Zehra'nın dili var

Diyelim ki, Kürtçe diye bir dil yok. Eğer Kürtçe aslında Türkçeyse, o halde Türkler neden bizi anlamıyor? Yoksa diliniz mi yok? Diyelim ki Kürtçenin yüzde 80’i Türkçe, geri kalanı da Arapça ve Farsçadan oluşuyor. Hatta farz edelim ki, orijinal bir tek Kürtçe sözcük de yok. Bir ve son kere: Bundan sana ne! Bir dilde seni bu kadar korkutan ne? Mert ol ve dilinin altındaki o bayat baklayı çıkar!

Abone ol

İRFAN AKTAN

Bizim yan köyden Zehra hanım henüz 60 yaşlarında ama bel fıtığı ve disk kayması yüzünden merdiven tırmanamıyor. O yüzden Yüksekova’dan gelince bol merdivenli evime getiremeyip, astım hastası olan utangaç oğluyla birlikte hastanelere yakın bir otele yerleştirmek zorunda kaldım.

Aşağı-yukarı yirmi yıldır, memleketten gelen hastalara mecburi refakatçilik yapıyorum. Hastaların bana ihtiyaç duymalarının temel nedeni Türkçe bilmemeleri.

Aslında normal süreç şöyle başlıyor: Hasta veya yakını daha memleketteyken beni arıyor, tanıdık bir doktor olup olmadığını soruyor.

Ben de birkaç gün eş-dost aracılığıyla tanıdık doktor arayışına gidiyorum. Sonra gelen hastayı havalimanından alıp doktora, hastaneye götürüyorum.

Zorlu olan ilk aşamayı, yani hastayı hastaneye götürüp koridor koridor dolaştıktan, uzun kuyruklarda hastayla bekledikten, nihayet tetkik ve kayıt süreçlerini hallettikten ve onu “Türk hekimlerine” emanet ettikten sonra da işime geri dönüyorum.

Beş günlük yoğun, yorucu, yıpratıcı hastane mesaisi ve izinli olduğu halde araya giren tanıdık doktor sayesinde nihayet Zehra hanımı muayene edecek doktora ulaşıyoruz.

Doktor, teyzenin yatarak tedavi edilmesi gerektiğini söylüyor. Çok güzel! Fakat hastayı yatıramıyormuş. Çünkü “bunun dili yok”muş!

Acı içinde kıvranmaya devam eden Zehra hanımı muayene odasında bırakıp asistanların da olduğu odaya geçiyoruz. “Hocam, Zehra hanımın dili var ama siz bilmiyorsunuz” diyorum. “Madem Türkiye’de yaşıyor, o zaman Türkçe bilmek zorunda” yanıtı veriyor önce.

Hastaların tedavi edilmesi için Türkçe bilmelerinin gerekmediğini, bu yönde bir kanun olmadığını söyleyince, “Tabii ki Türkçe bilmek zorunda. Şimdi geceleyin ateşi çıksa, bir sıkıntısı olsa, bize derdini nasıl ifade edecek?” diye soruyor.

“Evet ama, oğlu var yanında” diyorum.

“Kadınların olduğu bir odada erkek refakatçi kabul etmiyoruz” yanıtı veriyor.

“Oğlu sabaha kadar koridorda bekler” diyorum.

“Evet ama buradaki hastalar bunu kabul etmez” diyor.

Çaresiz kalınca, beni buraya yönlendiren tanıdık doktorun formülünü aktarıyorum:

“Teyzenin telefonu var. Bir sorun olduğunda oğlunu arar, oğlu da telefondan size tercüme ederek annesinin derdini anlatır” diyorum.

“Biz öyle yapamıyoruz. Yok mu bunun Türkçe bilen bir kızı, kızkardeşi filan?” yanıtı alıyorum.

Zehra teyzenin oğlu araya giriyor: “Bir kızkardeşim var ama engelli. Konuşabiliyor ama yürümekte zorluk çekiyor.”

Alttan almaya devam ederek, kendisinin belli kanuni ve etik sorumluluklar taşıması gereken bir hekim olduğunu, Zehra hanımın pekâlâ lâl ve akrabasız da olabileceğini ama bu durumun hastaneye yatırılmasına mani olamayacağını söylüyorum.

“Bu yaptığınız düpedüz ırkçılık ve suç” desem, gazeteci olduğumu ve kendisini ifşa edeceğimi söylesem, yahut şikâyet tehdidi savursam, belki doktorun gözünü korkuturum ama muhtemelen Zehra hanımı hastaneye yatırma ihtimalini hepten berhava ederim. En iyi ihtimalle Zehra hanım hastaneye yatırılır ama baştan savma bir “tedavi” neticesinde evine yollanır.

Kasten ve ısrarla “bunun dili yok” diyen doktora defalarca Zehra hanımın dilinin olduğunu, bunun Kürtçe olduğunu, Türkçe bilmek zorunda olmadığını, devletin her hastanede Kürtçe, Arapça, Farsça, İngilizce vs, bilen tercüman barındırması gerektiğini söylüyorum.

Doktor hanım elbette devletinin yanında! Sohbetimizin başından beri ekşi olan yüzüne tehditkâr bir tebessüm yerleştirerek “Devletin böyle bir mecburiyeti yok” diyor.

Neyse ki tanıdık doktorun bir kez daha telefondan araya girmesiyle Zehra hanımı, doğum sırasında beyin felci geçirmiş engelli kızını iki gün içinde Yüksekova’dan getirme şartıyla hastaneye yatırıyor.

“Vardır böyle istisnalar” diyenler çıkacaktır. Yirmi yıllık “refakatçilik” tecrübesiyle, bunun istisna değil bermutat olduğunu söylüyorum. Başka bir hastamıza, aynı odada kalan diğer hastaların aynı ırkçılığı, tehditler eşliğinde yaptığına dair Şubat 2011 tarihli Radikal gazetesindeki yazımı da buraya koyayım. Yazının başlığı bugünkü yazının başlığı da olabilirdi: “Teyze doğulu, dili yok.” http://www.radikal.com.tr/radikal2/teyze-dogulu-dili-yok-1039215/

Ama teyzenin dili var. Kürtlerin dili var.

Esasen 1930’ların kafatasçılığına soyunanların, farklı bir dili yok ederek aslında o dili konuşanların canına kastedenlerin, hemen her gün “Kürtçe diye bir dil yok” safsatalarının, cehaletinin artması, buna ilişkin ırkçı saldırıların yoğunlaşması karşısında Kürtçe diye bir dil olduğunu kanıtlamaya çalışmanın kıymet-i harbiyesi de yok.

Diyelim ki, Kürtçe diye bir dil yok. Eğer Kürtçe aslında Türkçeyse, o halde Türkler neden bizi anlamıyor? Yoksa diliniz mi yok?

Diyelim ki Kürtçenin yüzde 80’i Türkçe, geri kalanı da Arapça ve Farsçadan oluşuyor. Hatta farz edelim ki, orijinal bir tek Kürtçe sözcük de yok. Bir ve son kere: Bundan sana ne! Bir dilde seni bu kadar korkutan ne? Mert ol ve dilinin altındaki o bayat baklayı çıkar!