Zaven Biberyan: Kirletilen masumiyetin romanları

Biberyan’ı benzersiz bir yazar yapan merkezî özelliklerden biri Harold Bloom’un bahsettiği türden tuhaflıktır. Vahşi ve doğal bir gücü vardır yazdıklarının. Biberyan, birey ve toplumun bilinçdışındakileri daha kelimeye bile dökülmeden sadece bir nüveyken duyup yazıyor gibidir. Hemen herkes, bilinçdışındakilerin en derinindeki noktaya ulaşana dek hareket eder. Kimi zaman anlatımın kirli gerçekçiliğe yanaştığını hissettiren de budur.

Abone ol
Karıncaların Günbatımı, Zaven Biberyan, çeviri: Sirvart Malhasyan, 528 syf., Aras Yayınları, 2019.

Edebiyat kanonundan bahsederken onun içine aldıkları kadar dışarıda bıraktıklarından da bahsetmek gerek. “En tepedekiler” kadar kıymetliyken okuruna ulaşamamış, ilgi görmeyi bırakın görmezden gelinmiş bir yığınla karşı karşıya olduğumuzu hissederiz. Edebiyat tarihimizde ötelenen, okuma listelerine giremeyen, okurun direncini kıramayan, eleştirmenlerin dikkatini çekemeyen bir külliyatın varlığını tartışmaya açmalıyız. 90’lara kadar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın, Yusuf Atılgan’ın yaşadığı ilgisizliği düşünelim mesela… Hâlâ geniş bir okur kitlesine ulaştığını söyleyemeyeceğimiz Leyla Erbil’i, Bilge Karasu’yu ya da adı anılan isimlere göre ilgisizliği katbekat hissetmiş Selçuk Baran’ı bir anımsayalım! Liste uzayıp gidebilir. Popüler olamayan, sadece belli bir okur kitlesine hitap ettiği düşünülen bu yazarların kanona dâhil edilenlerden eksiğinin ne olduğunu merak etmişimdir hep. Kanon dışına sadece toplumsal olarak yalıtıldıkları, muktedirler tarafından makbul görülmedikleri için itilen yazarların sesinin duyurulmasıysa tümüyle göz ardı edilir. Gayrimüslimlerin edebiyatını, memleket yazınına doğrudan etki etmiş olsa da görmezden gelmek vaka-i âdiyeden sayılır.

Zaven Biberyan da memleket edebiyatına yeni bir soluk getirecek kadar büyük eserler vermiş olsa da görmezden gelinen yazarlardan biri oldu. Ermenice yazdığı için Türkçeye geç çevrilmesi değildi tek sorun –ki Yalnızlar, 1966’da Türkçeye çevrilmişti–. Memlekette Ermeni, kendi cemaati içinde sosyalist olduğu için dışlanmıştı. Sonuç olarak Biberyan’ın romanları Yalnızlar, Meteliksiz Âşıklar ve Karıncaların Günbatımı’na Türkçede eksiksiz bir külliyat halinde ulaşmak için son birkaç yılı beklemek gerekti. Bu bekleyişin sonunda da büyük bir yazarla tanışma şansına eriştik. Peki, Biberyan romanlarını benzersiz kılan nedir? Aslında aynı konuların etrafında dolaşıyormuş gibi görünen eserler, derinliğini neye borçludur? Bu soruların cevaplarını almadan önce romanlara dair birkaç kelam etmek gerekiyor.

Yalnızlar, Zaven Biberyan, 240 syf., Aras Yayınları, 2016.

BENZER ÜSLUP VE TEMALAR 

Biberyan, üç romanında benzer üslup ve temaları kullanır. Her üç roman, Türkiye’nin utanç zamanlarının yakınında geçer. Yalnızlar 6–7 Eylül’ün öncesini, Meteliksiz Âşıklar sonrasını, Karıncaların Günbatımı ise Varlık Vergisi, Aşkale ve Nafıa Taburları garabetlerinin ertesi günlerini konu edinir. Biberyan, üç dönemin de ruhunu eksiksiz şekilde romanlarına taşır. Aynı zamanda üç romanda da aileden sokağa, sokaktan semte, semtten şehre, en sonunda ülkeye ulaşılan bir panorama çizilmeye çalışılır. Evet, romanların hepsinin merkezinde gayrimüslimlerin yaşadıkları felaketler vardır ama Biberyan, felaketleri ve gaddarlığı anlatmak yerine çürüyen aile ilişkilerini, naifliğini ve sevimliliğini yitirmiş mahalleleri, sistemin geri dönüşsüz kirlettiği masumiyeti merkeze alır.

Biberyan’ın ilk romanı Yalnızlar, 6–7 Eylül olaylarının öncesinde 50’lerin Kadıköy’ünde geçer. İstanbullu yerleşik zengin Osman Bey, Kayserili Demokrat Partisi vurguncusu Mısta Bey, annesi Yeranik ve teyzesi Papul’la yaşayan Krikor’un komşu oldukları zamanlardır. İstanbul’a göç dalgası başlamış, ilk dalga göçmenlerden Sivaslı Ali de kasap dükkânı açmıştır. Ali’nin gözü Osman Bey’in yanaşması Gülgün’dedir. Gülgün ise Seksapel dergisindeki güzellerden biri olmayı kafasına koymuştur. Marshall yardımlarının sonrasında şehir hayatında görünmeye başlayan Seventeen Dergisi’nden fırlamış 175’lik Amerikan kızları da özenilen rakipler olarak sokaklarda arzı endam etmeye başlamıştır. Yalnızlar’ın başkişisi, orijinal adı olan Sürtük’ün işaret ettiği gibi Gülgün değildir ama Kadıköy’ün kendisidir. Hatta bir adım daha ileri gidersek 6-7 Eylül’ün öncesindeki Türkiye’dir. Yeni palazlanmaya başlayan yerli burjuvazi, 1915’i, mübadeleyi, Varlık Vergisi’ni, Aşkale’yi, yirmi kur’a nafıa askerliğinde köle gibi çalıştırılmayı atlatmış gayrimüslimlere son darbeyi indirmeden önceki memleketin ahvali anlatılır Yalnızlar’da.

Meteliksiz Âşıklar ise son darbeyi de atlatmış gayrimüslimlere odaklanır. Artık sokakta Ermenice konuşmamaya dikkat eden bir kuşak vardır. Çalışan ve kendi ayakları üzerinde durabilen Norma ile ondan birkaç yaş küçük lise son sınıf öğrencisi Sur’un baş başa kalma mücadelelerinin ekseninde bir Türkiye fotoğrafı çekilir romanda. Romanın başkişisi Sur hem kendisinden büyük hem de ailesine göre alt sınıftan olan Norma ile ilişkisini sürdürmeye çalışırken öte yandan ailesinin içindeki konumunu sorgular. Ama bu sorgulama kalıplaşmış yargıların, öğrenilmiş jestlerin prizmasından geçecek; o, kendini bulma yolunda ilerlediğini sanırken aslında ergenlik öfkesinin içinde savrulacaktır.

Karıncaların Günbatımı ise Varlık Vergisi döneminde Nafıa Birlikleri’nde askere giden Baret’in döndüğü zaman hiçbir şeyi eskisi gibi bulamamasına odaklanır. Babası Aşkale’ye gitmemek için tüm malvarlığını kaybettiğinden ev içindeki otoritesini de yitirmiştir. Eğitimli ve geleceği parlak bir genç olan Baret ise ters yüz olmuş dünyasını anlamaya çalıştıkça çıkmaza sürüklenecektir. Biberyan, kendine özgü üslubuyla benzer temalar üzerine yazıyor görünse dahi aslında her büyük yazarın peşine düştüğü“bütünlüğün” peşinde olduğunu hissettirir. Onun için yazdıkları hem bireyin psikolojik varoluşunu hem de toplumsallığını açığa çıkarır. Peki, bu nasıl gerçekleşir?

Meteliksiz Âşıklar, Zaven Biberyan, çeviri: Natali Bağdat, 224 syf., Aras Yayınları, 2018.

BİBERYAN'IN BENZERSİZLİĞİ 

Biberyan’ı benzersiz bir yazar yapan merkezî özelliklerden biri Harold Bloom’un bahsettiği türden tuhaflıktır. Vahşi ve doğal bir gücü vardır yazdıklarının. Biberyan, birey ve toplumun bilinçdışındakileri daha kelimeye bile dökülmeden sadece bir nüveyken duyup yazıyor gibidir. Hemen herkes, bilinçdışındakilerin en derinindeki noktaya ulaşana dek hareket eder. Kimi zaman anlatımın kirli gerçekçiliğe yanaştığını hissettiren de budur. Ama Lukacs’ın doğalcılarda gördüğüne benzer içeriğin vahşileştirilmesi durumuna meyletmez bu doğrudanlık. Karakterlerin kendilerine bile itiraf etmediklerini ya da bir anda akıldan geçenleri yakalar Biberyan. Bu sobeleme, “ailenin, özel mülkiyetin ve devletin” halı altına süpürdüklerine karşı bir saldırıyı olanaklı kılar.

Biberyan’ın benzersizliğini sağlayan başka özellikse insanların nesnelerle kurduğu ilişkiyi, neredeyse 19. yüzyılın büyük yazarlarının titizliğiyle ele almasıdır. Yine Lukacs’ın Tolstoy’da tespit ettiği özelliktir bu: Tolstoy, anlamları değişmeye başlayan nesneler dünyasının birbiriyle, daha sonra ise insanlarla ilişkisini dinamik bir şekilde kompozisyonunun içine yedirerek kendi tarzını yaratır. Tolstoy’un romanlarında nesneler hem dış gerçekliğin betimlenmesinde hem karakterlerin iç dünyasının açıklanmasında rol alır. “Tolstoy’da ‘nesnelerin birliği’ daima dolaysız, kendiliğinden ve hissedilebilir bir biçimde, bireysel kaderlerle çevresel dünya arasındaki sıkı bağı dile getirir.” Biberyan’ın külliyatında da nesneler karakterlerinin kaderiyle ayrılmaz bağ içerisindedir. Yalnızlar’da Gülgün’ün puloverle, Krikor’un yeleğiyle; Meteliksiz Aşıklar’da Sur’un arka cebinde taşıdığı tarağıyla; Karıncaların Günbatımı’nda Hilda’nın bohçalarda gizlenen giysileriyle, Baret’in nafıa askerliğinin dönüşünde üzerinde hissetmediği pantolonuyla birlikte dünyayla kurdukları ilişkileri tahayyül ederiz. Biberyan, herhangi bir sarkma ya da eğretilik hissi vermeden karakterleriyle dış dünya arasında doğal bir ilişki kurabilen nadir yazarlardan. Dış dünya ile karakterler arsında kurulan bu ilişki neredeyse tüm roman kişilerine yansıdığı oranda gerçekçi bir dünya yaratılmasını olanaklı kılar. Biberyan’ın romanlarında sadece ana karakterler değil yan karakterler de kanlı canlı arzı endam eder. Zamanın ruhu, insanların toplumsal konumları ve bireylerin psikolojileri bu karakterler aracılığıyla netleşir.

Biberyan’ın görmezden gelinmesinin sebeplerinden biri “azınlık” mensubu olması. Bir başka sebep, içinde yaşadığı toplumu betimlerken elini korkak alıştırmaması. Ayrıca o, toplumsal ilişkileri romantize etmemesi, felaketler çağını felaketlere yaraşır kelimelerle ifade edebilmesi yüzünden de dışlanmış bir yazardır. Evet, Ermeni cemaatinin kendi içindeki çarpıklıklar Biberyan’ın romanlarının temel konularındandır ama memleketin genel hâli de göz ardı edilmez. Bu açıdan bakıldığında sadece belirli bir cemaatin değil Türkiye’nin romanını yazmıştır Biberyan. Onun için tam da bu toprakların kalp atışlarını dinleriz onun satırlarında. Ve tam bu nedenle Zaven Biberyan’ın romanları Türkiye edebiyatının nitelikli eserlerinin yanında anılması gerekir. Hem de bir an evvel!