Zeki Kılıçaslan: Müslümanlık ve sosyalizm birbirine karşıt kavramlar değil
İşçi Kardeşliği Partisi, HAS Parti, CHP ve son olarak İşçinin Kendi Partisi’nde emek mücadelesini sürdüren Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan, Türkiye’nin çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslüman Türk ve Kürt kitlede demokratik bir dönüşüm yaşanmadıkça Türkiye demokrasisine dair ümitvar olunamayacağını savunuyor. Emek mücadelesinin Müslüman kimlikle ilişkisi üzerine odaklandığımız bu söyleşide Kılıçaslan, Müslümanlığın bir kimlik, sosyalizmin ise eşitlikçi bir düşünce olduğunu belirtiyor.
Dinlerin kula kulluğu ortadan kaldırmak ve eşitlik mücadelesi
için geldiği tarihsel süreç içerisinde unutulup toplumsal bir
kimliğe dönüşmüş olması belki de dinlerin en büyük talihsizliğidir.
Öte yandan kimliklerle emek mücadelesi arasında belki de sadece
Türkiye’ye has karşıtlık daima hegemonyanın elini rahatlatan bir
olgu olmuş, dini indirgemeci bir şekilde afyon olarak görmek ise
dinin bu özelliğini ortadan kaldırmak bir yana halkı uyutanlara
belki de daha fazla hizmet etmiştir. Bu meselelerinin yanında dinin
sağcı olmayan yorumunun ne tür imkânlara yol açacağı üzerine Zeki
Kılıçaslan’la konuştuk.
MÜSLÜMANLIK VE SOSYALİZM BİRBİRİNE ALTERNATİF YA DA KARŞIT
KAVRAMLAR DEĞİLLER
Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan
Son günlerde Emek ve Adalet Platformu gündeme geldi ya
da bir takım gelişmelerden rahatsız olan birileri tarafından
gündeme getirildi. Biraz platformu anlatır mısınız? Ne yapar? Neyi
temsil ediyor?
Platformun kuruluşunda vardım ve halen Genel İstişare
Kurulu’ndayım. Platform, 2011 yıllarında Has Parti kuruluş
dönemlerinde genel olarak siyaset arayışında farklı kesimlerden
gelen insanların -ki burada gençler söz konusuydu- hak, adalet ve
emeği savunma temelinde bir araya gelmesiyle oluştu. Kabaca sol ve
İslami hareketten gelen insanların ortak iyi, ortak doğru konusunda
bir araya gelmeleriyle gelişen bir yapı oldu.
Gerek Has Parti deneyimi gerekse Emek ve Adalet
Platformu dışarıdan bakıldığında Müslümanları ve sosyalistleri bir
araya getirmeyi hedefleyen oluşumlar olarak tebarüz etti. Buradan
amaçlanan şey neydi?
Senin de bildiğin gibi Müslüman aynı zamanda sosyalist bir
siyaseti savunabilir, sosyalist de Müslüman olabilir. Bu ikisi
karşıt kavramlar değil. Burada daha çok Müslümanlık ve sosyalizm
üzerinden hak ve özgürlükler, sosyal adalet gibi ortak erdemleri
savunan, farklı geleneklerden gelen insanların bir araya gelmesi
hedefleniyordu. HAS Parti kurucuları olarak hangi ideolojik siyasi
ve inançsal tutumdan kalkarsak kalkalım ortak politik doğrular
etrafında bir araya gelmeyi amaçlıyorduk. Emek ve Adalet ise bundan
daha farklı olarak emek, adalet, özgürlük gibi kavramlar etrafında
mücadele vermeyi hedefliyordu. İki farklı kesimin yapay bir şekilde
bir araya gelmesi değil, ortak bir kavrayış üzerinden fikri bir
birlikteliğin perçinlenmesi, birbirine yakın düşünen insanların
ortak mücadele vermesiydi arzulanan. Bir yandan zaten iyi bir
Müslüman bu değerleri savunur. Öte yandan bu ülkenin büyük bir
bölümü Müslüman olduğuna göre Müslümanlar bu değerleri
sahiplenmezse bu değerlerin zaten hayata geçmesi gibi bir durum söz
konusu olamaz.
HİKMET KIVILCIMLI VE NURETTİN TOPÇU GİBİ DÜŞÜNÜRLER EZBER
BOZDULAR
S. Kutup literatüründen beslenen ve İslamcı kesime
bütünüyle hâkim olan anlayışta, İslam’ın sosyalizm de dâhil bütün
beşeri ideolojilerin iyi yönlerini zaten kapsadığı yönünde bir
yaklaşım var. Dolayısıyla bir Müslüman’ın aynı anda hem Müslüman
hem sosyalist veyahut liberal olamayacağını düşünen, Müslümanlığı
bir kimlik olarak değil de bir düşünce biçimi ya da bir ideoloji
olarak anlayanlar var.
Bence bu yaklaşım doğru değil. Aslında bu teze iki yönlü itiraz
mümkün. Müslüman düşünceyle sosyalist düşüncenin aynı siyasi yapıda
var olmasına dönük eleştiri sadece Müslümanlardan değil soldan da
gelmişti. Bence her ikisi de yanlış. Sonuç olarak sosyalist siyasal
fikir siyasette eşitlik, özgürlük, adalet gibi belli değerlerin
savunulmasıdır. Bu siyasal fikirlere farklı inanç ya da felsefi
düşüncelerden kalkarak varabilirsiniz. Sosyalist bir davranış ve
politika savunmak demek, felsefi olarak bir şeyin savunulması
anlamına gelmez ki. Bu noktaya Marksist sosyalizmi benimsemiş
materyalist bir felsefeden de ulaşabilirsiniz, materyalist olmayan
kişi de aynı değerleri savunabilir.
Marksist sosyalizmden önce bildiğim kadarıyla ilk
sosyalistler Avrupa’da dindarlar arasından çıkmıştı öyle değil
mi?
Tabii ki. İdealist sosyalistler, ütopik sosyalistler diye birçok
yapı var. Kaldı ki Batı ve İslam ülkelerinde Hıristiyan ya da
Müslüman olup politik tutum olarak sosyalist bir politikada
herhangi bir dine mensup olmayanlarla birlikte ortak tutum alan
gruplar var. Hatta çok güçlü olmasa da dinî sosyalizm diye bir
enternasyonal bile var. Ama Türkiye’de siyasal kimliklerin tarihsel
oluşumuna baktığımızda etnisite, din, mezhep, yaşam tarzı gibi
unsurların ön planda olduğunu görmekteyiz. Farklı olarak solda Dr.
Hikmet Kıvılcımlı’nın, İslami harekette ise Nurettin Topçu’ynun
yaklaşımlarını görmekteyiz. Farklı farklı kodlardan gelmiş olsalar
da birbirine yakın şeyler söylemiş, bir anlamıyla ezberler bozmuş
insanlardır bunlar. Bu, ülkemizde çok kuvvetli bir akım olmayabilir
ama yine de bir damar oluşturmuştur.
TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME, FEODALİZMDEN KAPİTALİZME GEÇİŞ OLARAK
DEĞİL BATILILAŞMA OLARAK ALGILANDI
Peki sizce neden bu bahsettiğiniz iki önemli ismin
savunduğu çizgi, Türkiye’de önemli bir akım haline
gelemedi?
Türkiye’nin modernleşmesi, Batı ülkelerinde olduğu tek başına
bir feodalizmden kapitalizme geçiş şeklinde algılanmadı,
Batılılaşma olarak algılandı. Fransa’da eski rejimden yeniye geçiş
konusunda, orada bazı sancılar yaşandı ama durum daha farklıydı.
Türkiye’de modernleşme süreci, kendi tarihinin içinden çıkan ve
eleştirel olarak onu aşmayı hedefleyen bir değişimden daha çok
kendi tarihine dışarıdan bakmak şeklinde gelişti ya da böyle
göründü. Bu yüzden modernleşme bir Batılılaşma ve Batı’ya öykünme
olarak algılandı.
TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME YUKARDAN DAYATILDI, GELENEK DE BUNA
DİRENDİ, BURADAN BİR KUTUPLAŞMA DOĞDU
Burada Kemalizm’in rolü neydi peki? Çünkü Kemalizm
öncesiyle sonrası arasında dine bakış noktasında ciddi bir fark
var.
Bu dönemde tek parti ve tek otorite olan siyasal iktidar eliyle
kültürel bir değişim, topluma lanse ediliyor, dayatılıyor.
Tanzimat’tan beri benzer süreçte yaşananlar var. Süreç, devlet
otoritesi eliyle Batılılaşma ve kültürel değişime karşı geleneğin
direnişi şeklinde cereyan ediyor. Nitekim günümüzdeki kutuplaşmalar
da hâlâ bu temel üzerinde sürmekte ve/veya sürdürülmek
istenmektedir. Zaten tek parti dönemini düşünürseniz, sivil toplum
içindeki tek muhalif çizgi İslami gelenek, onun kurumları ve sivil
hayat içindeki uzantıları olan cemaat-tarikat yapılarıdır. Siz bir
düşünceyi baskıladığınız zaman aynı zamanda bir karşıtlık,
dolayısıyla ileriye dönük bir kutuplaşma oluşturmuş oluyorsunuz. Bu
yüzden dinin siyasallaşması tek taraflı olarak meydana gelen bir
şey değil, bunu çift taraflı bir şey olarak görmek gerekiyor.
MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLER İÇERİSİNDE SOSYALİST DÜŞÜNCEDEN
ETKİLENENLERİN SAYISI AZ DEĞİL
İslam dünyasındaki Müslümanlık ve sosyalizm konusunda
benzer tecrübeler üzerine eğilmişsinizdir muhakkak, biraz da bu
çizginin Müslüman dünyadaki yansımalarından bahsedelim
isterseniz.
Aslında 1950-ler 60’ları düşünürsek o dönemde “İslam sosyalizmi”
adı altında birçok hareket ve düşünür var. Bunları Pakistan, Hint
Müslümanları içinde ya da Kuzey Afrika ve Mağrip ülkelerinde
görüyoruz. Bunlara baktığımızda ya bu coğrafyalardaki Müslüman
düşünürlerin ekonomik siyasal talepler olarak kendini doğrudan
sosyalist olarak gördüğünü ya da doğrudan bu adı kullanmasa bile
sosyalizmin temel ilkelerini içeren bir düşünceye sahip olduğunu
görüyoruz. Örneğin “Bir insanın konut, sağlık, eğitim, gıda, tüm
temel insani ihtiyaçlarını karşılamak İslam devletinin ve
Müslüman’ın ilk görevidir” diyor. Siz bunun adını ne koyarsanız
koyun. Tabii o dönemde İslam dünyasındaki muhalif düşüncelerin
sosyalizm uygulamalarından etkilenmesi söz konusu.
KATOLİKLİKLE SOSYALİZMİ BİR ARAYA GETİREN BREZİLYA İŞÇİ
PARTİSİ’NİN DENEYİMİNDEN ETKİLENDİM
Peki Hıristiyan dünyada bu açıdan durum genel olarak
nasıl?
Hıristiyan dünya için de aynı şeyin geçerli olduğunu, orada da
dini düşünceyle sosyalizmi birleştirme gayretinin olduğunu
görüyoruz. Örneğin Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi akımı var.
Bu akım konusunda beni en çok şaşırtan da Brezilya İşçi Partisi
olmuştu. Bildiğiniz gibi Brezilya’nın ekonomik yapısı ve
gelişmişlik düzeyi Türkiye’yle benzerlik arz eder. Orda da aynı
Türkiye gibi bir çok sosyalist fraksiyon ve güçler varken, 1979’da
ülke çapında yapılan grevlerden sonra yeni bir partileşme
hareketliliği yaşanıyor. Partinin bir bileşeni sendikal harekete
dayanıyor diğer bileşeni de aslında kurtuluş teolojisini savunan
Katolik Hıristiyanlığın önderlik ettiği köylü hareketi. Topraksız
kır işçileri hareketi, dünyanın en gelişmiş toplumsal
hareketlerinden biridir. Bu hareketlerin taban örgütleri var,
aslında bu taban örgütleri kurtuluş teolojisine gönül vermiş
Katolik Hıristiyan yapılar. Partinin ilk merkez komitesinde
rahipler var. Ergun Yıldızoğlu’nun kaleme aldığı “Brezilya İşçi
Partisi” adlı kitabında bu kişilerle yapılmış röportajları
görebilirisiniz. Zaten aklın yolu da bir. Sonuç olarak kitle
siyaseti olacaksa bu kitle siyasetinin kültürel olarak melez olması
özellikle Türkiye için de kaçınılmaz bir şey. Siz bir emek hareketi
ya da işçi hareketi olsun istiyorsanız ve kitlesel bir hareket
oluşturmak niyetindeyseniz, birkaç adım sonra yüz yüze geleceğiniz
şey, yaşam biçimiyle ilgili bu kültürel tutum farklılıkları
olacaktır. Türkiye’de benzer bir girişimde bulunursanız aynı
şeylerle karşılaşırsınız: Sünni, Alevi, Türk, Kürt, bu farklı
kimlikler ve bu kimliklerin görünürlüğü olmadan eşitlikçi bir emek
kitle siyasetini örgütleyemezsiniz.
HAS PARTİ DENEYİMİNİN YETERİNCE ANLAŞILABİLDİĞİ KANAATİNDE
DEĞİLİM
Peki, bu tecrübelerden yola çıkarak HAS Parti deneyimine
ilişkin neler söylemek istersiniz, bu deneyim neden başarısız oldu
sizce?
Öncelikle söylemek gerekirse HAS Parti’nin kurucularının
çoğunluğunun HAS Parti’nin programını ne ölçüde kavrayabildiği ya
da tartıştığı çok kuşkulu. HAS Parti’nin kurucularının çoğu daha
önceki partinin (Saadet Partisi’nin) il başkanlarıydı. Bunun
dışında başka yerlerden gelen insanlar vardı. Elbette Refah ve
Fazilet partilerinde adalet vurgulu birtakım duyarlılıklar vardı
ama meselenin derinliğine ne kadar tartışıldığı su götürür,
tartışılsa bile dar gruplar içinde ele alınmıştı. Bu siyasal
gelenek içinde konu üzerine büyük bir edebiyat oluşmuş değildi.
Bir de şöyle düşünelim o dönem AK Parti’nin başarılı olduğu bir
dönem. Demokratik hak ve özgürlükler açısından sorun görülmüyordu.
Kürt açılımı yapılıyordu, Alevi meselesi üzerine çalışmalar
yürütülüyordu. Demokrasi ve insan hakları alanında ise Avrupa
kriterleri temel alınıyordu. Şimdiden baktığımızda o zaman neden
muhalefet etmişiz? Tabii ki Kürt sorununun çözümü için daha ileri
taleplerimiz vardı, parlamentonun yetkileri, denetim mekanizmaları
konusunda daha geniş talepleri savunuyorduk ve AK Parti de birtakım
demokratik adımlar atmıştı ama ekonomi alanında tam anlamıyla vahşi
kapitalist (neo-liberal) politikalar uyguluyordu. Saadet Partisi
var, AK Parti var, siz üçüncü bir parti olarak çıkıyorsunuz. Ne
söyleyeceksiniz?
Geleneği Saadet Partisi yeterince temsil ediyor zaten. AK Parti
de kapitalist söylemin temsilcisi konumunda. Dolayısıyla elle
tutulur nokta, neo-liberal politikalara karşıtlık konusunda
somutlaşmıştı. Partiye bizim gibi soldan katılan çok az insan vardı
ama o hareketin içindeki ana unsurun bu düşünceleri çok fazla
tartıştığını ve özümsendiğini düşünmüyorum. Gerçi aynı durum bugün
de geçerli. Nitekim bugün DEVA Partisi ya da Gelecek Partisi olsun,
aslında AK Parti’nin neo-liberal çizgisinden farklılaşmış
sayamayız. Bu yüzden onları AK Parti’den gerçek anlamda bir kopuş
olarak değerlendirmek mümkün değil kanaatindeyim.
Öte yandan bir başka husus, bugünden bakıldığında görülüyordu ki
AK Parti içinde Fethullah Gülen’in adamlarıyla çatışmalar ilk
sinyallerini vermeye başlamıştı. Gelecekte bu çatışmanın daha da
büyüyeceğine dair duyulan endişe sonucu, bir ön alma girişimi
olarak Numan Kurtulmuş’un AK Parti’ye geçmesine dönük çalışmalar
yoğunluk kazanmış olabilir ve Numan Bey’in geçişinde etkili olmuş
olabilir bu süreç. Başka faktörler de etkili olmuş olabilir tabii
ama bugünden baktığımızda olayın politik boyutunu da
anlayabiliyoruz.
TÜRKİYE’DE YAŞANAN SÜREÇ ÇOK ÖĞRETİCİ
Az önce Türkiye şartlarında kimlik ve kültürü yok
saymadan yapılması gereken eşitlik mücadelesine dair arayışlardan
bahsettiniz. Bu arayışlar sadece öğrenciler, aydınlar arasında mı
yoksa işçi kesiminde de bir değişim var mı?
HAS Parti öncesi ben İşçi Kardeşliği Partisi'nin genel başkanı
idim. Düzenlediğimiz bir toplantıya İhsan Eliaçık’ı konuşmacı
olarak çağırmıştık ve programın adı “Yoksulların sesi olarak
İslam”dı. Düşünebiliyor musunuz sosyalist bir partinin bir
etkinliğinin konusu buydu. Sosyalizm ve emek temaları üzerinden
siyaset yapan aydınların toplumun kültürü/kimliği konusundaki
gerçeklikleri yeni bir kavrayışla ele almadan ve toplumun büyük
çoğunluğunu oluşturan Sünni Türk/Kürt dindar kitlenin İslami
anlayış ve okuyuşunda, demokratik hak ve özgürlükler, insan
hakları, sosyal adalet konularına ilişkin bir değişim olmadan
Türkiye’de demokrasi, sosyal adalet yönünde bir değişim
yaşanmayacağını düşünüyorum.
İşçi Kardeşliği Parti sürecinde ve şimdi İşçinin Kendi Partisi
(İKEP) çalışmalarında bu arayışın doğrudan işçiler içinde de
oluştuğunu görmekteyiz. Özellikle kamudaki taşeron işçilerin
kadrolu çalışma mücadele süreci çok öğretici oldu. Mücadele
birliğinde eşitlikçi, felsefi dayatmacı olmayan demokrat bir
yaklaşımın işçiler tarafından ilgiyle karşılandığını
görmekteyiz.
Aslında Türkiye’ de yaşanmakta olan süreç, tüm muhalif
hareketler için çok değerli ve gelecek için öğretici bir süreç.
İslamcı hareket şimdiye kadar genelde emperyalist işgallere veya
emperyalizmin kuklası durumundaki otoriter İslami veya seküler
rejimlere karşı mücadele etti ve bu toplumun geneline seslenebilen
kolay bir zemindi. İran’ı, Afganistan’ı ve Mısır’ın şimdiki
durumunu hatırlayalım. Ama ilk defa Türkiye’de görece de olsa
demokratik ve bağımsız bir kapitalist ülkedeki hem de Müslüman
kimliği olan bir iktidara/düzene muhalefet etmek gibi bir durum
var. Büyük bir imtihan söz konusu. Bakalım dünya işlerinde adaleti
esas alan İslam düşüncesi, evrensel ölçüde bu liberal hatta
“demokratik” kapitalist sömürü düzenine eşitlikçi, sosyal adaleti
esas alan bir alternatifin oluşturulmasında nasıl bir rol
alacak?
KİMLİK SİYASETİ HER ZAMAN AK PARTİ’NİN İŞİNE GELİR
Bu arada HAS Parti deneyiminde İslami gelenekten gelen
arkadaşlarınızın bir kısmına karşı hayal kırıklıkları yaşamış
olsanız da hâlâ birlikte yol yürüdüğünüz bir sürü Müslüman
arkadaşınız da var bildiğim kadarıyla…
Geçenlerde bir toplantıdayız, Alevi kitle örgütlenmesinden
sorumlu bir arkadaşla, İslamcıların da olduğu bir ortamda
oturuyoruz. O arkadaş “ya ne güzel insanlar varmış İslami kesim
içerisinde” dedi. Bu bana ilginç geldi. İnsanlar gettolarına
kapanır, farklı düşünceden ve yaşam tarzından insanlara kendini
açmazsa böyle gariplikler yaşanır her zaman. Bizim toplumumuzun
buna çok ihtiyacı var bence. Elbette bu kimlik siyaseti üzerinden
ilerlemek AK Parti’nin işine geliyor çünkü toplumun çoğunluğu Sünni
hatta Hanefi. Tabii öbür tarafın da işine geliyor, ne de olsa yüzde
25 garanti… (Gülerek)
İSLAM DÜNYASINDA SOLUN GERİ ÇEKİLİŞİ, BAŞKA FAKTÖRLERİN YANINDA
ARAPLARIN İSRAİL’E ‘67 YENİLGİSİYLE DE İLGİLİ
Solun büyük bir geri çekilişine tanık oluyoruz... Geçen
yapılan bir araştırma İslam dünyasında partilerin sadece yüzde
23’ünün sol çizgide faaliyet gösterdiğini ortaya koydu. Geri kalan
partiler sağ, liberal, milliyetçi ve İslami partiler. Sol,
Türkiye’de, dünyada ve Ortadoğu’da bir geri çekilme yaşıyor sanki.
Türkiye’deki sorunun, eşi benzeri olmayan bir şekilde din ve
kültürle ilişkiden kaynaklanan bir sorun olduğunu söylemiştiniz.
Ama İslam dünyasında aynı sorun yaşanmadığı halde orada da solun
bir geri çekilişi söz konusu.
Bence Türkiye ve İslam dünyasındaki gerileme, dünyadaki genel
gerilemeden farklı özellikler taşıyor. Arap ve İslam dünyasında
solun geri çekilişi biraz 67’deki büyük yenilgiyle, adı solla
birlikte anılan Nasırcı ve Baasçı mağlubiyetle yakından ilgili.
Dünyada ise zaten Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından çok daha önce
yaşanan gerilemenin ardından yaşanan bir tıkanıklık ve politika
üretememe gibi bir durum söz konusu. Sol hareket yeni dönemde
ortaya çıkan sorunlara tatmin edici yanıtlar üretemedi. Bence hâlâ
bir program sorunu var, arayışlar var ama çözüm seviyesine ulaşmış
yanıtlar henüz yok. Solun boşluğunu bazı noktalarda popülist sağ
siyasetler dolduruyor. Tüm dünya da bir bütün olarak insanlığın
karşılaştığı sorunların çözümü arayışında, yeni pratiğin içinde
yakın/orta gelecekte solun yenilenmiş bir tarzda çıkışına tanık
olabiliriz.
Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan
kimdir?
1984 yılında Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Uzmanı unvanını
kazandı. 1994 yılında profesör olan Kılıçaslan 2000-2003 yıllarında
anabilim dalı başkanlık görevini yürüttü. 1989’dan beri bu anabilim
dalında görevli olan Zeki Kılıçaslan, başta kot kumlama işçilerinin
mücadelesi olmak üzere birçok emek mücadelesine ciddi katkılar
sunmuştur. İşçi Kardeşliği Partisi, HAS Parti, CHP’de farklı
görevler alan Kılıçaslan, son olarak İşçinin Kendi Partisi’nde emek
mücadelesini sürdürmektedir.