Zerrin Kurtoğlu: Dünya hepimizin vatanı, Suriyeli mülteciler buralı!
Prof. Dr. Zerrin Kurtoğlu’na göre Suriyeli karşıtı ırkçı söylem ve saldırılar, iktidarın topluma mültecilerin koşulları hakkında gerçekleri aktarmamasından besleniyor. Örneğin iktidarın “Suriyeliler için milyarlarca dolar harcadık” derken, bunun toplanan vergilerden değil, AB’den gelen parayla yapıldığını açıklamıyor. Çünkü iktidarın mülteci karşıtlığını Suriye’ye yönelik müdahalelerinin de meşruiyet zemini olarak işlevselleştirdiğini düşünen Kurtoğlu, Türkiye’de yükselen yeni ırkçılığa karşı hiçbir siyasi partinin etkili bir programı olmadığı kanaatinde.
Gerek uluslararası güçlerin, gerekse Türkiye dahil bölge devletlerinin emelleri, Suriye’de barışın tesis edilmesini imkânsız kılmaya devam ederken, ülkesini terk eden milyonlarca Suriyeli için de geri dönme umudu her geçen gün daha da azalıyor. Türkiye’de zaten ağır şartlarda yaşayan, kölelik koşullarında çalışan ama buna mukabil mültecilik statüsü bile elde edemeyen Suriyeliler tüm bunlar yetmezmiş gibi yoğun ırkçı saldırılarla da karşılaşıyor.
İki hafta önce, 23 Aralık’ta Antep’te Suriyelilere yönelik toplu saldırıya yılbaşı akşamı da sosyal medya saldırısı eklendi. Bu seferki mülteci karşıtı, ırkçı kampanyanın dayanağı, bir grup Suriyeli gencin Taksim Meydanı’ndaki yeni yıl kutlamaları sırasında, Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu’nun bayrağını açmasıydı. Ama ırkçı söylem için bahane çok. Suriyeli bir çocuk Türkiyeli bir akranını dövdüğünde de iş ırkçı saldırılara dönüşebiliyor, yetişkin bir Suriyeli, Türkiyeli akranına “ters baktığında” da.
Neticede yılbaşı akşamı “ülkemde Suriyeli istemiyorum” başlığı altında on binlerce ırkçı mesaj paylaşıldı. Yeni yıl için “nasıl girersek öyle devam eder” denir. Türkiye 2019’a sosyal medyada örgütlenen Suriyeli karşıtı ırkçı bir kampanyayla girdi. Fakat bu, 2019’un ırkçılara ve onların söylemine teslim edileceği anlamına gelmez.
KHK’lı bir felsefe profesörü olmanın yanı sıra, yönetim kurulu üyesi olduğu İzmir’deki Halkların Köprüsü Derneği’nde mültecilerle dayanışmak üzere mücadele eden Zerrin Kurtoğlu’na Suriyelilere yönelik ırkçılığın kökenlerini, boyutlarını, sonuçlarını ve buna karşı yapılabilecekleri sorduk.
Yılbaşı akşamı Taksim Meydanı’nda bir grup Suriyeli, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kullandığı bayrağı dalgalandırarak kutlama yapınca, Twitter’dan “ülkemizde Suriyeli istemiyoruz” başlığı altında bir kampanya başlatıldı. Böylece ÖSO karşıtlığı topyekun Suriye karşıtlığına dönüştü. Taksim’deki kutlama ve o kutlamaya yönelik tepkiler size ne düşündürdü?
Aslında Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılar çok görünür olmuyor. Taksim’deki kutlamaya yönelik tepkiler, ırkçılığın görünür olduğu anlardan biriydi sadece. Suriyelilere karşı ırkçılığın fiziki saldırıya dönüştüğü sayısız olay var. Nitekim 23 Aralık’ta Gaziantep’te iki kişinin bıçakla yaralanması üzerine örgütlenen ırkçı bir grup, Suriyelilere yönelik büyük çaplı bir saldırı gerçekleştirdi. Hepsi basına yansımadığı için bilinmiyor ama mültecilerin yerleştiği hemen her ilde, Mersin, İzmir, İstanbul’da da bu türden saldırılar yaşanıyor. Saldırıların hedefi sadece Suriyeliler değil, Afganlar da oluyor. Bu saldırılar yükselen yeni ırkçılığın tezahürü.
Yeni ırkçılıktan kastınız ne?
Biyolojik, gen referanslı olmaktan ziyade kültürel mesafeleri korumaya, kültürlerin birbirlerine karışıp melezleşmesine engel olmaya yönelik bir ırkçılık bu. 2011’de başlayan ve ülkelerindeki savaş bitmediği için devam eden Suriyeli göçü yedinci yılında. Fakat AB’yle imzalanan geri gönderme anlaşmasıyla da açık hale geldiği üzere, devletin onları Batı’ya karşı bir tür rehin veya koz olarak kullanma amacından kaynaklanan politikası yüzünden, bu insanlar sadece geçici koruma statüsüyle Türkiye’de kalabiliyorlar. Biz “mülteci” diyoruz ama yasal olarak hiçbiri mültecilik statüsüne sahip değil. Onların burada kalıcı olarak kabul edilmesini sağlayan herhangi bir statü tanınmadığı için gerçekten de sadece “misafirler.” Türkiye’de kendilerini yerli olarak gören kitleler de bu misafirliğin fazla uzadığını düşünüyor. Hakikaten de bu misafirlik fazla uzadı; oysa artık onlar misafir değil, buralı. Savaşın ilk zamanlarında geri dönebileceği umudunu taşıyan insanlar, aradan geçen altı-yedi yıllık süre zarfında artık hayatlarını burada kurmaya karar vermiş görünüyor.
Peki Suriyelilerin burada kurmaya çalıştığı yeni hayatın koşulları nasıl?
Genelde aktarılanlardan farklı olarak çok çok zor. Bir kere mülteci statüsüne sahip olmamaları başlı başına büyük bir zorluk kaynağı. Normalde kendi ülkesindeki savaş koşullarından kaçıp başka bir ülkenin korumasına giren herkes mültecidir. Mültecilik özünde bir statü meselesi değil, bir durumdur. Statünün kendisi, durumun üzerine kuruludur. Nitekim Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 28 Temmuz 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi de bunu yaparak mülteci durumundaki insanlar için uluslararası koruma sağlanmasını öngörmüştür.
Türkiye bu sözleşmeye taraf mı?
Tabii.
Peki neden Suriyelilere bu sözleşme uyarınca mülteci statüsü verilmiyor?
Çünkü Türkiye sözleşmeyi 1951 tarihinde imzalamış, on yıl sonra onaylamış ama bir de çekince koymuş. Bu çekinceye göre Türkiye sadece Avrupa’dan gelenlere mültecilik statüsü veriyor.
Neden?
Bunun bir sebebi, o dönemin Ortadoğu’ya sırtını dönüp yüzünü Batı’ya çeviren egemen yaklaşım olabilir. Ayrıca başta Bulgaristan olmak üzere Batı’daki Türklerin, geldiklerinde bu statüye kavuşturulmasının önü açılmak istenmiş olabilir. Yani o zaman da ırk temelli bir yaklaşımın sergilendiği görülüyor. Sonuç itibariyle sözleşmeye konan şerh, Suriyelilerin mülteci statüsü almalarını engelliyor.
Mültecilik statüsünü alamamak gündelik hayatta ne tür sorunlara neden oluyor?
Her şeyden önce kişiyi uluslararası korumadan mahrum bırakıyor. Böylece başka bir ülkeye iltica da edemiyorsunuz. Ayrıca mültecilik statüsü, oy kullanma dışındaki temel pek çok yurttaşlık hakkından yararlanmayı sağlıyor. Fakat Suriyelilere sadece sığınma veya geçici koruma verildiği için, temel hakların tümü geçici ve belli şartlara göre veriliyor. Milyonlarca Suriyeliye eğitim, sağlık, barınma gibi hakların tümü geçici koşullara bağlanmış ve her an ellerinden alınabilir durumda. 2011 yılından beri Türkiye’de 400 bin bebek doğmuş ve bu bebekler aslında Suriyeli değil, buralı. Fakat bu çocuklar resmiyette ne Suriyeli ne Türkiyeli.
SADECE PARASI VE STATÜSÜ OLAN 59 BİN 747 SURİYELİYE VATANDAŞLIK VERİLDİ
Statüleri ne peki?
Vatansızlar. Eğer bu konuda hak temelli bir mücadele örgütlenemezse, bu bebekler büyüdüklerinde, ebeveynlerinden çok daha katmerli sorunlarla karşılaşacaklar.
Türkiye kaç Suriyeliye vatandaşlık verdi peki?
İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre 59 bin 747 kişiye vatandaşlık verildiğini biliyoruz. Bunlar da bankalara para yatırabilecek kadar sermayesi olanlar, doktorlar, mühendisler vs. Oysa bu hakka esas ihtiyacı olanlar yoksullar, ucuz işgücü olarak sömürülenler, eğitim alamayanlar, doktora görünemeyenler. Bunların da sayısı milyonları buluyor ve isteyen her Suriyeliye öncelikle mültecilik statüsü, ardından da vatandaşlık hakkı verilmeli.
Eğitim alamayan, doktora görünemeyen Suriyeliler var mı?
Son bir yıldır mülteciler sadece giriş yaptıkları ve ilk yerleştirildikleri ilde bu türden hizmetlerden faydalanabiliyorlar. Çünkü daha önce örneğin Suruç’tan giriş yapan ama orada iş bulamadığı için İzmir’e gelen biri, kaydını buraya aldırabiliyordu ama artık bu da yapılamıyor. Dolayısıyla şu anda İzmir’e gelmiş ama Göç İdaresi’nde kaydını buraya aldıramamış, o yüzden de temel hiçbir haktan faydalanamayan kaç Suriyeli olduğunu bilmiyoruz.
Göç İdaresi’nin verilerine göre İzmir’de 141 bin 757 Suriyeli mülteci var. Birtakım derneklerin yaptığı araştırmalara göre, kaydını aldıramayanlar dahil edildiğinde ise bu sayı en az 170 bin civarında.
Fakat Suriyeli karşıtı ırkçı söylemin beslendiği iddiaların başında, onların çok iyi maaşlar aldıkları, sağlık hakkı konusunda onlara öncelik tanındığı yönünde…
Bunların hiçbiri doğru değil ama bu söylem, devletin bu konudaki politikasının açık olmamasından kaynaklanıyor. İktidar, “Suriyeliler için milyarlarca dolar harcadık” derken, bu paranın Türkiyelilerden toplanan vergilerden karşılandığını ima ediyor. Elbette öyle de olabilirdi ama bir kere bu kadar para harcandıysa, sorunlar bu kadar derin olmazdı. Ayrıca harcanan paranın çoğu, mültecileri Türkiye’de tutma karşılığında AB’den alınıyor. Fakat iktidar bunu kendi yurttaşlarına bu açıklıkta söylemiyor. Mesela Kızılay, eğer ailede dört çocuk varsa, kişi başına 100 TL para veriyor. Fakat insanlar bunun AB’den gelen para olduğu gerçeğini bilmiyor. Aslına bakarsanız kültürel ırkçılık alt sınıflar tarafından değil, egemenler tarafından ideolojik olarak organize edilip aşağıya pompalanıyor. Öte yandan iktidarın, buradaki mültecileri, Suriye’de kontrol ettiği bölgelere nüfus yerleştirmek üzere de elinde koz olarak kullandığını not etmek lazım. Bakın, Suriyelilere yönelik bugüne kadarki hiçbir saldırıda caydırıcı bir cezai yaptırım uygulanmadı.
TORBALI’DA MÜLTECİLERE TÜRKLER, KÜRTLER VE ÇİNGENELER BİRLİKTE SALDIRDI
Yerellerdeki Suriyeli karşıtı ırkçı saldırıları tetikleyen temel unsurlar neler?
Görünene bakılırsa, küçük bir çocuk kavgası veya “ters baktın” tartışması büyük olaylara dönüşüyor. Fakat meselenin özünde, Suriyelilerle ekonomik bir rekabet içinde olduklarına ilişkin his var. Farklı grupları sürekli birbirlerine karşı rakip olarak gösteren ve çatıştıran, bunun üzerinden de ucuz işgücü devşiren bir sistem var. Türkiyeli çocuklardan biri diğerini dövdüğünde mesele aileler arasında çözülürken, Suriyeli bir çocuk başkasını dövdüğünde mesele gruplar arası çatışmayla, ırkçı saldırılarla son bulabiliyor. Bakın, Nisan 2017’de İzmir-Torbalı’da mültecilere yönelik saldırı inanılmazdı mesela. Oranın ötekileri daha önce Kürtlerdi. En kötü işleri yapan, emeği en ucuz olan Kürtler, "yıllardır ırkçı saldırılara veya baskılara" maruz kalırlardı. Fakat Suriyeli tarım işçileri geldi ve Torbalı’nın yeni ötekileri onlar oldu.
Onlara yönelik saldırı neden inanılmazdı?
Çünkü bu saldırıyı gerçekleştirenler Türkler, Kürtler ve Çingenelerden oluşuyordu. Sonuçta tıpkı daha önce saldırıya uğrayan Çingeneler ve Kürtler tahliye edildiği gibi, bu sefer de saldırıya uğrayan Suriyeliler bölgeden tahliye edildi. Devletin uyguladığı yöntem bu. Oysa bu tür sorunları, insanları birbirinden uzaklaştırarak değil, kültürleri, grupları birbirine yaklaştırarak çözebilirsiniz. Az önce dediğim gibi, iktidar Suriyelilerin gerçek durumunu aktarmadığı için, sanki onlar çok iyi haklarla donatılmış gibi bir algı yayılıyor. Oysa mülteci statüsü bile verilmeyen insanlar, en yoksul Türkiyelilerin bile sahip olduğu haklara sahip değil.
MÜLTECİ VEYA VATANDAŞ, YOKSULLARI KARŞI KARŞIYA GETİREN DEVLETİN POLİTİKASI
Peki toplum neden bunun bilgisine sahip değil?
Muhalefet bile bu konudaki gerçekleri aktarmıyor. Defalarca CHP’ye, Suriyelilere ayrıcalıklar tanındığına ilişkin gerçek olmayan iddialarının yarattığı tehlikeleri, zaten çok zor koşullarda yaşayan mültecileri çok daha zor koşullara sürüklediğini hatırlattık.
Suriyeli mültecilerin yaşam koşullarını hemen herkes sokakta görüyor. Dolayısıyla Suriyeli karşıtlığı, bu ırkçılık, hakikatlerin bilinmemesinden mi kaynaklanıyor?
Bilmeyen çok. Ama şunu da teslim etmek lazım ki, saldırılar çoğunlukla mültecilerin hangi koşullarda olduğunu yakından bilen mahalleli tarafından yapılıyor. İzmir’de mesela, Agora’da Kürtler, Suriyeli Araplar veya Türkmenler, hepsi aynı mahallede yaşıyor. Halkların Köprüsü Derneği olarak oraya bir yardım götürdüğümüzde, mahalleli önümüzü kesip “niye sadece Suriyelilere yardım ediyorsunuz, biz de yoksuluz” diyordu. Haklıydılar da. Bunun üzerine herkese yardım etmeye çalıştık. Mülteciler ne yazık ki hayırseverlikle yabancı düşmanlığı arasında bir noktada sıkışmış vaziyette. Mültecisi veya vatandaşıyla, yoksulu karşı karşıya getiren doğrudan devletin politikası. Çünkü yoksulların birbiriyle çatışması, devlet açısından meseleyi yönetilebilir hale getiriyor.
İSTİSNAİ DE OLSA TÜRKİYELİ VE SURİYELİ İŞÇİLERİN ORTAK DİRENİŞLERİ DE VAR
Mültecilerin kendi haklarını korumak için giriştikleri herhangi bir örgütlenme yok mu peki?
2017 sonbaharında Türkiyeli ve Suriyeli ayakkabı işçileri, parça başı iş ücretlerinin düşüklüğünü birlikte protesto etti ve sanırım bazı haklar elde ettiler. Az önce Torbalı’daki ırkçı saldırıdan söz ettik. Orada Suriyeli ve Türkiyeli tarım işçilerinin ücretleri hem düşük hem de eşit değildi. Geçen sene bu işçiler birlikte direndi ve hem ücretleri eşitletti hem de yükseltti. Tabii ne yazık ki bu türden ortak tepkiler, eylemler, direnişler istisna. Sadece ücretler değil, çalışma saatleri de eşit değil. Suriyeli işçiler üç-dört saat daha fazla çalışıp yine de diğer işçilere göre daha düşük ücretler alıyor. Ayrıca mülteciler açısından bu tür tepkiler çok büyük bedeli göze almayı gerektiriyor. Çünkü kalıcı hiçbir hakları olmadığı için her an kendilerini geri gönderme merkezinde bulabiliyorlar. “Misafirliğin”, geçici koruma statüsünün sonuçlarından biri de bu.
Bir ara Akdeniz’de, Ege Denizi’nde botları batıp hayatını kaybeden mültecilere sahte yelekler satıldığı ve bu sahte yeleklerin de yine mülteci çocuklara diktirildiği söyleniyordu…
Bu iddialar doğru olabilir. Mülteciler bulabildikleri her işte, her ücrete ne yazık ki mecbur kalıyorlar. İlk dönemlerde zaten dışarıda yaşıyorlardı. Şimdi ise sokaktan farkı olmayan, kentsel dönüşümün henüz tamamlanmadığı harabe, ahırdan veya depodan bozma yerlerde değerinin çok üstünde kiralar ödeyerek kalıyor çoğu.
MÜLTECİLERİ “SURİYELİLER” KALIBI İÇİNDE HOMOJENLEŞTİRMEK DOĞRU DEĞİL
Az önce, İçişleri Bakanlığı verilerine göre 59 bin 747 Suriyeliye vatandaşlık verildiğini söylediniz. O halde AKP’nin oylarını artırmak için yüzbinlerce Suriyeliye vatandaşlık verdiği bilgisi doğru değil mi?
Keşke yüzbinlerce Suriyeli vatandaşlık hakkı alabilseydi ama ne yazık ki bu iddiaların gerçekliği yok. Öte yandan etnik olarak aralarında Kürtlerin, Arapların, Türkmenlerin, Çerkeslerin, Ermenilerin, inançsal olarak aralarında Alevilerin, Sünnilerin, Hristiyanların, Süryanilerin, Ezidilerin olduğu bir kitleyi “Suriyeliler” kalıbı içinde homojenleştirmek doğru değil. Elbette pek çoğu, sınırları açtığı için AKP’ye müteşekkir. Ama bu insanlara vatandaşlık hakkı verildiğinde gidip AKP’ye oy vereceklerinin garantisi mi var? İnsanlar doğal olarak oylarını siyaseten kendilerine yakın hissettikleri partilere verirler. Elbette “siz burada eğlenirken benim askerim sizin için ölüyor” diyen CHP’ye mi oy versinler? HDP ne yazık ki daha yeni yeni bu meseleyi gündemine aldı. Hiçbir sendikanın gündeminde mülteci sorunu yok. Geçen sene İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nce yapılan 'Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları’ başlıklı araştırmanın sonuçlarına göre 'Suriyeliler evlerine gönderilmeli mi?' sorusuna 'Evet' yanıtı veren AKP’lilerin oranı yüzde 83.2, CHP’lilerin yüzde 92.8, HDP’lilerin yüzde 75, MHP’lilerin ise yüzde 88. Yani bu dünya, bu ülke hepimizin ve birlikte yaşayabiliriz diyen hiçbir politik tasavvur yok maalesef. Sadece birtakım hak temelli dernekler bu meseleyi sorun ediniyor.
Yardım derneklerinin bu konudaki tutumu ne yönde peki?
Gıda ihtiyaçlarını giderelim ama devlet de bunları bir an önce ülkelerine yollasın şeklinde bir eğilim var onlarda da. Bakın, İzmir Suriyeliler Derneği başkanı Muhammed Özen’in mülteciler arasında nasıl bir tasnif yaptığını kendi sözlerinden okuyalım: “Bize müracaat eden yaklaşık 300 kişiye iş bulduk. Türk gençlerinin tercih etmediği işlerde çalışabiliyorlar. Bunun yanında bir de dilenciler var sokaklarda. Bunların mesleği dilencilik. Savaştan önce de Suriye'de bu kişiler yine dilencilik yapıyorlarmış. Bunlar, burada Suriyelilerin imajını zedeliyor. Tüm Suriyelileri dilenci gibi gösteriyor. Oysa onlar çalışan insanlar. Bu nedenle valiliğin burada harekete geçip dilenen Suriyelileri toplamasını ve geri göndermesini, en azından İzmir'den uzaklaştırmasını istiyoruz.”Bu açıklama bile, Suriyelilere ilişkin nasıl bir tahammül sınırı çizildiğini göstermeye yetiyor.
Statüsüzlüğün kadınlar ve çocuklar açısından ne tür sonuçları oluyor?
Tamamen izole bir hayat! Çocukların çoğu çocuk işçi olarak, büyük tehlike ve tehditler altında sömürülüyor. Kadınların hemen hiçbiri dışarı çıkamıyor, iş hayatına giremiyor ve hayatları dört duvar arasında geçiyor. Çünkü korkuyorlar. Bu korkuları, dokuz aylık hamile Emani Al Rahmun’un tecavüz edilerek, 10 aylık bebeği Halaf’la birlikte geçen sene Sakarya’da katledilmesinden sonra çok daha arttı. Görüştüğümüz kadınlar “ruj bile sürsek, ‘bakın bunlara, keyifleri yerinde’” gibi tepkilerle karşılaştıklarını anlatıyor. Mesele sadece yaşamak değil, onurlu bir yaşam kurabilmek. Ne yazık ki bu ülke, mültecileri onurlu yaşamaktan mahrum bırakacak her türlü koşulu dayatıyor. Bunun önüne geçmek için Suriyelilerin hangi koşullarda ülkelerini terk ettiklerini, Türkiye’de hangi koşullarda yaşadıklarını, kendilerine sunulan son derece kıt olanakların da AB’den gelen paralarla sağlandığını bu topluma benim-senin değil, bu devletin anlatması gerekiyor.
Irkçılığın kaynağı, Suriyeliler hakkındaki bu bilgilere erişememek mi?
Elbette hayır. Ama manipülasyonun da ırkçılığı meşru göstermenin önemli bir etkeni olduğu söylenebilir. Taksim’deki kutlamaya gösterilen “bizim Mehmedimiz sizin için ölüyor” türü ırkçı tepki karşısında, “senin askerinin orada bulunmasının Suriyelilerle değil, devletinin çıkarlarıyla ilgisi var” demek gerekiyor. Suriye’den göç eden insanların hemen hepsi barış hakkı için, savaştan kaçmak için geldiler. Peki Türk askeri hangi sebeple Suriye’ye giriyor? Bunun Türkiye’de yaşayan Suriyelilere faydası ne? Hiç! Aksine, Türkiye’nin de oradan çıkması lazım ki, buradaki insanların kendi ülkelerine dönebileceği barış koşulları oluşsun. Ne yazık kimse meseleyi buradan tartışmıyor. Demokrat olduğunu zanneden pek çok gazeteci, köşe yazarı bile, söz konusu Suriyeliler olunca “benim Mehmedim senin için ölüyor” ırkçılığından geri durmuyor. Taksim Meydanı’ndaki gençler bayrak açmayıp sadece “özgür Suriye” sloganları atsaydı, acaba bu tepkilerden azade kalacak mıydı? Kaldı ki Suriyeli mülteciler açısından ÖSO bayrağının bu ülkedeki tek korunaklı simge olduğunu unutmamalıyız. Aynı grup Esad’ın bayrağını açsaydı, aynı anda kendini geri gönderme merkezinde bulurdu. Cihatçı grup yılbaşını kutlamayacağına göre o gençlerinki ya yılbaşı kutlaması değildi veya ÖSO bayrağını bir korunak olarak kullandılar. Birkaç yıl önce bir grup Türk cihatçı Müslüman Kardeşler bayrağıyla İstanbul’da yürüyüş yaparken kimse tepki göstermiyordu. Neticede Taksim’deki olay, iktidarın politikası sonucu Suriyelilere artık hiçbir alanda tahammül kalmadığını bir kez daha gösterdi. Suriyelilerin kamusal alanda görünmemesi, buharlaşması isteniyor.
2005 yılında kurulan ırkçı Türkçü Toplumcu Budun Derneği, 2006’de “Kürt Nüfus Artışı Durdurulsun” başlıklı bir imza kampanyası başlatmıştı. Derneğin kampanyasında “Ey Türk kadını ve erkeği! Türkçülük için bir çocuk daha yap. Hainler, kapkaççılar, uyuşturucu satıcıları çoğalıyor. Kürt ve Çingene çetelerine ve yobazlara hak ettiği cevabı vereceğiz” yazılı bir bildiri dağıtılmış, dernek başkanı Rıfat Cenk Tozkoparan ise bu yüzden hakkında açılan davadan beraat etmişti. Bu ve benzer olayların akademisyenlerin İzmir’i anti-Kürtlükle, ırkçılıkla ilgili araştırma sahalarından biri olarak seçmesinde etkili olduğu söylenebilir. Peki en azından İzmir’de, Suriyelilerin gelmesiyle birlikte ırkçı eğilimin hedefi Kürtler olmaktan çıktı mı?
Şu an toplumun en çok dışlanmış ve en çok ırkçılığa maruz kalan kesimi elbette Suriyeliler. Ama bu, Kürtlerin ırkçılığa maruz kalmadığı anlamına gelmiyor. Kültürel ırkçılığın iki temeli var. Biri karşısındakinin kültürünü kendisininkinden aşağı görmek, diğeri de karşıdaki kültürün etkisiyle melezleşmekten korkmak. İlki, yani kültürel hiyerarşiyi esas alan ırkçılık, aynı zamanda emek sömürüsünün de kapısını açıyor. Yani aşağıladığı kültürü dışarı atmıyor ama o kültürün mensuplarını üretim sürecinin en aşağı seviyesinde tutuyor. En kötü işleri, en ucuz ücretle yaptırıyor. Kültürlerin buluşmasını reddeden ırkçılık ise diğer kültürü kendisinden uzaklaştırmak istiyor. “Suriyeliler ülkelerine dönsün” sözü bunun özeti zaten. Suriyeliler bu her iki ırkçılığa da maruz kalıyor. Torbalı’daki saldırıya dahil olan Kürtlerinki de kültürel ırkçılığın bir örneği. Suriyeliler gelene kadar Torbalı’daki “yabancılar” onlardı ve kendilerini yerli addedenlerin yabancı düşmanlığı, ırkçılığı Kürtlere yöneliyordu. Ama Suriyeliler gelince Kürtler de “buranın yerlisi” oldular! Fakat şunu da aktarmalıyım ki, özellikle Torbalı olayı sonrasında Kürt siyasal hareketi bu meseleyi masaya yatırdı ve kendi içinde bir özeleştiri de yaptı. Dolayısıyla Suriyelilere ilişkin ırkçı olmayan yaklaşımın en fazla Kürtlerde olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü özellikle çözüm sürecinden sonra Kürt illerinde yaşananlar üzerinden Kürtler, Suriyelilerle kader ortaklıklarını gördüler.
Savaş kızıştıktan sonra Suriyelileri Türkiye’ye açıktan davet eden AKP, Suriyeli karşıtı ırkçılığın kendisine de zarar vereceği hesabı yapıyor mu sizce?
Bu ırkçılığın AKP açısından negatif sonuçları yok. Bilakis, AKP de MHP de bunu kullanıyor. Neden MHP gibi Türkçü bir parti, Suriyeli karşıtlığının taşıyıcısı değil? Çünkü mültecilerin varlığını, Suriye’ye yönelik müdahalenin bir gerekçesi olarak kullanıyorlar. Keza iktidar bu operasyonları, oradaki savaşını topluma, “kontrol edeceğimiz bölgelere mültecileri yerleştireceğiz, onları göndereceğiz” diyerek kabul ettiriyor.
Irkçılık üzerine kavramsal bir tartışma da yürütülüyor. Sosyal medyaya bakılacaksa, insanların kahir ekseriyeti ırkçılığı bir hastalık olarak görüyor. Sizce ırkçılık bir hastalık mı?
Irkçılık bilinçli olarak üst sınıflar tarafından üretilen ve alt sınıflara pompalanan ideolojik bir tavır ama bu tavrın kendisi taşıyıcılarını hastaya çevirebilir. Yabancı düşmanlığı yabancı korkusuyla birleşebilir ama ırkçılık aslında tüm bu korkuların da yaratıcısı olan bir ideoloji. Üst sınıflar veya iktidarlar ırkçılıktan nemalanıyor. Mesela bu sayede Suriyelilerin ucuz iş gücü olarak, kölelik koşullarında çalıştırılması sağlanabiliyor ve meşrulaştırılabiliyor. Az önce dediğim gibi çeşitli siyasi, askeri müdahaleler açısından işlevselleştirilebiliyor.
Peki bu ırkçılığa karşı nasıl tedbir alınabilir?
Muhalefetin ve basının bu konuda nasıl bir tutum alacağı belirleyici bir etken. Ama aynı zamanda ezilenlerin birbirine bilenmesine, saldırmasına mani olmak için mevcut sorunun asıl faillerini anlatmak ve ezilenlerin bunlara karşı beraber hareket etmesini sağlamak dışında seçenek görünmüyor. Toplumda “hiçkimse Suriyelileri istemiyor” algısı yaratmak, ırkçılığı sıradan ve meşru görmeye neden olabilecek düzeyde tehlikelidir. Irkçılar bizi insani değerlerden kopuk bir yere doğru sürüklüyor. Buna müsaade etmemeliyiz. Bir arkadaşımın çok yerinde tespitiyle, burada iktidar “ha” dediğinde korkudan sosyal medya hesaplarını kapatanlar, mülteciler için “neden ülkelerinde kalıp savaşmadılar” diye tepki gösteriyor!
MÜLTECİLERİ KENDİ “LÜTFUMUZA” MARUZ BIRAKMIYORUZ
Türkiye’de mültecilere “merhaba” diyen ve onlarla dayanışmak için çok yoğun çalışan az sayıda dernekten biri Halkların Köprüsü Derneği. Siz hangi amaçla kurulmuştunuz ve mülteciler için neler yapıyorsunuz?
Çözüm süreci devam ederken, barışı toplumsallaştırma amacıyla derneğimizi İzmir’de kurduk. Halklar arası önyargıların, nefret duygusunun azaltılması için çaba sarf ettik. Romanlarla, LGBTİ’lerle, Kürtlerle çok sayıda etkinlik yaptık. Fakat derneğimiz kurulduktan kısa süre sonra Kobanê’den Türkiye’ye göçler başladı. Bunun üzerine mültecilere sağlık, gıda gibi destekler sağlamaya çalıştık, kuruluş amacımıza uygun olarak dayanışmaya başladık. Acil durumlarda destek sunabilecek imkânlarımız, doktorlarımız, eğitimcilerimiz var. Çözüm sürecinin sona ermesiyle paralel olarak İzmir’e gelen mülteci sayısında da artış yaşandı. Bunun üzerine çalışmalarımızı bu alana yoğunlaştırdık. Sonuçta dünya hepimizin vatanı ve Suriyeli mülteciler de buralı! Biz dernek olarak meseleye böyle bakıyoruz. Herhangi bir yerden proje almıyoruz. Gönüllülerin aidatıyla, bağışlarla çalışıyoruz. Hep beraber onurlu bir yaşam tesis etmek için mültecilerle beraberiz. Her ne kadar devlet onların eşit yurttaş olmalarının yolunu açmasa da, bizler beraberce eşit bir hemşehrilik ilişkisi, dostluk kuruyoruz. Mültecileri kendi “lütfumuza” maruz bırakmıyoruz.
Türkiye’deki yoğun mülteci sayısının siyasal, sosyal sonuçlarını kestirebiliyor musunuz?
Aslında mültecilerin varlığı, ulus-devlet-toprak üçlemesinin siyasi düşünme ufkumuza koyduğu zihniyet sınırlarını aşmak için tarihsel bir olanak. Zira onların tüm dünyaya yayılan kalıcı varlıkları, tam da meşruiyetini doğumdan-milliyetten almayan yeni bir yurttaşlık tarzı ve tanımı üzerine düşünmeye, yeni siyasal kategoriler oluşturmaya zorluyor. Bunu yapmak için de bütün insanların dünyanın yerlileri olduğunu anlamamız gerekiyor.