Zehra Doğan: Bırakın, biraz da biz kendimizi anlatalım
Londra Tate Modern'in Tate Exchange biriminde, Counterpoints sanat inisiyatifinin bir haftalık sergi programında 'Geride Kalanla' isimli yerleştirmesi ile boy gösteren Türkiyeli Kürt gazeteci ve sanatçı Zehra Doğan anlatıyor: Bırakın da biraz biz kendimizi anlatalım. Çünkü bizi en çok öldüren şey sanatsızlık. Başkalarından talimat veya onay alarak iyi sanat yapılsaydı, bugün en iyi sanatı 'devlet sanatçıları' yapardı.
Türkiyeli Kürt sanatçı ve gazeteci Zehra Doğan'ın (Mardin 1989) Büyük Britanya'nın başkenti Londra'daki çağdaş sanat müzesi Tate Modern ile işbirliğinde, müze bünyesi ve Bankside'daki Tate Exchange'de son bir haftadır yer alan Li Dû Man (Geride Kalanlar) adlı sergi deneyimi, dün (25 Mayıs) sona erdi.
Doğan, Tate Exchange'de Counterpoints sanat inisiyatifinin hazırladığı bu büyük projeye, ses ve dil üzerine eğilen deneysel sanat - kültür kolektifi SoundShapes'in yanı sıra, ulus aşırı bir sanatçı topluluğu (Isabel Lima, Gil Mualem-Doron, Selina Nwulu, Stephen Tiller, Juan delGado, Hamdi Khalif, Natasha Davis, Richard DeDomenici, Zia Ahmed, Bern O'Donoghue, Farhad Berahman, Edin Suljić, Hassan Mahamdallie, Marcia Chandra, Shay D ve Laila Sumpton) ve 'İzolasyon Devam Ettikçe' projeleri ile, sokak sanatçısı ve müzisyen Basel Zaraa ve sanatçı Tania El Khoury eşliğinde katıldı. Projedeki bir diğer unsur da, Instagram temelli ev Açık Üniversite - Londra çıkışlı 'Güvencesizlik Hikâyeleri' isimli girişim oldu.
'Geride Kalanlar' ile, 2015-2016 yılları arasında Türkiye'deki Kürt yerleşimleri içinde vuku bulan şiddet olaylarını belgelediği esnada topladığı nesneler üzerinden yola çıkan Doğan, Mardin ve Diyarbakır'da tutuklu kaldığı yaklaşık iki yıl ardından Tarsus Kapalı Kadın Cezaevi'nden bu yılın şubat ayı sonlarına doğru tahliye edilmiş ve söz konusu Londra sergi davetini Tate Modern ile işbirliğindeki Counterpoints adlı sanat inisiyatifi üzerinden almıştı. Dicle Üniversitesi'nde Resim bölümünde eğitim alan Doğan, Jin Haber Ajansı'nın da kurucuları arasında geliyor. Doğan geçen haftalarda da Index on Censorship'in İfade Özgürlüğü Ödülü'ne değer bulunan kişiler arasında yer almıştı.
Counterpoints özetle, sanatın sosyal değişim için bir ilham kaynağı olabileceğini, işbirliğinin önemini, yeni görme ve sorgulama biçimlerini öncüleyen, özellikle sığınmacı ve göçmen kökenli bireylerin sanat ve kültür ile topluma katkılarını öne çıkaran bir oluşum. Counterpoints ayrıca, göçmenliğin de, zaten gündelik yaşamın bir parçası halini aldığının altını çizmekte.
Doğan, sergisine hazırlandığı sırada, 'Geride Kalan' isimli çalışmasını Yeni Yaşam gazetesinden Neğşirvan Güner'e şöyle özetlemişti:
"Benim işim bir enstalasyon. Yıkıntıların arasından topladığım ve adını “Ê Lı Dû Man – Geride Kalanlar” adını verdiğim bir iş. Hemen girişte, gelenleri asılı duran yanmış bir battaniye karşılayacak. Bu battaniye Nusaybin’de barikat olarak sokağa asılan bir battaniye...
İnsanlar keskin nişancıdan korunmak için sokaklarına perdeler, battaniyeler astılar. Bazı anlar olur ki bir eşyanın sadece bir işlevi olmaz. O sizin hayatınızı kurtarmak için bir zırh veya sizi ifade etmek için bir sembol olabilir. Barikatlara asılan battaniye ve perdeler sadece perde değildi. Aynı zamanda zırhtı.
Taybet ananın elindeki beyaz bayrağın daha önce ne olduğunu hatırlayan var mı? Ama ne anlama geldiğini hepimiz hâlâ biliyoruz. Belki bir atlet veya bir yazmaydı, onun ne olduğunun bir anlamı yok, ne anlam taşıdığının önemi var.
Yerde de yanmış rengârenk el yapımı bir halı olacak. O halı bu topraklarda yaşayan halkları temsil ediyor. Bir arada olmayı ilmek ilmek işleyip rengârenk çok güzel bir örtü olduk bu topraklarda. Ama bu halının yanmış hali de bizi temsil ediyor. Ermeni, Süryani, Keldani, Mıhelmi, Kürt… Yakıldık, yok edilmek istendik ve parçalandık. Bu halı gibi rengârenk olan bizler, yine bu halı gibi yanmışız, paramparçayız…
Hemen halının etrafında yanmış kıyafetler, giderken belki de ayaklarından düşmüş lastik ayakkabılar, yıkıntıların altında eğrilip büğrülmüş tencereler, tabaklar. Yanmış kıyafetler bir kimlikti aslında. İnsan sevmediği kendini içinde bulmak istemediği kıyafetleri giymek istemez. Bu kıyafetler onların birer parçasıydı. Yerde sere serpe yatanlar katledilmiş bedenlerdir aslında. Kıyafetten cesetler…
Enstalasyonla birlikte, ekranda sokağa çıkma yasakları döneminde çektiğim videolar ve fotoğraflar gösterilecek. Ve yine o dönemde yazdığım, barikatların arkasında yaşayanların öyküleri okunacak. 18 yaşanmış hikâye. 'Sokağa çıkma yasakları döneminde neler oldu, öncesinde neler yaşandı ve nasıl sonuçlandı' üzerine yazılar bunlar.
Gelenlerin her birine tek tek 2015-2016 yılında bölgede yaşananlar anlatılacak. Ve ayrıca bir masa kurulacak, açık oturumlar yapılacak. Her gelen eline bölgeden yazılmış bir metni alacak ve yüksek sesle okuyacak. Bir nevi uzakta yaşayan biri olan ziyaretçiler, o dönemde yaşananları hiç dile getirmediklerinin özeleştirisini verecek. Okuyacak, bilecek ve anlayacak.
Ve giderken yanına, gazeteci yazar Ege Dündar ile hazırladığımız yine aynı adı taşıyan “Ê Lı Dû Man” gazetesini alıp gidecek. Bu gazetede Kürtlerin yaşadığı coğrafyada yaşananlar, tutuklu gazeteciler, açlık grevindekiler, yazarlar, şairler, sanatçılar ve çocuklar anlatılacak. Evlerine gidenlerin, bu gazeteyi okuduktan sonra belki de tutsaklara bir mektup yazarak harekete geçmelerini amaçlıyoruz..."
Gazete Duvar için, 'Türkiyeli Yönetmenler, Sanatçılar Bu Dönemde Ne Üretiyor?' başlıklı bir yazı kaleme alan ve yönetmen Özcan Alper'le görüşen Filiz Gazi'nin de yazısının lüzumlu, takdire şayan rüzgârı eşliğinde, biz de halen Londra'da bulunan Zehra Doğan ile bağlantıya geçiyor ve küçük bir söyleşi yapıyoruz.
Doğan, bu sergiyi açtığı için yurt dışında aldığı tepkiler ile, Türkiye'den gelen haksız eleştiri ve yorumlar arasındaki farkı vurgulayarak, üzüntü ve şaşkınlığını dile getiriyor. Bir ara, yapıtını asıl benim nasıl bulduğumu çok merak ettiğini soruyor. Ona buradan mahcubiyetle, verdiği yanıtlardan cımbızladığım, altını imzalayacağım bir sözüyle yanıt vermek istiyorum: Evet Zehra, aslında senin işin 'fırçan ve haberlerinle,' hikâye anlatıcılığı. Ve bu da, adına ister müzik, ister edebiyat, isterse tarihçilik de, zaten yine bir sanat biçimi.
Bu arada meraklılarına önemli ve kalın bir bellek notu düşelim: Keza (Halen Venedik Bienali'nde eserleri yer alan) Halil Altındere veya Pilevneli Project Mecidiyeköy'de son dönemde 'Yeni Bir Umutsuzluk' isimli kişisel bir sergi açan Şener Özmen ile, kendisi dışında, Berat Işık, Cengiz Tekin, Erkan Özgen, Fikret Atay ve İhsan Oturmak gibi Türkiyeli Kürt isimlerin yanında, Türkiye çağdaş sanatı da - estetik olarak olduğu kadar, politik olarak - zaten her türlü politik, kültürel kökeniyle on yıllardır kendi rüştünü ispatla meşgul.
Bunun için diyelim ki, bir Altan Gürman'a, Yüksel Arslan'a, Füsun Onur, Nil Yalter ve Gülsün Karamustafa ile Hale Tenger'e, ya da PİST inisiyatifi ile Hafriyat ekolüne, ya da İnci Eviner, Bülent Şangar, Aydan Murtezaoğlu ve Banu Cennetoğlu'na, ya da Aslı Çavuşoğlu, Banu Cennetoğlu, MASA projesi, Oda Projesi, Apartman Projesi gibi oluşum ya da isimlerin emeklerine en azından dönüp yine bakmak, küratör ve sanat yazarı Beral Madra'nın deyişi ile, zaten devam eden sergileri gezip, metinlerini okumak, bu âleme girizgâh ve delilleme adına yeterli olabiliyor. Hatta bunun için, SALT arşivine girmek, ya da İstanbul Bienali veya Venedik Bienali'ndeki Türkiye sanatı tarihimize şöyle bir bakmak bile, ziyadesiyle yeterli.
Biliyorum sözü çok uzattım ama şimdi gelin, - vaktiyle Nusaybin'de çektiği yıkık binalardaki Türk bayraklı fotoğrafı sebebiyle tutuklu kalmış - Zehra Doğan'ı, bu vesile ile bir kere daha dinleyelim:
Zehra, sergi teklifinin Tate’den yapılması yanında, süresinin ise bu denli kısa olması neden tercih edildi?
Benim enstalasyonum, Tate Exchange’in kimlikleri sorgulayan bir haftalık sergisinin bir parçasıydı. Beş günlük olmasının nedeni, programın bu uzunlukta olmasıydı. Tate Exchange’de her hafta başka konseptlerde başka programlar sergileniyor ve bunun amacı halkın daha fazla dahil olduğu, daha fazla etkileşimde bulunduğu geçici sergiler yaratmak.
Ai Weiwei ve Banksy gibi küresel sanat figürlerinin senin ifade özgürlüğü ve sanat anlayışına gösterdiği desteğin, bu serginin oluşmasına katkısı ne seviyede olabilir?
Başta Banksy, Ai Weiwei gibi sanatçılar ve kurumlar olmak üzere tutukluluğum sürecinde bu konuya duyarlı pek çok kesimden destek aldım. Bu destekler benim durumuma uluslararası kamuoyunda ilgiyi artırdı. Bana verilen tüm ilgi ve desteğe de ben sanatımın güncel hayatındaki yansımasında yer veriyorum. Özellikle de bu sergide tabii ki bunun izleri vardır. Çünkü bu enstelasyon, yüzleşme üzerine bir eser.
Sosyal medyada bir yorumda, ürettiğin ve taşıdığın bu sosyal içerikli çalışmayı 'pornografik' olarak niteleyen oldu; fikrin ne olabilir?
Haksız ve tutarsız bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Bir sanatçının, bırakın bir sanatçıyı, yaşadıklarını bir gazeteci olarak duyarlı hale getirmek isteyen, olayı yaşayan ve tanıklık yapan bir muhabirin bu kadar yersiz ve tutarsız eleştirilere maruz kalması bir entelektüel eksikliğin göstergesi değil midir?
Enstalasyonumun 'pornografik' olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Ben, Türkiye’de ve dünyada halkların duymadığı, sansürlenen ve haberleştirilmeyen bu çatışmayı dünyanın gözlerinin önüne, görmezden gelemeyecekleri kanıtlarla koymak istedim.
Bu 'pornografi' saygısızlığını yapan kişi daha sonra bana 'twitter’dan mesaj atarak üzgün olduğunu söyledi. Bu enstalasyonu kamuoyu çok ciddi bir yere koydu ve önemli geri dönüşler oldu. Nusaybin başta olmak üzere, Kürdistan halklarından, olumlu yorumlar aldım.
Ben ezilen halkların acılarının, başkaları tarafından istismar edilmesine kesinlikle karşıyım. Fakat burada, ben kendi yaşadıklarımı, kendi halkımı, onların tanıklıklarıyla aktarıyorum. Bundan bir istismar veya 'pornografi' çıkarılması, bana absürt geliyor. Bırakın da biraz da biz kendimizi anlatalım, çünkü bizi en çok öldüren şey sanatsızlık. Başkalarından talimat veya onay alarak iyi sanat yapılsaydı, bugün en iyi sanatı 'devlet sanatçıları' yapardı.
Benim, oradaki direnişi anlatmak gibi bir yükümlülüğüm var. Bu mantıkta, cezaevindeki başta çarşaflar veya havlularla, yokluklar arasında yaptığım sanat eserleri de yoksulluk 'pornografisi' mi? Yoksa, var olan gerçeklikle yüzleşip, sanat üretmek mi?
Maalesef yaşanan tüm bu kirli savaşı anlatmak için, geriye benim elimde kalanlar bu kadar. Keşke daha fazlası olsaydı, daha fazlasını gösterebilseydim.
Bu sergi üzerinden konuşacak olursak, Türkiye sanat piyasasının aktörleri sana yönelik fikir ve planlarında değişikliğe gittiler mi?
Türkiye’de sanat piyasasının aktörlerini tanımıyorum, ben bugüne kadar hiçbir zaman bu piyasaya girmedim. O yüzden bana yönelik fikirlerinde ve planlarında herhangi bir değişiklik olup olmadığını da bilmiyorum ve ilgilenmiyorum.
Batı sanat tarihine baktığımızda, bir Tracey Emin veya Sophie Calle ya da Louise Bourgeois gibi isimler bir yana, sen kendi kişisel ve estetik misyonunu nereye koyup, kimlerden ilham ve ruhsal güç alıyorsun? Feminizmin ve(ya) çağdaş Türkiye sanatının senin pratiğinde dolaylı dolaysız bir etkisi var mı?
Böylesi isimlerle işlerimi ve yolumu kesiştiren bir yorumla soruya girmen beni mutlu eder. Her sanatçı yaşadıklarından mutlaka ilham alır, yaşadıkları onun hayalinin peşinden koşmasına zorlar. Ben yaşadığım olayları ve sorunları dile getirmeye çalışıyorum. Bazen bir fırçayla, bazen saçlarımdan koparttığım bir demet saçla, bazen elime aldığım bir kalemle bazen de yıkıntılar arasında topladığım yaşanmışlıklarla.
İşte tam da bu noktada feminizm kendiliğinden baş gösteriyor. Engellenemeyen bu değişim benim dünyamda geniş bir yelpazeyle beliriveriyor.
Türkiye gibi özelde kadınların yok sayıldığı hatta hiç edildiği bir ortamda feminist olmamak bir sanatçı olarak elde değildir.
Kürt kadın hareketinden beslenen bir sanatçı ya da gazeteci olmasaydım eğer, o müzeye astığım yanık battaniyeye baktığımda, acıyı hissederdim. Ama, yaşadığım topraklar ve ona güç veren kadınlar başka bir öyküyle karşımıza çıkarlar. Bir battaniyeye sadece acının ya da ölümün simgesi olarak baksaydım, kuşkusuz, yanlış bir iş yapardım. Ama o battaniye bir varoluş simgesi, enstalasyonu enstalasyon yapan da o battaniyeye gizlenen hayatlar.
Yaşadığımız olaylarda direnenlerin en ilkel yöntemlerle ördükleri, siperlerdir gösterdiklerim. Yerdeki burkulmuş tabak çanak, acının değil, direnişin darbelerinin oluşturduğu bir form. Ölüme karşı ses çıkarma eyleminin trampetleridir bunlar.
O kadar çok şeyden ilham alıyorum ki, cezaevlerinde direnen, bedenlerini ölüm orucuna yatırmış arkadaşlarımdan, düşüncelerinden ya da inançlarından dolayı tecritle karşı karşıya kalan yüzlerce aydından, yazardan, gazetecilerden, siyasetçilerden, kadınlardan, çocuklardan, sokakta direnen annelerden... Tüm bunlardan kim ilham almaz ki? Kırk yıldır süren çatışmalı ortamda her şartta üreten, devrimci yönetmen Halil Dağ’ın öğretilerini de tekrar hatırlatmadan geçemeyeceğim.
Türkiye’de kültür ve sanatta ifade özgürlüğü yönünde oto-sansür var mı sence?
Türkiye’de kültür ve sanatta ifade özgürlüğü de, oto-sansür de var. Bazı sanatçılar ifade özgürlüğünü kullanıyor ve bunun bedelini ödüyor. Bazı sanatçılar da oto-sansürü kabul ediyor ve bu bağlamda işler üretiyor.
Türkiye'de her dönemde oto-sansür ve sansür çok tartışılır. Buna rağmen sanat her dönem kendisini gösterir. Özellikle son birkaç yıldır Türkiye’de sanatçıların çoğu, yaşanan baskıları üretimsizliğin bir nedeni olarak gösterir oldu. Aslında tam da bu dönemde sanat yapmak lâzım. Var olan gerçeklikle yüzleşip, baskılara rağmen kendi alternatif argümanlarımızla sanat üretmemiz gerekir, hatta bunun zorundayız. Bugün tüm baskılara rağmen cezaevlerinde sanat üretiliyorsa, dışarıda neden üretilmesin? Cezaevlerinde sanat üretiliyorsa, dışarıdaki bir sanatçının baskıları neden olarak göstermesi sizce de yersiz bir gerekçe değil mi ?
Sanatın ve gazeteci kimliğin adına seni en çok umutlandıran ve hayal kırıklığı yaşatan şey(ler) neler oldu?
Hayal kırıklığım, yaşadığımız bunca acıya rağmen insanların bu kadar kör, bu denli kifayetsiz kalışı. Tüm dünyanın gözleri önünde büyük katliamlar yaşanırken, hâlâ herkesin kör-sağır-dilsiz olması beni hep şaşırtmıştır. Hatta çocuklara yapılan tüm adaletsizlikler benim en büyük hayal kırıklığımdır. Ama hayal kırıklığını gerekçe göstererek, neden bunlar 'elin bilmem hangi kesimlerine anlatılıyor?' gibi yorumlara da, şaşırıyorum. Yılmadan anlatmak gerek, sanatla, gazetecilikle, anlatıyla, elde ettiğimiz tüm imkânları kullanarak, bunu yapmalıyız. Tüm bunlara rağmen direniş, beni hep umutlandırmıştır.
Sergini başka bir yerde daha görecek miyiz?
Evet, bu enstalasyon, yakında İngiltere’de başka kentlerde de sergilenecek. Aynı zamanda resim sergilerim de olacak. Diyarbakır, Paris, Berlin, Barselona, New York gibi kentlerde, işlerim sergilenecek.
Sana kalırsa, bir sanat eserinde değeri belirleyen, yapıtı üretenin ona atfettiği anlam ve hikâyeler mi?
Kuşkusuz sanatın değerini belirleyen, üretenin atfettiği anlamdır. Sanat, hikâyeleriyle gizlidir. İmgeler, anlatının derinliklerinde soluk alır. Üreteni işiyle buluşturan işte bu hikâyelerdir. Benim hikayelerim, kendi gerçekliliğimdir. Aynı zamanda ülkemin de gerçekliğidir. Aslında benim işim, fırçamla ve haberlerimle hikâye anlatıcılığıdır.
Bitirirken, bu tecrüben ışığında kamuoyuna özellikle bildirmek istediğin detaylar varsa onları da almak istiyorum:
Tabii ki yaptığım iş, sadece sanat değil. Ben öğrendiklerimle her koldan girip, olup bitenleri ve buna karşı hâlâ devam eden direnişi anlatma derdindeyim. Ben tarihi değil bu günü konuşmak istedim, belki de bu yüzden bu kadar tartışılır oldu.
Yüz yıl önceki eşyaları sergileseydim eğer, kimse bir şey demezdi. Ama önemli olan bir olayı sıcağı sıcağına anlatmak. Güçlü bir kadınım, tüm söylenenlere, her şeye göğüs gerecek kadar yürekliyim. Bunu da sanatımla ve yazdıklarımla göstermeye çalışıyorum. Bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsam eğer, üzerine üzerine giderim. Bu topraklarda, biz önce güçlü olmayı öğrendik. Ben ve benim gibi on binlercesi bunu gayet iyi yapıyor. Bırakın da biraz da biz kendimizi anlatalım. Eksik ya da fazla. Düşe kalka, eleştirilerden de bir şeyler alarak gelişerek ve en önemlisi de ülkenin bu kadar çok ihtiyaç duyduğu üretimle; yani sanatla.
Ben kendimce, bu işte 'ilkel yöntemlerle' tanka topa karşı direnenleri anlatmaya çalıştım.
Gazeteci arkadaşlarımı anlattım, tutuklu sanatçıları anlattım ve onlara mektup yazmalarına sevk ettim. Yazar Ege Dündar ile hazırladığımız gazeteyle, herkese tek tek olup bitenleri anlattık. Baskıları, sansürü, yaratmak istenen korkuları ve buna karşı direniş biçimlerini anlatmaya çalıştık. Öz direnişi barikatların ardından çektiğim videoyu izleterek anlattım. Gazeteci arkadaşım Refik’in fotoğraflarıyla, olup bitenleri en yalın haliyle gösterdik.
Anlattım da anlattım, bence iyi de yaptım. Bir daha ne zaman bu imkân elime geçer kim bilir? Tate Modern beni davet ederken, 'ne istiyorsan onu yap'ın sözünü vermişti. Ben de kendime, “Belki de bir gün resimlerimle buraya yine gelirim, ama direnişi bir daha burada anlatmanın imkânını bulamam, bu fırsatı değerlendireyim,” dedim. İki ay 18 ayrı hikâyeden öz yönetimleri anlattım, günlerce sabahlara kadar çalıştık, yazdık, çizdik.
Hep diyorlar ya 'aceleye geldi' diye. Kusura bakmayın ama, ben bunu anlatmak için bir yıl abluka, iki buçuk yıl hapis ve dört ay firarda bekledim. Bekledim ha bekledim. Ama yılmadım, bir gün elbet devran dönecek ve ben bunu anlatacağım dedim. Ben hasretimin dökümanını gözler önüne serdim, beğenirsiniz beğenmezsiniz, benim de elimden bu geldi. Benim yaptığım sanat olduğunu düşünmeseniz de, içimde birikenlerin toplamıydı. Londra’daki bu iş, yapacaklarımın daha başlangıcıdır.