bu durumda Kürtler ne yapmalı?
Kürt filozof Ehmedê Xanî, 300 yıl önce şöyle demiş: “Safî şemirand, vaxwarî durdî/ Manendê durê lîsanê Kurdî/ înaye nîzam û întizamê/ kêşaye cefa ji boyê amê/ Da xelkî nebêjitin ku Ekrad/ bêmerîfet in, bêesl û binyad.” Türkçe tercümesi şöyle: “Duruyu bir yana itip içti tortuyu/ Düzene koydu, intizama getirdi/ Böylece amme için çekti cefa/ Ki el demesin Kürtler/ irfansız, asılsız ve temelsizdir.” Bu sözler aslında Kürtler açısından yol haritasıdır. O, döneminin geçer akçe olan dillerden ziyade, bilinçli olarak kendi diline ehemmiyet verdi. Xanî’nin sözlerini rehber edinmek gerekiyor.
Yani?
Özellikle eğitimli Kürtler arasında asimilasyonun daha yaygın olduğunu biliyoruz. Kürtçe şu an eğitimsizlerin omuzlarında taşınıyor. Kuşaklararası dil yitimi söz konusu. Eğitimli Kürtler sadece çocuklarına Kürtçe isim koyarak bu dili kurtaramayacaklarını bilmeli. Çocuklar aynı anda birden fazla dili öğrenebilir. Dolayısıyla ebeveynler çocuklarına başka dillerin yanı sıra kendi dillerini de aktarmalı. Bu işin vebali eğitimlilerin omuzundadır. Onlar dirayetli davranırsa, devletin asimilasyon politikalarını yavaşlatabilirler. Ama Kürtçe er veya geç eğitim dili olmak zorunda. Eğitim dili olmayan bir dilin yaşaması çok zordur.
TÜRKÇEYİ DE YASAKLAR, EĞİTİM DİLİ OLMAKTAN ÇIKARIP HORLASANIZ, O DA GERİLER
Az önce Bülent Arınç’ın lafına atıf yaptınız. Sizin İstanbul Kürt Enstitüsü tarafından yayınlanan Kürtçe-Türkçe sözlük 131 bini aşkın sözcük ve 35 bin deyimden oluşuyor. Kürtçenin zengin bir dil olmadığına ilişkin iddialara yanıtınız nedir?
Bahsettiğiniz sözlüğü hazırlamamın üzerinden on altı sene geçti ama ben çalışmamı sürdürüyorum. Şu ana kadar 200 bini aşkın maddeyi geçmiş durumdayım. Fakat benim açımdan mesele bu değil. Bir dil zengin mi, fakir mi? Kültürler arasında hiyerarşik bir mukayese yapmaya karşı olduğum gibi, diller arasında da zenginlik-fakirlik mukayeselerine karşıyım. Şu anda devletlerin bütün imkânlarıyla geliştirilen diller var, bir de bu imkânlardan mahrum, statüsüz bırakılan diller var. Meseleye buradan bakmak gerekiyor. Her dil canlı bir organizma gibidir. Bugün Türkçeyi yasaklasanız, eğitim dili olmaktan çıkarsanız, horlasanız, o da geriler. O dili konuşanların kelime dağarcığı zamanla daralır, kuşaklararası aktarım zayıflar, eski sözcükler unutulur, yeni sözcükler üretilemez. Bakın, 1930’lu-40-50’li yılların Türkçesi ile günümüz Türkçesi aynı mı?
Değil.
Niye değil? Çünkü temelleri daha 1920’li yılların ortalarında atılan Türk Dil Kurumu bizatihi dilin gelişimi için çabaladı. Atatürk’ün vasiyetidir, kendi mirasından pay verdiği kurumdur TDK. Atatürk’ün kendisi bile kelimeler üretmiştir. Örneğin matematikteki “toplama” kelimesini o üretmiştir. Bir dil eğitimde kullanıldığında, bütün bilimlerde her bir terim ve kavram ya başka dillerden ödünç alınır veya o dilin içinde yeni kelimeler türetilir. Dil böyle genişler. Söze ve yazıya dayalı bütün sanatlar, ancak o dilin gelişimi akamete uğratılmamışsa, o dil engellenmemişse, yok edilmeye çalışılmamışsa gelişir. Kürtçenin önündeki engeller kaldırılsa, saldırılara son verilse, Kürtçe eğitim dili haline getirilse, o zaman Kürtçe edebiyat, sanat ve bilimin nasıl bir hızla gelişip yaygınlaştığını görürsünüz. Yani dil eğitimle, yazıp çizmekle doğru orantılı olarak gelişir.
DEVLET ASİMİLASYONDA BAŞARILI AMA KÜRTLERDEKİ SİYASAL BİLİNCE KİLİT VURAMIYOR
Sizin gibi on binlerce Kürtçe sözcük toplamış, büyük bir sözlük hazırlamış bir dilbilimcinin bu kadar karamsar olduğunu beklemiyorduk doğrusu…
Eğer etrafınıza bakarsanız, Kürtçenin gelişimine ket vuran asimilasyon politikasının başarılı olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat bu politikalarla ters orantılı biçimde Kürtler siyasal bilinç açısından gelişiyor. Devlet dile kilit vurabilir ama bilince kilit vuramıyor. Bu bakımdan devletin Kürtlere yönelik politikasında başarılı olamadığı ve olamayacağı açık. Galler’de, İskoçya’da, İspanya’da uygulanan asimilasyon politikaları insanların dillerini unutmalarına neden oldu ama sosyolojik, siyasal kimlikleri ortadan kaldıramadılar. Aynı şey Türkiye açısından da geçerli. Yine de asimilasyonun Kürtler arasında gittikçe arttığı, özellikle genç kuşakları etkilediği görülüyor. Kürtçe sadece yaşlıların dili haline geliyor, getiriliyor.
Şu anda kaç okulda Kürtçe seçmeli ders olarak veriliyor?
Doğrusu bunun sayısını bilmiyoruz. Kaç öğretmen istihdam edilmiş, kaç öğrenci Kürtçe seçmeli dersi alıyor? HDP’li milletvekilleri soru önergesiyle MEB’den bunu öğrenebilir. Ama örneğin ben kendi çocuğum için İstanbul’da bu talebi dillendirdiğimde, “öğretmen yok” yanıtını almıştım. Oysa eğer siz bir seçmeli ders koyuyorsanız, ilk önce o dersi verecek öğretmeni istihdam etmeniz gerekiyor. Fakat her alanda olduğu gibi bu konuda da işler kâğıt üstünde kalıyor. Kâğıt üstünde bir hak veriyor, fiilen de o hakkı kullanmanız engelleniyor. Şu anda kayyımun, dolayısıyla AKP’nin elinde olan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi herhangi bir Kürtçe tiyatro eseri sahneledi mi, müzik festivali düzenledi mi? Hayır. Onu bırakın, CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi bile bir müzik festivalinde Kürtçe isimli bir müzik grubuna izin vermedi. Yani topyekûn bir engelleme söz konusu. Eğer bir siyasi parti haklar, diller, kültürler arasında ayrım yapmıyorum diyorsa, demokrasiye inandığını söylüyorsa, mağdurun hakkını mağdurdan önce savunmalıdır. Bir Kürt, Kürtçe konuştuğu için linç ediliyorsa, Kürtlerden önce Türklerin, Kürt partilerden önce diğer partilerinin tepki göstermesi gerekiyor. Aksi halde saldırılar, baskılar devam eder.
1930’LARDA “GÜZEL TÜRKÇE KONUŞMA” YARIŞMASINDA BAŞARILI OLAN KÜRTLERE ÇİFT ÖKÜZ VERİLİYORDU
Kürtler dört parçaya bölünmüş oldukları için Kürtçe açısından da farklı dinamikler işliyor. Güney, Doğu ve Batı Kürdistan’da Kürtçe konusunda Türkiye’deki gibi bir engelleme, asimilasyon yok. Bu, Türkiye’de olmasa bile, bir dil olarak Kürtçenin varlığının güvencede olduğu anlamına gelmiyor mu?
Elbette, zaten yaptığımız tespitler Türkiye sınırları içindeki Kürtler için geçerli. İran, Irak ve Suriye hiçbir zaman asimilasyonu Türkiye kadar sistematik olarak uygulamadı. 1930’lu yıllarda dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Avrupa’dan asimilasyonla ilgili kitaplar getirtmişti. O dönem asimilasyon kelimesi yerine, “temsil" deniliyordu. Hatta 1938’de Diyarbakır’dan telgraflar çekilmiş, “burada memurlar, öğrenciler, esnaf, herkes Kürtçe konuşuyor, bunun önünü almanız lazım” diye şikayette bulunulmuştu. Bunun üzerine güzel Türkçe konuşma yarışmaları düzenlenmiş, başarılı olanlara çift öküz verilmişti. Öte yandan belki bugün Güney Kürdistan için böylesi bir tehlike yok. Rojava’da da durum farklı. Keza Tahran yönetimi de Türkiye gibi sistematik asimilasyon uygulamadı. Ama şu da bir gerçek ki, en büyük Kürt nüfus Türkiye sınırları içinde yaşıyor.
Türk toplumunun Kürtçeye bakışı nasıl şekilleniyor sizce?
Genelleme yapma pahasına şunu söyleyebiliriz ki, bir Kürt kendisini “Kürt kökenli” olarak takdim ettiğinde pek bir sorun yaşamıyor. Ama “ben Kürdüm, dilimi, kültürümü, kimliğimi, bundan kaynaklı tüm haklarımı yaşamak istiyorum” dediği anda, “sorunlu Kürt” olarak algılanıyor. Dolayısıyla Kürtçe konuşmak birçoğunun nazarında suç işlemek, devlete karşı gelmek olarak kodlanıyor. Bu bizatihi devletin beyinlere şırınga ettiği bir düşüncedir. Tam da bundan vazife çıkaranlar işte, linçlere yöneliyor.
ÇAĞIMIZIN DÜNYASINI TEKÇİLİKLE YAŞAYAMAZ VE YÖNETEMEZSİNİZ
Siz genelleme yaptınız ama, KONDA Araştırma'nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır, geçen hafta yayınlanan Hikâyesini Arayan Gelecek kitabında çok çarpıcı bir araştırma sonucu naklediyor. Buna göre, “Türklerin yarıdan fazlası Kürtlerin kendi dillerinde eğitim hakkına karşı çıkarken, Kürtlerin beşte dördü Kürt meselesinin çözüm politikaları arasında eğitim hakkını da görüyor. Kürtlerin kendi dillerini öğrenmelerine, kültürlerinin gelişimi için devletin destek olmasına dair olumlu tutum sahibi küme yüzde 80’e ulaştığı halde, anadilde eğitim konusundaki olumsuz tutum sürüyor.”
Yüzyıllık bir sürecin etkilerinden söz ediyoruz. Devletin tekçilik anlayışı dil konusunda da hâkim: Tek dil, tek millet, hatta tek din! Bunların insanları etkilememesi düşünülemez. Çünkü insanlara, “ayakta kalmamızın yegâne şartı bu tekliktir” deniyor. Çoğulculuk, çeşitlilik, farklılıklar bu tekliği bozan unsurlar olarak görülüyor. Oysa çağımızın dünyasını tekçilikle yaşayamaz ve yönetemezsiniz. Bazı hakları geriye dönük olarak ortadan kaldırmak sizi de geriletir. Bunu herkesin iyi anlaması gerekiyor.