AKP’nin resmi kuruluşundan 10 gün öncesi… Taha Akyol’un, 4 Ağustos 2001 akşamı CNN Türk’te yayınlanan programına katılan Rahmi Koç, ilginç şeyler söylüyor. “Tayyip Bey’de çok para olduğunu öğrendik. 1 milyar dolar biriktirmiş, nasıl biriktirmişse” diyor. Belediye başkanlığını, hapishane günlerini ve nihayetinde parayı da bulduğunu hatırlattıktan sonra, devam ediyor: “Derslerinin hepsini yapmış oldu. Kendini yenilediğini söylüyor, ben inanmıyorum. Bir misyon yürütüyor… (Erbakan ile) görüş ayrılığı 'ben ilericiyim, sen gericisin' değil, hedefe gitmede. Başka bir yol seçerek, belki daha yumuşak bir yol seçerek, gitmeyi planlıyor.”
Bu sefer tarih AKP’nin iktidara gelmesinden beş gün sonrası… 8 Kasım 2002’de, holding içi yayınladığı “Başkan’ın Mesajı”nda Koç, “2001’in zorlukları" diyor, “Güverteyi temizledi. Yaşayabilir işler yapanlar güçlendi; politik etki ve lütufla çok hızlı büyüyenler silindiler.”
Aynı ismin, aynı dönem için yaptığı iki farklı yorum, büyük sermayedarın pragmatizmiyle açıklanamayacak bir berraklığa sahipti. Zira önceki 10 yılda cinayetlerle, katliamlarla, deprem, yolsuzluk ve krizlerle darmadağın olmuş, yorulmuş toplumun üzerine, yeni bir Türkiye hayali boca edilirken; Rahmi Koç, 2002’de nasıl bir dönüşümün yaşandığını belki de herkesten iyi görüyordu. “Güverte temizliği”, sadece 90’ların “yandaş” ilişkilerinin tasfiyesiyle sınırlı değildi çünkü. Tank paletinin bile başaramadığı bir iktisadi rejime geçişin ifadesiydi.
TMSF aracılığıyla finans sistemine yapılan cerrahi operasyon, holding bankacılığı üzerinden sermaye yapısını yeniden haritalandırmaya dönüktü. Özel mülkiyetteki değişim, özelleştirme marifetiyle kamusal mülkiyetin de paylaşımıyla tamamlandı. Esas mesele devletin yeni işleviydi. İdari yapı, üst kurullarla, kamunun ekonomiye müdahale araçlarını temsil mekanizmalarının "vesayetinden" kurtaracak şekilde düzenledi. Küçülen değil, bilakis sermaye birikiminin önüne koşulan etkin, güçlü bir devlet aygıtı inşa ediliyordu.
2002’de bölüşüm ilişkileri yeniden biçimlenirken, toplumun payına düşen neydi peki?
En başta iş yasası esnetilerek emek üzerindeki tahakküm güçlendirildi. Kamuya da taşeronluk sistemi entegre edilip, iş güvencesi her alanda tahribata uğratıldı. Para politikaları, ücretler üzerinde baskı uygularken; özelleştirmelerle işçilerin örgütlü unsurları tasfiye ediliyordu. Yeni Türkiye’nin ilk kolonu, otoriter emek rejimiydi. Ve işçilerle sınırlı kalmadı bu. Perakendeye ve tarımsal üretime yönelik düzenlemeler gıda fiyatlarını dünya fiyatlarıyla rekabete sokarken; çiftçiyi ithal ürünle, bakkalı marketle, küçük esnafı AVM ile karşı karşıya getirdi. Kırdan çözülen, kentlerde kalabalıklaşan nüfusa istihdamla çözüm bulunmadı. İmar rantı, kredi mekanizması ve sosyal yardımlara dayalı “lütuf politikaları”yla yönetilen devasa bir “artık nüfus” çıktı ortaya. Gençlerin potansiyel işsizliği, eğitim zinciriyle örtüldü.
Özetle, Türkiye toplumunun gerçek anlamda piyasa ekonomisiyle imtihanı başlıyordu. Emekten ormana, ırmaktan kentlerdeki arazilere, dağlardan yaylalara henüz metalaşmamış ne varsa metalaşıyordu. Bu anaforun gücü de 1997’lerde merkez ülkelerden çevreye doğru genişlemeye başlayan sermaye hareketleriydi. O akımların Türkiye’deki zirvesiyle, iktisadi dönüşüm eş zamanlıydı.
İşte “güverte temizliği”nin diğer veçhesinde toplumun iliklerine kadar piyasaya tabi kılınması bulunuyordu. Böylesine köklü dönüşümün ağır sonuçlarını yönetmek, etkin bir devlet aygıtını gerektiriyordu ama asıl iş, toplumsal mobilizasyonu sağlayabilecek siyasi mimariydi. Merkezindeki “adama” başından itibaren duyulan şüpheye rağmen, AKP’ye verilen güçlü desteği ve onun popülist siyasetini buradan da okumak lazım. Lakin şüphelerin daha 2006’larda hesaplaşmaları doğurduğunu unutmadan…
Yani “yeni ekonomik düzen”, Erdoğan’ın bazen ertelediği, bazen pragmatist hamlelerle saptığı ancak kafasından hiç çıkarmadığı siyasi çizgisini hayata geçirebilmesini sağlayan ikili bir işlev gördü. Buraya döneceğiz.
Önce hâlâ minnetle anılan dönemin yarattığı toplumsal enkazın kaba bir fotoğrafını çekelim. Şu grafikler kriz sonrasına değil, ülkenin iktisaden istikrarlı sayılan (2002-2009) zaman kesitine ait:
Bugün pandeminin çarpan etkisi yaptığı, üzerine iktidardaki yozlaşmanın kendine has yıkıcı dinamikler eklediği toplumsal enkaz, “her şeyin çok güzel” göründüğü yıllarda başladı aslında. Aşağıdan yukarıya muazzam bir servet transferi sürerken, aşağısı dehşet verici borçlanmanın sağladığı tüketim gücüyle karnavala katılıyordu.
Erdoğan’ın siyasal hareket alanı bu geniş yelpazede anlam kazanıyordu. İlk kez resmi bir koltuğa oturduğu 1994’ten 2021’e onun yegane motivasyonu, bilinçli politikası daima İslamcılıktı. 2002’deki “güverte temizliği” ve özellikle sermaye akımlarına dayalı kredi genişlemesi ile bunların yarattığı sıkıntılar, aynı anda toplumun siyasal İslamcı dönüşümünün zeminini oluşturdu. Piyasanın ve piyasanın sonuçları üzerine inşa edilen piyasa karşıtlığının beraberce Erdoğan’ın “kurtarıcı” mitine yakıt taşıması, özel bir durum olsa gerek.
Nitekim ikisini bir arada sürdürmenin olanaksızlaştığı, faiz-kur sarmalına girildiği 2015 sonrasında Erdoğan açısından öne çıkan mesele, uzun süre ötelenebilmiş enkazın çırılçıplak görünür hale gelmeye başlaması ve bir zamanlar taleplerini bol keseden karşılayarak siyasallaştırdığı "tehlikeli sınıfları" kontrol edebilme zorluğudur. Türkiye’de siyasetin düğümlendiği nokta da büyük oranda burası görünüyor.
Doç. Dr. Pınar Bedirhanoğlu’nun şu değerlendirmesine kulak verelim: “AKP eliyle canlandırılmış bu ‘tehlikeli sınıfların’ nasıl kontrol edileceği konusu, artık sadece AKP’nin sorunu olmaktan çıkmış gibi görünüyor. İşin ilginç yanı, bugüne kadar korumayı başardığı ‘kurtarıcı mitiyle’ AKP, hâlâ bu kesimlerin toplumsal tepkilerini idare edebilme gücüne sahip yegâne siyasi güç gibi de görünüyor. Dolayısıyla AKP, bugün sadece kendi krizini Türkiye kapitalizminin krizine dönüştürmüş değil; aynı zamanda Türkiye’nin yerleşik düzenini de kendisine mahkûm etmiş durumda.”
***
2002’de Türkiye, toplumu cendereye alan farklı bir iktisadi rejime geçti ve hem bunun ortaya çıkardığı olanaklardan hem de yıkıcı sonuçlarından beslenen despotik bir siyasi rejim doğdu. Zehirli bir kokteyl içirildi topluma.
Şimdi birisinden kurtulmayla işlerin düzeleceğini savunan yaygın bir siyasi eğilim hakim kılınıyor. “AKP kurallı piyasadan ayrılınca bunlar başımıza geldi” deniliyor ve tekrar aynı noktaya dönüş yeni bir hikayeymiş gibi tezgâha sürülüyor. Oysa o toplum 2001 öncesinde, mazide kaldı. Piyasanın sillesini, AKP’nin zehriyle beraber yemiş; lime lime olmuş vaziyette bugün.
10 milyon işsiz, çalışırken yoksullaşan milyonlarca kişi, eğitim dahil herhangi bir kamusal faaliyette görünmeyen milyonlarca genç, her an işini kaybetmekle yüz yüze 8 milyona ulaşan “kırılgan istihdam”, 17.2 milyon yoksuldan oluşan; her 10 kişiden 7’sinin borçlu olduğu yığının önüne nasıl bir reçete konulacak?
Dünya piyasalarında kaynayan doları çekebilmenin yolunun, AKP’nin gitmesinden değil, yüksek getiri vermekten geçtiği ve bunun da zaten toplumun altında kaldığı iktisadi yaklaşım olduğu bilinmiyor mu?
Hafta sonu lise ve üniversite öğrencileri ile yaptığı video konferansta CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Düşük ücretli işler ve işsiz sayısının çok olduğu yerde sendikalaşma olmaz. Çok sayıda işsiz var. Dolayısıyla işveren daha düşük ücret ödeyerek kişinin emeğinden daha fazla yararlanmak ister. Kapitalizmin ortaya koyduğu gerçek de budur. Bunu aşmak için Türkiye'de güçlü bir sosyal devletin olması, istihdam alanlarının yaratılması, kişi başına gelirin yükseltilmesi lazım” diyordu.
Doğru ancak, Erdoğan’ın elindeki “sağcı-İslamcı” kozları almak uğruna yoğun enerji harcanan “taktiklerin” arasında kaybolup giden bir doğru. Adalet ve hukuk arayışını, çoğunluğun dağılmış yaşamını toparlayacak net bir iktisadi politikaya giydirmeden, siyasetteki dehşet dengesinin retorikle, toplu resimlerle değişmesi kolay görünmüyor.