Zapatista komününde oturuyorduk. Önümüzde cetvelle çizdiğimiz sayfalar vardı. Cetvel dediğim bir tarafı düz, oldukça düz bir ağaç dalıydı. Sağdan sola tank, asker, tüfek, otomatik tüfek, tabanca gibi kutucuklar yapmıştık. Bunların içine her gün komünün önünden geçen, geri dönen ve bazen geri dönmeyenleri yazıyorduk. İşimiz buydu. Uluslararası insan hakları gözlemcisiydik. Ateşkes anlaşmasına göre Meksika hükümeti geceleri Zapatista bölgesinde asker bırakmamayı kabul etmişti. Bunu denetliyorduk. Her gün geçen askeri birlikleri sayıyorduk. Yüzümüze nefretle bakıyorlardı. Bizi dış mihrak olarak görüyorlardı. Bizi de Avrupalı zannedip öldürmüyorlardı. Küfür ediyorlardı. Umursamıyorduk. Ben cezaevinde bizi saymalarının intikamını alıyordum. Bütün rütbelerini iki cetvel, daha doğrusu bir tarafı düz, oldukça düz bir ağaçla çizdiğimiz çizelgeye yerleştiriyordum. Geri dönmeyip Lacandon ormanlarında kalırlarsa, uluslararası kamuoyuna bildiriyorduk. ‘Dün iki tank, 11 asker, 11 tüfek ve bir otomatik tüfek geri dönmedi’ yazıyorduk. Onlar küfür ediyorlardı, tehdit ediyorlardı ve bazen çıkarken fırsat bulurlarsa öldürüyorlardı.
Bazen Sub Kumandan Marcos geliyordu. Sıkça gelmeye başlayınca Borges’in sokağa inmiş tanrıları gibi muamele görüyordu. ‘Ah yine mi onlar’ deniyordu. İtalyan arkadaşlara, 'Makarna yapmazsanız yemeğe gelirim' diyordu. İtalyanlar makarnadan vazgeçmiyorlardı ama çok kısa süre sonra makarna bitiyordu. Her şey bitiyordu. Meksika askeri içeri hiç yiyecek sokmuyordu. Her gün kara fasulye, tortilla yiyorduk. Koyu ve oldukça sert Zapatista kahvesi içiyorduk.
Bir gün havuçlu pirinç pilavı yaptım. Komündekiler çok sevdi. 'Çok güzelmiş Türk pilavı' dediler. 'Öyledir' dedim. Bu Türk pilavını yememiş olabilirsiniz. Ben de yememiştim ama zaten, pirinç ve havuçtan başka bir şey yoktu. Sonra hayatımda her yerde ne malzeme varsa ondan yemek yaptım. Dünyanın bir tarafının ismini uydurdum. Dünya mutfağı dedikleri bu olmalıydı.
Ne zaman birisi dışarıdan gelse yanında biraz bir şeyler getirebiliyordu. İki portakal, bir kilo pirinç, üç paket çikolata, onbeş-yirmi şeker filan. Paylaşıp yiyorduk. Özenle yemeklere bölüyorduk. Her yemek ziyafete dönüyordu. Mesela kara fasulye, tortilla, kahve ve iki dilim portakal oluyordu ya da kara fasulye, tortilla, kahve ve bir havuç, yahut kara fasulye, tortila, kahve ve bir elma…
Bir gün her şey bitmişti. Sadece bir şeker kalmıştı. Parlak kağıda sarılı bir bonbon şekeri. Basklı kadın arkadaş, 'Kime vereyim?' dedi. Sözde herkes istiyordu. Gerçekte herkes gülüyordu komünde. O sırada oradan geçen bir Maya çocuğuna verdi. Şekeri aldı çocuk, koşarak gitti.
Biraz sonra komün sorumlusu geldi. Yanında çocuğun annesi babası vardı. 'Toplantı yapalım' dediler. Toplandık. Oturduğumuz masada kahve fincanlarını kenara çektik yani. ‘Neden çocuğa şeker verdiniz?’ dediler. Anlattı Basklı arkadaş. 'Sakın bir daha çocuklarımıza şeker vermeyin' dediler. 'Biz çocuklarımızın dilenci olmasını istemiyoruz. Biz Zapatistayız çocuklarımıza verecek şekerimiz yok ama onurumuz var’ dediler…
Parlak bir kağıda sarılı olmayan bir Zapatista onuru…