Hatay’da Erdoğan’la birlikte bir sınır karakolunu ziyaret eden ve klarnet çalıp türkü söyleyen ‘ünlüler’, kendilerini eleştiren CHP lideri Kılıçdaroğlu’na verdikleri yazılı cevapta, “Bölgeye gitmekten neden imtina ettiğini Türk milletine açıklamalıdır” deme hakkını kendilerinde gördüler. Ve bu dönemin etiket kalıplarından biri olan şu ‘meydan okumayı’ savurdular, kırık dökük Türkçeleriyle: “Ordumuzla ve milletimizle bir bütün olmaktan gurur duyan sanatçılar olarak sayın Kılıçdaroğlu'nun açıklamalarıyla ilgili suç duyurusunda bulunacağımızı kamuoyunun takdirlerine sunuyoruz.” Öncesi bir yana, 2015 yazından sonra Türkiye’ye hakim olan atmosferin bir özeti gibiydi bu açıklama: “Türk milletine açıkla…”, “suç duyurusunda bulunacağımızı…”
Sadece yukarıdan aşağıya gerçekleşebilen ve aşağıda, ancak hakim otorite tarafından işaret edilmiş kişi ve kurumlara yönelik ucuz taklitlerinin üretilebildiği bir hesap sorma mekanizması… Hukuk adına geriye kalmış son kurumların, gerçekte ne olduğunu bilmedikleri bir kamuoyuna da ilan edilmiş intikam zemini olarak, aynı otoritenin cezalandırma yoluyla yeniden tesisi için göreve çağırılması… Zamanın ruhu. Ama sadece ‘bugün’ü temsil etmek anlamıyla da değil, bugünkü zamanı, onu yaratan nesnel ve kültürel koşulları da bir nüfus cüzdanı basitliğinde ifşa ederek...
Şimdiki çürümüşlüğü, politik, ahlaki, estetik çöküşü; mayalandığı yılları da kapsayacak, hangi iklimin devamı olduğunu apaçık gösterecek şekilde kemale ermiş bir belgeydi bu. Şunlar, ‘imzacı’lardan birkaçı: İbrahim Tatlıses, Sibel Can, Yavuz Bingöl, Cengiz Kurdoğlu, Mustafa Sandal, Coşkun Sabah, Alişan, Seda Sayan, Muazzez Ersoy, Hakan Peker, Emel Müftüoğlu… 90’ların ‘pop-kültür’ furyasının, bugün form olarak pörsümüş, birçoğu eski etki alanını kaybetmiş ama nihayetinde her anlamda ‘kurucu’ vazife üstlenmiş unsurları...
12 Eylül ile kurulan ekonomik-politik düzenin ve o düzene uygun olacak biçime sokmak üzere baskılanmış toplumsal yaşamın; 90’lı yıllara gelindiğinde ortaya çıkmış, ikincil, ama bir yandan da en dolaysız ürünüydü bu ‘pop’ furyası. Kitle kültürü, kalabalıklar için yaşam tarzı modeli öneren dayatmalar değildir sadece; aynı zamanda bizzat yaşamakta oldukları hayatın, basit soyutlamalarla ifade edilmiş bir görüntüsüdür de. 90’ların popüler kültür furyası, Sibel Can’dan Seda Sayan’a, İbrahim Tatlıses’ten Alişan’a, Hakan Peker’e, Emel’e, Acun’a, Hülya’ya, Rıdvan’a, burada adı geçen geçmeyen onlarca yüzlerce başka temsilcisine dek tüm unsurlarıyla, böyle bir hayat tarzını hem üretiyor hem de yansıtıyorlardı.
Özellikle emekçi kalabalıklar ve gençlerin çalışmak ve uyumaktan arta kalan zamanlarını; anlam arayışından ve derinlikten yoksun, sakatlanmış bir dünya görüşü; uçucu-geçici, yalnızca kaba arzulara teslim olunan, edilgen aşklar; vefa ve özveriden yoksun bir toplumsallık; bireysellikten uzak bir bireycilik ve yüzeysel bir hedonizmden ibaret ‘benlik’ duygusunun kışkırtılması ile işgal ettiler. Şarkıları, klipleri, yazıları, gazeteleri, fotoğrafları, röportajları, filmleri ve giderek daha çok ‘herkesin gözü önünde’ yaşadıkları ‘özel’ hayatlarıyla, imrenilmese bile taklit edilen bir model yarattılar. Ve diğer yandan da onların ‘artık’ yaşamakta oldukları hayatların, aksesuarı biraz daha zengin versiyonlarını teşhir ettiler.
Sözgelimi, İbrahim Tatlıses’in kadınlara uyguladığı şiddet, sadece buna yelteneceklere ilham vermiyor, üstüne salındığı toplumsal kesimlerin gündelik yaşamından da ilham alıyordu. Gerçekte cezalandırılması gereken bir adi suçluyu mazur gösteren, onun suçlarını sanki sevmenin ve sahiplenmenin biçimleriymiş gibi paketleyen endüstriyel kitle kültürü, bir yandan o suçları yaygınlaştırdı diğer yandan mevcut ‘suçlular’ için içtihat oluşturdu. Bozulmuş, çürümüş, yozlaşmış bir yaşamı, yaşamları, neredeyse pornografik bir cüretle yeniden üreten; bireysel deneyimi, sözde kültürel bir formla geçersiz hale getirip herkes için aynılaşmış basmakalıplara dönüştüren; ve böylelikle, aslında bugünkü otoriter, faşist zemini de ilmek ilmek ören bir hazırlık aşaması gibiydi tüm bunlar.
Sadece şarkıyı türküyü değil, sadece filmi diziyi değil, heykellere tükürmekle başlayıp başkentin göbeğine dev robotlar dikmeye varacak bir estetik kopuşu değil; tüm bir gündelik yaşamı, toplumsal ilişkileri, siyasal davranışları dönüştüren etkisiyle, bugünlere gelişimize eşlik etti. Bugün siyaseti zehirleyen ve adanmış kitle desteklerine sorgusuz sualsiz bir ‘fazilet’ halesi örttüğü varsayılan ‘bizden biri’, ‘içimizden biri’ madalyalarının, ilk olarak o dönemin ucubelerine takılması tesadüf değildir. Kadınları darp eden türkücüyü, yaya ezen futbolcuyu, tecavüz hükümlüsü popçuyu ‘bizden biri’ mitolojisiyle aklayarak satmaya devam eden kitle kültürü, ‘biz’in ne olduğuna –hatta olup olmadığına– bakmadan ‘bizden biri’liği yüceltmeyi öğretmiş, bunun bir gelenek haline gelmesini sağlamıştır.
Rejimin bugün karşılaştığı temel sorunlardan biri olarak ‘arınamama’, kendini bir türlü ‘güven çemberi’ içinde hissedememe krizi, aynı kültürel formasyonun bir başka sonucu olarak vücut buluyor. Bu ‘gemisini yürüten kaptan’lar beyliğinde, bireysel ve gizli çıkarların başka ulvi amaçlar, sözde davalar arkasında saklanması o kadar doğal ki; ‘varlığını korumak’ ve düşmanı alt etmek adına gerçekleri çarpıtmak o kadar meşru ki; hedefe giden yolda ilkeleri ve erdemleri, vefayı ve onuru bir tramvaydan iner gibi terk etmek o kadar kolay ki; bunca yalanın ortasında güven duygusunu tesis etmek olanaksızlaşıyor elbette.
Dün Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde 4 akademisyenin katledilmesiyle sonuçlanan olay, ‘yukarıda’ yaşanan bu krizin toplumun çeşitli kesimlerinde yol açtığı/açacağı yıkımları gösteren ürkütücü bir örnek oldu. Okulu silahla basıp katliama girişen ve anlaşıldığı kadarıyla gerçekte çok daha fazla kişiyi yok etmeyi planlamış olan zanlının ‘bugünün ruhu’na çok uygun bir profil olduğu çarçabuk ortaya çıktı: Üniversitede 100’den fazla kişi hakkında ‘FETÖ’cülük suçlamasında bulunmuş, bunların birçoğu okuldan atılmış, bazıları tutuklanmış, beraat edenler de işlerine dönememişti.
Üstelik, “masumiyeti” ispatlanan öğretim görevlilerinin yazdığı şikayet dilekçeleri de Rektörlük ve YÖK tarafından yeterince dikkate alınmıyordu. Bir profesör, çaresizlik ve acı içinde gözyaşı dökerek haykırdı bunları. Öyle bir cadı kazanına dönmüştü ki orası, ancak 4 arkadaşları can verince ve neredeyse sinir krizi eşliğinde, bir bulantıyı kusarcasına ifade edilebilmişti hakikat. Yüksel Caddesi direnişinin mimarlarından Nuriye Gülmen de son olarak aynı fakültede görev yapmış ve bir KHK ile ‘FETÖ/PDY’ üyesi olmakla suçlanarak meslekten atılmıştı. Onun gösterdiği direnç, okulda geriye kalan atmosferle birlikte okunmalı belki. Yüzlerce barış imzacısı akademisyenin durumu için de geçerli aynı şey.
Barış akademisyenlerinin, savaşın kutsanmasına karşı çıkan Boğaziçili öğrencilerin barındırılmadığı üniversitelerde; çalışma arkadaşlarına iftiralarla zarar veren, onları yaşamsal çıkmazlara sürükleyen ve sonunda işi psikopatça bir katliama kadar vardıran birinin bunca itibarla barınmasına şaşırmalı mıyız? Hakkındaki suç duyurularının ‘esrarengiz’ ellerce buharlaştırılmasını garipsemeli miyiz? Yoksa bir ‘bizden biri’ mekaniğinin devreye girmiş olabileceğini mi söylemeliyiz? ‘İçimizden biri’ kayırmacılığı ile ‘kandırılma’ paranoyasının iki zehirli sarmaşık halinde ‘birbirlerine tutunarak’ tırmanmasıdır bu…
Yozlaşmış, kaba kişisel çıkarın esiri olmuş yaşamların saçtığı güvensizlik, nevrotik davranışlardan dünkü gibi vahşi saldırılara varmış bulunuyor. 80 darbesiyle çıkılan uzun yol, tarihte de sıkça benzerlerine rastlandığı gibi, ekonomik ve toplumsal krizin iç içe geçtiği bir yeni büküm noktasına gelmiş görünüyor.