Arka arkaya iki televizyon yıldızının başına gelenler yediden yetmişe herkesin dilinde. Biri karşılıklı rızaya da dayansa, ensest olduğu için değer yargılarına ve ahlaka ters düşen eylemi dolayısıyla manen, diğeri de eski sevgilisi olduğu söylenen bir kadın tarafından vurularak bedenen öldü. Manen ölen ne kadar lanetlendiyse, bedenen ölen o kadar yüceltildi. Bu iki vaka üzerinden öyle çok şey yazıldı ki. Hem yaşanan olaylar hakkında, hem de bu olayların kamu efkârında nasıl karşılık bulduğu hakkında. Toplum olarak ne kadar ahlaksızlaştığımızdan tutun da, ne kadar gaddarlaştığımıza, ne kadar vurdumduymazlaştığımıza kadar... Olayın faillerinin ne kadar masum, ne kadar alçak, ne kadar talihsiz veya ne kadar kurnaz olduğuna kadar... Ensest olayı, hemen her melanette olduğu gibi, "Fetö" terör örgütüne bile bağlandı. Bu yazıların bir bölümü hislerime tercüman oluyor. O sebeple dedim ki, ben de magazin gazeteciliği ne menem bir şey, ondan bahsedeyim.
***
"Bana yeni bir hikaye verin. Mümkünse gaddarca olsun, haz dolu olsun, eğlenceli olsun. Skandal yaratsın! Birinin kafası kesilmiş olsun, bir diğerine hunharca tecavüz edilsin. Ama asıl ilginci, bu hikaye hem eğlenceli, iç gıcıklayıcı, hem de gaddarca ve kanlı olsun." Bir haber müdürünün, istihbarat veya servis şefinin ağzından bu türden laflar duymak vaka-i adiyedendir. Tecrübe ve tanıklık ettim, biliyorum. İstisnaları özenle ayırıyorum tabii.
"Hatta bununla kalmasın, olaylar zincirleme gelişsin. Benzerleri zombi gibi fışkırsın köşelerden. Bir dönem atladıklarımızı arayıp bulalım, gündeme getirelim. Pornografik diyebileceğimiz, mahremi ihlal eden, şiddeti sıradanlaştıran fotoğraflar ve üslup eşliğinde, bir katastrof yaşatalım. İzleyici bunlar kendi başına gelmediği için şükretsin. Çekirdek çitlerken, cips yerken, çorba kaşıklarken baksın. Rahat koltuğundan, uzandığı kanepeden ahkam kessin. Aşağılasın, ayıplasın, dalga geçsin, akıl versin, haline şükretsin. Reality show gibi baksın hayata. Yalan da olsa yazalım. Yalan olduğu kanıtlanana kadar satalım, tıklanalım, izlenelim. Yalanımız çıktığında dert etmeyelim. Çünkü, bu hengamede, koşuşturmada nasıl olsa unutulacak" diye de devam edebilir bu replik.
Haber (news) dediğimiz şeyin aslı hikayedir. Araya bir aracı (medya) girer, olaylar içinden bir olay, kişiler arasından bir kişi, kaynaklar arasından bir kaynak, görseller arasından bir görsel, söylemler arasından bir söylem seçer ve onu bize hikaye eder. Bize bir dünya bilgisi sunar. Bizi, dünyayı onun aracılığıyla anlamaya, tanımaya, onun aracılığıyla ilişkilenmeye davet eder. Onun eleğinden geçenlerin görünür olmasını, geçemeyenlerin bilinmemesini ister. Seçtiği konular hakkında bir kanaat oluşturmaya çalışır.
Yani, kamu yararı dediğimiz şey, haber medyasının, özellikle de magazin servislerinin çoğunluğunun çok da dert edeceği bir şey değildir. Patronun yararı daha mühimdir. Daha doğrusu, patron dolayımıyla da, ait olunan çıkar çevrelerinin yararı...
Şimdi izninizle kendi hikayeme geçeyim.
***
Ergenliğe yol aldığım günlerdi. O zaman tabii çoğunluk için, gazete okumak ve tek kanallı televizyonu izlemekten başka yolu yoktu dünyayı tanımanın. Bir gün babam beni, "ciddi gazete"lerden satın almaya yollamıştı bayiye. Ha, unutmayayım, o zamanlar bir de gazete bayileri vardı. Sadece gazete-mecmua ve ıvır zıvır satarlardı. Babamın ciddi gazetelerinden Cumhuriyet ve Milliyet'e bakınırken, gazete bayisinin en dikkat çekici noktasına mandalla tutturulmuş Tan gazetesinin manşeti, ergen aklımı bulandırıverdi:
"Zeki Müren Çocuk Düşürdü!".
Aaaa! Zeki Müren kadın mıymış? Evet, erkek gibi değildi tam olarak. O saçlar, uzun ve ojeli tırnaklar, apartman topuk ayakkabılar, pullu payetli tunikler, hatta kısa elbiseler... Ama kadın da denemezdi kendisine o yaştaki bana göre. Gazete bayimiz boyalı bıyıklı, yılışık ve sevimsiz Halil Abi'nin kartal bakışlarına aldırmadan parmaklarımın ucunda yükselerek bakmaya çalıştım oldukça yukarıda bir yerde asılı gazeteye. O da ne? Müren sahnede haldır haldır gidip gelirken, sahneye fırlayan bir çocuğa çarpmış, çocuk tepetaklak olmuştu. Tan gazetesi de, o günü kurtarmak, satışı arttırmak, kendinden bahsettirmek için çarpıtıvermişti olayı. Toplumun Zeki Müren'in cinsel kimliğiyle bitmek bilmez imtihanında bir merhale daha!
Sonraları, aynı gazetede, bir halının üzerinde poz vermiş yarı çıplak bir genç kadın fotoğrafının üzerine sür manşet: "Aldığını altına yatırıyor!" başlığını da görecektim. Meğer pavyonlarda çalışan bir şarkıcı, kazandığı üç beş kuruşla, yatırım olsun diye altın alıyormuş. "Bıyıklı Türk erkeklerine bayıldık, öpüşürken dişlerimiz fırçalandı" diyen dekolteli turist kadınlar; yatak odasında biten ruh çağırma seansları; tecavüzü erotik bir hikaye gibi anlatmaya girişen yazarlarıyla Tan, türünün öncüsü olmuştu. İyi bir satış yakalayınca benzerleri pıtrak gibi çoğalmıştı.
***
Aradan yıllar geçti. Ben gazeteciliğe, daha doğrusu bir çaylak olarak stajyer muhabirliğe başladım. Mektepli, genç ve kadın olduğum için zaten alay konusu oluyordum sık sık. Duygusal, çekingen, okumaya meraklı, onların deyimiyle "entel-dantel", kibar ve empati kurmaya hevesli olduğum için de, tecrübeli meslektaşlarım tarafından bu işin bana uygun olmadığı dile getiriliyordu hep. Bilen bilir, muhabirliğe yeni başlayanları, önemsenmeyen kültür-sanat, belediye vb. gibi alanlarda görevlendirirler. Ben de "okuyan kız" olduğum için kültür-sanat olaylarını takip ediyordum. Ankara'da kültür-sanat deyince, kırk yılda bir ünlülerin katılımıyla gerçekleştirilen pop müzik konserleri ve sık düzenlenen klasik müzik konserleriyle sergi açılışları akla gelirdi o zamanlar. Açılışlara, bakanlar, vekiller, diplomatlar ve başka şöhretli kimseler geleceği için, ne olur ne olmaz diye takip edilirdi bu etkinlikler. Buralarda da siyaset konuşulurdu. Aradan bir iki haber malzemesi çıkar diye ihmal edilmezdi buraya muhabir göndermek. Hiç unutmam, bir resim sergisi açılışına gitmiş, resimleri gerçekten beğenmiş, "okuyan kız" ukalalığımla "kırmızıyı cesaretle kullanan ressam" ve benzeri ifadelerle yüklü bir haber yazmıştım. Haber müdürü, görüş açıma giren, daha doğrusu benim onun görüş açısına girdiğim masasından başını hınçla kaldırıp, haberimi buruşturarak çöp sepetine üç sayılık atışla yolladıktan sonra parmağıyla "gel gel" işareti yaptı. "Arap" dedi, o yıllarda ve zannederim hâlâ gazeteciler birbirlerine "Arap" veya "Müdür" diye seslenirlerdi, "biz burada okuru reklamverene satmaya çalışıyoruz, bana artistlik yapma! Sergide şöyle erotik bir tablo var mıydı yahut bir bakan, bir vekil tablolarla ilgili absürt bir yorum yaptı mı, birileriyle flörtleşti mi, dünkü bakanlar kurulu toplantısıyla ilgili bir laf etti mi, bana ondan haber çıkart!" Kültür de, siyaset de magazinin parlak üslubuyla sunuluyordu Seksenler'de okura.
***
Okuyan kızdım ben ama magazini de yakından takip ediyordum. Hâlâ da öyle. Magazin meraklısı olmamı eleştirmeyen neredeyse kalmadı çevremde, onu da söyleyeyim. Kimi kandıracağım, magazini eğlenmek, merakımı, dedikoducu teyze yanımı tatmin etmek için takip ediyorum. Ama sadece bunun için değil. Magazin, bence, bir kültürün ahlak anlayışını, gündelik hayatını, sınıfsal yapısını, cinsiyet ve beden politikasını, popüler eğilimlerini tetkik edebileceğimiz bir laboratuvar. Onun kendine göre bir ekonomi-politiği var. Bir kültürü var. Ama bu her zaman, medyaya hakim olan milliyetçi, cinsiyetçi ve şedit tavırla malul.
Bir dönem Türkiye'de magazin muhabirliği hakkında düşünürken, bu türün Beyoğlu muhabirliği adı verilen bir başka pratiğin uzantısı olduğunu saptamıştım. Erken Cumhuriyet döneminden itibaren uzun yıllar, "asıl gazetecilik" Ankara'da yapılagelmişti. Yasama, yargı, yürütme organları, mahkemeler, büyükelçilikler ve benzeri kurumlar buradaydı. İstanbul'da ulaşılabilecek en tepedeki kaynak ise vali idi. Hâl böyle olunca, İstanbullu gazetecilere, ihtişamlı eski başkenti fiili olarak yaşatan yabancı ziyaretçileri takip etmek kalıyordu. Şehrin kalbi Beyoğlu olduğu, oteller, namlı restoranlar, barlar, meyhaneler, gece kulüpleri orada bulunduğu için yabancıların da ziyaretgahıydı. Beyoğlu muhabirliği adı buradan geliyordu. Beyoğlu muhabirleri, haber kaynaklarını havaalanından yahut limandan başlayarak takip eder, oteline yerleştirir, gece alemlerine, turistik gezilerine, bazen izinli, bazen de çaktırmadan eşlik ederlerdi. Bu takibin neticesinde, günümüzün sansasyonel magazin haberleri gibi haberler yakalamak, "skandallar"ı ortaya çıkarmak veya atlatma haber patlatmak işten bile değildi.
Bunlardan biri, Hilton Oteli'nin unutulmaz açılışında Milliyet muhabirine nasip oldu. 1955'te, Demokrat Parti'nin ABD ile yakınlaşmasının ticaret ve kültür alanındaki tezahürlerinden biri olarak İstanbul'da açılan otel, Beyoğlu muhabirleri için daha ilk günden itibaren mümbit bir kaynak olacaktı. Açılış, küçük çaplı bir skandala da sebebiyet verdi. Hilton'un varisi Nick, açılışa sevgilisi olduğu söylenen ünlü oyuncu Terry Moore'u da davet etmişti. Milliyet'in acar Beyoğlu muhabiri İlhan Demirel'in, iç çamaşır giymediği sonradan ortaya çıkan Moore'u, odasında yüksekçe bir yere oturtarak çektiği fotoğraf gazetenin baş sayfasına dev boyutlarda yerleştirilince Milliyet rekor düzeyde satış yapmış ama Hilton ailesinin de gazabına uğramıştı.
***
Tüm magazin tarihi, kamuya mâl olduğuna inanıldığı için, "özel hayat"ına saygı gösterilmesine gerek olmayan bireyleri "yakalamak", "basmak", "göz hapsine almak" üzerine kurulu. Külyutmaz magazin muhabirleri, ikiyüzlü ahlakın da bekçileri ve muhafazakar ahlakın hesap sorucuları olma cüretlerini meşrulaştırıyorlar "ama o kamuya mâl olmuş biri" bilmişliğiyle. İpliğini pazara çıkarmak, itibarsızlaştırmak, hesap sormak, yüzleştirmek onların işi. Tepeye çıkardıkları gibi yerin dibine de sokabilirler. Bu cüretkarlık gösterisini, televizyonlardaki magazin haberlerinde gördüğünüz genç ve çoğunluğu erkek muhabirlerin alaycı bakışlarında, ısrarcı sorularında, arsız ısrarlarında görüyorsunuz. Bir de, her kanala musallat olan magazin konseylerinde, birer mahkeme reisi edasıyla çapraz sorgu yapan geçkin magazin yazarları ile ünü tükenmekte olan şöhretlerin sabah kuşağı programlarında... Üzerine titriyormuş gibi yaptıkları ahlak, aile değerleri, vatanperverlik, mertlik, namus mefhumları ihlal edildikçe kendilerine malzeme çıkacağını bildiklerinden, ayrıksı olan her şeye ve herkese iştahla yaklaşıyorlar. Bazılarının yüzlerindeki sahte ciddiyet, ayıplayan sözler, kınayan bakışlar, alaycı mimikler, bazılarının şirretçe hakaretleri, programlarına çıkardıkları kişilerin de bu oyuna bilerek katıldıklarının farkında olmanın üstünlük duygusunu taşıyor.
Evet, bu bir oyundur artık. Magazinin çirkef kuyusunu, piyasadan silinip gitmeye tercih eden ünlülerle, kısa süreli de olsa şöhret olmanın, üç beş kuruş kazanmanın, bazen de çaresiz derdine çare bulmanın peşinde olan sıradan insanların oynadıkları bir oyun. Çoktandır memleketin ünlüleri masumiyetlerini, temiz ahlaklarını, mazbutluklarını Ali Eyüboğlu'na, Cengiz Semercioğlu'na, Kenan Erçetingöz'e, ünsüzleri ise Müge Anlı'ya kanıtlamak zorundalar önce.