Su kıyısındaydım. Havaya giderek hayatımızın resmi rengi halini alan o kusursuz grilik hakimdi. Durgun göl, opak bulutlardan zar zor sızan ışıkla gökyüzü, sudaki kuşlar ve kum, her şey o grinin tonlarındaydı. Havanın o itiraz kabul etmez kasvetiyle birbirinden bağımsız birkaç elementten oluşan hüznüm birden birleşti. Daha güçlü ve kesin bir duygu, en sevdiğim eski kelimelerden biri olan “yeis” kapladı bir an tüm benliğimi. Çok uzun zaman sonra bir eski düşman ya da sevildiği oranda üzmüş bir eski dostla karşılaşmak gibi, kaçınılamaz bir yanı vardı bu ziyaretin. Olduğu gibi içime kabul ettim.
Çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca şiir yazdım. Yetişkinliğe girmeden terk ettiğim şiir bazen kıskıvrak yakalar beni, aranmadan bulunur, ânı ele geçiriverir.
“Bir ağaç kaybolsa da orman yine orman,
Ya bir harfi kaybolsa, zaten kaç harf ki insan” Haydar Ergülen’e ait bu dizeler birden o yeis ânının film müziğine dönüştü.
Hüzün üç parçadan oluşur: Geçmiş, gelecek ve gelmeyecek. Bunu da ben yazmıştım bir zaman. Yalnızca sevincin zamanı ‘şimdi’ olduğundan sevinç en kırılgan duygumuzdur. İşte bu kırılgan şimdiye sabitlenmek uzun zamandır hayatımızın başlıca amacı. Sevinç, neşe dışında hiçbir duyguya yüz vermiyor, mümkün olduğunca eğlenmek ya da her şeyi eğlenceli hale getirmek istiyoruz. Hayat çok kısa, evet, kafa kaldırmıyor, aman. Ama hiç kaldırılmayan kafa da, “Don’t Look Up”ta üstüne basa basa dendiği gibi, bizi burnumuzun ucunu bile göremez hale getiriyor.
Hayat bir acılar ve kıstırılmışlıklar antolojisine dönüşmüşken, hüzünlenmek, durmak suç gibi bir şey oldu. Bir dostumuzun acısına, az çok tanıdığımız birinin sıkıntısına, çoğu kez kendi sıkıntımıza dahi, ortak olamıyoruz. Veba gibi kaçıyoruz sıkıntıdan. Ya da en afilisine, en dehşetlisine, “başkalarının acıları”na çok kısa bir anlığına teyelleniyoruz. Paylaşımlarla, “sözün bittiği yer” dedikten sonra kurduğumuz upuzun cümlelerle, ölü genç ve çocuk bedenlerinin bir çırpıda bir örnek çizimlere dönüştüğü kartpostal duyarlılıklarla…
Kötü an olmadan iyi an olur mu? Geçmişle yüzleşmeden şimdi ve gelecek mümkün müdür? Anlar ve “ansızlık”la lanetlenmişiz, “story”den “history”ye dönüşemiyor hiçbir şey. Onları tarihimizin bir parçası kılacak kadar yerleşemiyoruz anlara, bir ayağımız hep dışarıda.
Bunlar hep şikayet ettiğimiz, pek de kaçınmak istemediğimiz şeyler. Çağın ruhu ensemizden düşmeyen virüs gibi bulaşıcı. Hemen hemen bütün ruhlar şikayet ettiği her şeyle enfekte.
Bunları düşünürken güneş açtı. Akşamında hastalandım. Eskilerin, güçlü duygusal deneyimlerden hemen sonra yataklara düşen, ince hastalığa tutulan roman kahramanlarının narinliğinde hissettim bir an kendimi. Gerçi duygularım güçlüdür ama bal gibi de soğuk almıştım, abartmayalım. Ya da iki senedir her nasılsa kaçtığım (ya da kaçtığımı sanıp fark etmeden atlattığım) virüs beni de bulmuştu. (Testim negatif çıktı ve bugün artık iyiyim, muhtemelen soğuk beni almıştı sadece.)
Halsiz ve hafif ateşli geçirdiğim üç günde ülkede birçok can yakıcı şey oldu. O neredeyse sevdiğim puslu halden, ateş mesafesinden izledim olan bitenleri. Enes’in videosunun tamamınıysa ancak bugün izleyebildim, daha önce elim gitmedi.
“19 yaşımı hiç böyle hayal etmemiştim.” Bu söz çoğumuz gibi benim de zihnimin baş köşesine kuruldu. Öyle sade bir üzücülüğü var ki. Çoğumuz şu anki yaşımızı böyle hayal etmemiştik, ülkedeki son 18-19 yılımızı giderek artan bir haksızlık duygusunun boğuculuğuyla deneyimliyoruz. Bir “çalınma” hissi bütün hayata hakim. Ya elindeki tek şey 19 yıldan ibaretse, yetişkinin uzamış kabusu senin tüm hayatınsa? Ya o hayat içinde yerleştirildiğin yer sana en ufak bir umut kapısı bırakmayacak kadar boğucuysa? Hayallerin, düşüncelerin, aklın bir tarikat yurduna tıkıldıysa? İçinde büyüyenleri bir intihar notuna dönüşene kadar paylaşabileceğin kimse yoksa? En yakınların, ailenin büyükleri tıkıldığın cenderenin müsebbibi, küçükleri ise hiçbir şey yapamadığın bir endişenin kaynağıysa? İnandıkların, hayal ettiklerin, arzuların ve hayat arasındaki çelişkiler her adımına bir gardiyanın dikildiği bir hapishaneye çevirdiyse hayatını?
“Her çocuk öğrenir bunu: İnsan karanlıkta da görür. Gözlerini kapatıp açarsan bu daha çabuk olur. İçinden ona kadar sayarsın. Açılan gözlerin daha kesin bir karanlıktan çıktıklarına memnun, ortama adapte olmak için elinden geleni yapar. Nesneler yavaş yavaş belirir. On-on beş saniyede etrafını iyiden iyiye seçer hâle gelirsin. Göz, karanlığa alışır.
…Çocukluk herkes için gündüz mü, şimdi topluca dünyanın gecesine mi geldik bilmiyorum. Çocukluğumuzun hiçbir sıkıntının bütün havayı kaplamayı başaramadığı zamanlarını düşünüyorum. Dünya için uzun sayılmayacak bir zaman diliminde her şeyin bu kadar değişmiş olması saçma geliyor. Sanki birden yönetmen değişmiş. Renkler, atmosfer, açılar, her şey farklı. Bu yenisinin mizah duygusu çok zayıf, gerilimin de suyunu çıkarıyor. Seyircinin ara ara soluklanması gerektiğini unutuyor. Hep karanlık…”
Bu satırları, 2018’de, atanamadığı için intihar eden 25 yaşındaki öğretmen Merve Aydın için yazmıştım. “Bu güzel gülüşlü kızın çok uzun bir tünelden geçtiğini düşündüm. Artık ucunda bir ışık olduğuna inancını yitireceği kadar uzun bir tünelden. Sonunda oradan rahat rahat inebileceğini bilen kimse bir trenden atlamaz,” demiştim. Tünel ve tren çok eskimiş metaforlar olsa da, intihar, en iyi karanlığın terimleriyle anlaşılabiliyor. Bir anlığına bile güçlü biçimde duyumsandığında insanı yerle bir eden “yeis”in, çıkışsızlığın, umutsuzluğun tüm hayatı kaplaması.
Enes intihar notu formatında bir vasiyet bırakmıştı. Biriktirdiği parayla annesine alınmasını istediği fırını ve kızkardeşleri için endişesini de içeren bir tür vasiyet. Yaşarken kendini ifade edememiş, giderken sesi, sözü duyulsun istemişti, bu çok açıktı. Bir biçimde duymalı ve duyurmalıydık. Sonra günler boyu süren tartışmalar bunun yolu yöntemi konusunda kafamızın ne kadar karışık olduğunu gösterdi.
Enes’in ölümü üzerine büyük ukalalıklar ettik, çok az “gerçek” söz söyleyebildik. Sorumlulukla ezberler arasındaki çizgide “ses veremeyenin sesi olma” şiarı belirsizleşti. Bu da normaldir belki. Acının hemen kitlesel tüketimin bir parçası halini aldığı bir zamanda, intihar notları ve videolarının paylaşımının “tetikleyici” olabileceği uyarısını yapmak. Bu uyarının kendisinde bir sorun yok, hatta gerekli. Enes durumunu farklı kılan şey, bu intiharı tetikleyenin zaten şu an ülkedeki gençlerin çoğunun üzerindeki kara bulut oluşu. Hiçbir paylaşım bunu doğuran, hazırlayan ortamdan daha tetikleyici olamaz. Yine de tüm bunlar tartışılabilir ve sesi duyurmanın az ya da çok riskli olmayan yolları bulunabilir. Ezberlerin konuşmayı tümden kilitlemesinin en büyük risk olduğu bundan sonra mıh gibi aklımızda bulunmalı ama.
Tetikleyiciliğe dair tartışmaları, muhalefetin de ana meseleye, siyaset, aile, cemaat üçgeninde sıkışmış bir gencin ölümünün politik yanına ilişkin hakikati es geçen bir tıkanıklıkla yaptığı kem küm açıklamalar izledi. En güçlü, insani sözü Tarkan söyledi! Bu son derece politik intihar ya da toplumsal cinayet, “her şeyi politikaya alet etmeyin” muktedir ezberiyle örtülmeye çalışılınca Enes’in uğruna ya da yüzünden hayatını kaybettiği hakikat, iyice gözden ırak hale getirildi. Tarikat yurtlarına dair tartışmalarda Enes’in videosuna ve ilgili haberlere bir çırpıda erişim yasağı getirildi. Bir kez daha, (üstü) kapatılmaya çalışılan sadece hakikat oldu.
Enes sadece hayallerini gerçekleştirmek isteyen ama bunun için tüm olanaklar acımasızca bir bir elinden alınmış bir çocuktu. Bir kahraman değil, kartpostala sığdırılacak bir “simge” değil. Çoktan elinden alınmış hayatına kendi tercihiyle son vermiş bir çocuk. Onun için bir şey yapamasak da ülkede aynı cenderelere sıkışmış gençler, henüz solmamış hayatlar için bir şeyler yapabiliriz.
“Ya bir harfi kaybolsa, zaten kaç harf ki insan?” Gençlerinin ve gençliğin umudunu kaybetmekte olan bir toplumun dili olur mu? Özenle, dikkatlice ve unutturulmasına izin vermeden Enes’in sesi olmaya çalışmak, boynumuzun borcu. Hayatları cehenneme çeviren şey, ses değil dilsizliktir, suskunluktur.