Zehraların isyanları, onların barikatları

O barikatları zorlayan kadınlardan Zehra. Bir erkeğin ısrarlı takibi, tacizi, tehditleri ile altı yıl yaşadığı kabusu, her şeye rağmen İstanbul Sözleşmesi'nin hayatında neler değiştirdiğini anlatıyor.

Pınar Öğünç yazar@gazeteduvar.com.tr

Zehra, dün Türkiye'nin yirmiden fazla şehrindeki yüz binlerce kadından biri, çantasında pankartlarıyla evinden çıktı. Otobüslere, metrobüslere, vapurlara bindi; sokaklara indi. Sabahtan beri telefonuna mor kalpli mesajlar geliyordu: “Dikkatli ol”. O mor kalpli mesajları yazan ve alan kadınlar, hepimiz kendimizi neden korumamız gerektiğini çok iyi biliyorduk.

Zehra otuzlu yaşlarının başında bir kadın. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı, 20 Mart gecesi ansızın ve sonra da “Cumhurbaşkanı'nın takdiri” demek dışında gerekçelendirilmeye dahi lüzum görülmeden, anayasa, uluslararası hukuk her ne varsa dürülüp kenara atılarak alınmıştı. Zehra o kararı şehirlerarası otobanda, bir otobüste öğrendi. “Hüngür hüngür ağladım önce. İnanamadım. Öfke daha sonra geldi” diyor, “Her tür eksik gedik yanına rağmen kendi hikâyemden biliyordum. Bu sözleşmenin bir anlamı vardı.”

Sözleşmeden çekilmenin resmen hayata geçtiği dün İstanbul'daki eylem, ilan edildiği 19.00'dan çok önce başladı. Şehrin o meydana ulaşan bütün yolları barikatlanmıştı ve o kadar çok polis vardı ki bazı ara sokaklarda müşterilerinin sadece üniformalı polislerin olduğu kafeler, bu tuhaf manzara, hayır bir distopyayı değil, fazlasıyla bugünü andırıyordu.

O yüz binlerce kadından biri olan Zehra için İstanbul Sözleşmesi ayrı bir anlam taşıyordu. Yaşadığı altı yıla yayılan kabus, gecelerinden ve gündüzlerinden eksilebildiyse aslında bu İstanbul Sözleşmesi ve onun varlığından doğan “atmosfer” sayesinde olabilmişti. Çocukluğunda ev içi şiddeti yaşamış, erkek egemen sistemi eleştirmeye yaşadığı bu olayın çok öncesinde başlamış biri olarak ona aileyi, erkek devleti, erkek yargıyı anlatmanıza gerek yok. Bu sözleşmenin bir mucize yaratmadığını ve aslında temel sorununun, hiçbir aşamasında etkin bir biçimde uygulanmayışı olduğunu o da biliyor. Ama onun tecrübesi, her şeye, her şeye rağmen İstanbul Sözleşmesi'nin kadınların hayatlarına nasıl değdiğini ve değiştirme ihtimali barındırdığını gösteriyor.

Zehra 2013 öncesinde çeşitli kadın eylemlerine katılan biriydi. Yaşadıklarından sonra ortasında olmak istedi, İstanbul Sözleşmesi'nin iptali için yürütülen kampanya için çalıştı, bildiriler dağıttı sokaklarda. 2013'te ne olmuştu peki Zehra'nın hayatında? Sadece selamlaştığı bir erkekten önce aşkını ilan eden, sonra neden bu “ilişkiyi” bitirdiğinin hesabını soran mesajlar almaya başladı. Bir kez, iki kez değil, yüzlerce; üstelik mail, mesaj ulaşabileceği her mecrayı zorlayan “destanlar”... Bazı dönemler sanki ataklar halinde artıyordu bu taciz. Okumayı içi kaldırmıyordu.

'O POLİS, O SAVCI ARTIK BÖYLE DAVRANABİLİR Mİ?'

Zehra, “Ama tabii çok daha ağırını yaşayan kadınlar var” diye girdi lafa. Evet, her gün kadınların erkekler tarafından öldürüldüğü, yaralandığı bir ülkede çok daha kötüleri vardı ve tüm bunların bilincinde olmak yaşadıklarının ağırlığını göz ardı etmesine, kendi gözünde önemsizleştirmesine yol açıyordu. Biraz da bu yüzden bu ısrarlı tacizden şikayetçi olması dört yıl aldı. Artık adam kapısına dayanmış, hatta evine girmeye yeltenmişti. Çok defa kapının deliğinden baktığında, trafik ışıklarında beklerken karşı kaldırımda onun yüzünü gördü. En yıpratıcı yanı, bilmeden tüm bunlara yol açacak bir şey yapmış olmaktan dolayı kendini de sorgulamasıydı. Oysa Kuzey Ormanları'yla ilgili haber paylaşsa, bunu onunla ormanda buluşma teklifi olarak alan düpedüz bir manyak vardı karşısında. Evini, yollarını değiştirdi; sosyal medya hesaplarını kapattı. “Koruma kararı olmasına rağmen göz göre göre öldürülüyordu kadınlar. O zaman İstanbul Sözleşmesi'nin kapsamını, 6284'ü de (6284 Sayılı aile içi şiddeti önlemeye yönelik yasa) kapsamlı bilmiyordum. Ne işe yarayacak şikayetçi olsam diye düşünüyordum. Yazışmalar ithamlarla doluydu, bana mı inanılacak şimdi diyordum.”

İşte bu yükle geçirdiği dördüncü yılda bu işi “ölümün temizleyeceğini” söyleyen bir mesaj aldı. İliştirilmiş resimdekileri önce ruj sanacak kadar, bir merminin neye benzediğini bilmiyordu. “Kadın cinayetleri böyle adım adım geliyormuş, anladım” diyordu Zehra. Şikayetçi olmaya adliyeye gittiğinde doğrudan Aile Mahkemesi'ne yönlendirildi. Durumu, yine nedense “Tabii fiziksel şiddet daha yok” diyerek anlattığında, karşısına “Zehra Hanım, sadece fiziksel şiddet yok, psikolojik şiddet var, ekonomik şiddet var” diyen biri çıkabilmişti. O savcıya bunu söyleten şeyin İstanbul Sözleşmesi olduğunu biliyordu. Karşısına böyle bir savcı çıkmayabileceğini de. Bildiği erkek egemen yapı, erkek devlet oradaydı ama işte bir aylık olan ilk koruma tedbir kararını daha da uzatabilmek için şikayetini yeniden yazmayı öneren, kadına yönelik şiddet konusunda aldığı eğitimle övünen bir polis memuruna denk gelebilmişti. Altı aylık en uzun koruma kararını bu dilekçeyle aldı. “Şiddete maruz bırakılanın beyanının esas alınmasının ne kadar hayati olduğunu ben o zaman anladım” diyordu Zehra. Fail daha sonra bu kararı ihlal ederek, artık oturmadığı evine gittiğinde siren çalarak gelen, araçtan inmeyerek adamın kaçmasına neden olan memurlar da vardı elbette. Ama işte tersi de olabiliyordu. Zehra istisna olduğunu bildiği bir durumu İstanbul Sözleşmesi'nin bizatihi maddelerinden öte anlam taşıyan, bu istisnalara olanak tanıyan yanı sayesinde yaşamıştı. O polis memuru, o savcı bu sözleşmeyi iptal değil unufak etmek isteyen siyasi irade, bu toplumsal dönüşüm niyeti karşısında aynı şekilde davranabilir miydi artık? Keza dava sürecinde aralarındaki “ilişkiyi” kanıtlamaya çalışan sanık avukatının kimi taleplerini aynı netlikte reddedebilecek miydi artık o hakim?

'İSYAN VAR' LAFIMIZIN ALTINI DOLDURDUK'

Fail para cezası aldı sadece ama Zehra'nın hayatından çıktı. İlk duruşmadan sonra yüzünü görmedi, ondan mesaj almadı. Şöyle diyordu eylemden önce konuştuğumuzda: “Benim bu süreçte karşılaştığım tavırlar bu sözleşmenin bir anlamı olduğunu gösteriyor bize. Yoksa niye sokaklarda olalım? Çekilme konusu çıktığından beri karakollardan geri döndürülen kadın haberleri görüyoruz. Uzaklaştırma işine biz bakmıyoruz diyebiliyorlar. Evime ısrarla geldiği için, o zaman bana barınmayla ilgili bir talebimin olup olmadığı, sığınma evine yerleştirilmeyi ister miyim diye bile sorulmuştu. Mağdurun hiç gözetilmediği durumlar da yaşadık, ama işte bunları da yaşadık. Bunun için İstanbul Sözleşmesi'nde ısrar ediyoruz. Burası böyle bir ülke. Evli değilim, İstanbul'da, partnerleriyle yaşayabilen, politik biriyim. Dolayısıyla makbul bir kadın değilim. Şiddete maruz bırakılan bir kadın olarak faydalanabileceğim haklarım olduğunu fark ettim ben. Bu sadece sözleşmeden çekilmek değil, genel siyasi iklimin bir parçası. Marjinalin de marjinali durumuna itilirken, evet benim gibi bir kadının şikayetinin ciddiye alınması bence artık daha zor.”

Zehra kadın eylemlerinde hep en önde olmak istediğini ama bunu şimdiye kadar hiç yapamadığını da söylemişti. Dün yaptı. En öndeydi. Eylemin hayata geçmesi için çalışanlardandı çünkü o. Değişen bir şey vardı: “Muhteşemdi. Hayatımdaki en coşkulu eylemdi. Genel korku ikliminden etkilenenlerdenim ben de. Müdahale filan oldu mu korkarım, geri giderim... Bu kez bazen arkadaşlarımı kaybetmiş olsam da daha az kaygılı, bolca güvenli hissettim kendimi. Ve ilk kez bu kadar barikata yüklendim.”

Zehra hâlâ sosyal medyada nerede olduğunu işaret eden fotoğraflar paylaşmıyor. Belki dünkü eylem bir istisnadır. Hâlâ bir sokağın köşesinde karşısına biri çıkar mı diye yavaşlıyor; apartmandan peşinden biri giriyor mu diye kontrol ediyor. Bunu erkek egemen zihniyet, bunu siz yarattınız. Ama Zehra dün akşamki eylem için şunu da diyor: “Bu kadarını sanırım kimse tahmin etmiyordu. Bence bir kez daha kadınlar ve LGBTİ+'lar korku duvarından tuğlalar çekti. 'İsyan var' lafımızın altını doldurduk sanki biraz.”

Bunu da siz yarattınız.

Tüm yazılarını göster