Zeynep Altıok Akatlı: Şeker Portakalı’nı bile yasakladı bu iktidar!

Zeynep Altıok Akatlı, Türkiye'de kültür sanatı, alanda yaşanılan baskıları ve devletin sanat politikasını anlattı. Akatlı, "Devletin sanata yaklaşımı nasıl?" sorusunu, "Şeker Portakalı’nı bile yasakladı bu iktidar! Dünyanın herhangi bir ülkesine gidin ve “Şeker Portakalı bizim ülkemizde yasak” diyin… O kişinin yüz ifadesi dahi size çok şey anlatacaktır" sözleriyle yanıtladı.

Abone ol

DUVAR - CHP Genel Başkan Yardımcısı İzmir Milletvekili Zeynep Altıok Akatlı ile özellikle son dönemde kültür sanat alanında söz konusu olan baskılar, ihraç edilen sanatçılar, ödenek verilmeyen kurumlar, destek görmeyen sanatçıların bireysel çabalarıyla ulaştıkları sanat alanları, AKM gibi pek çok konuya dair fikirlerini konuştuk.

Kültür sanat alanında neler yolunda sizce?

İnsanların kendi çabalarıyla ulaştıkları alanlarda işler yolunda sadece. Özellikle bizim konumumuzdaki ülkelerde devletin sanatı teşvik etmesi sanat açısından olduğu kadar gelişme açısından da çok önemli. Eğitim alanında geri olan ülkelerde sanatın teşvikiyle pek çok konuda farklı bir bakış, bilinç ve vizyon kazandırılabiliyor kişiye. Burada ne yazık ki değil teşvik edilmek mevcut sanat alanlarına insanların erişimleri engelleniyor. Bu aslında bilinçli bir kültür politikası. Bugünün iktidarı, yoz ve tamamen sadece biat eden, sadece kafa sallayan, sorgulamayan bir toplum yaratmak istiyor.

Görüyorum ki özellikle kültür sanat ve eğitim politikaları iç içe düşünülerek kısıtlanıyor, sansürleniyor, sanata ket vuruluyor. Kültür sanat insanları, aydınlanmayı sağlayacak kişiler hedef alınıyor. Susturuluyor. Ne yazık ki Türkiye’nin tarihinde Sabahattin Ali’den bu yana öldürülenler bu alanda çok belirleyici. Tamamı toplumu aydınlatan insanlar. Bu cinayetlerin tamamı cezasız, adaletsiz. Bu da aslında sarmalı bütünleyen yine son derece bilinçli bir tutum.

Özellikle OHAL sonrasındaki kültür-sanat atmosferini nasıl yorumlarsınız?

Aydınlanma devrimi karşıtlığından başladığımız vakit, tarikatlar ve cemaatler üzerinden siyasal İslam anlayışını yerleştirmek isteyen bir iktidarın günden güne el yükselterek eriştiği bir noktada elbette en büyük hedef düşünce ve düşünen toplum. Bu anlamda birey olarak sanatçılar öncelikli olarak nasiplerini alıyorlar sürdürülen baskıcı politikalardan. Çünkü onlar aydınlanmayı sağlayanlar. Çok çeşitli şekillerde bir direniş olarak karşımızdalar. Eğitim yoluyla aktarılamayan toplumsal hafızayı ve pek çok unsuru aktarmayı sağlayan araç sanat olarak duruyor. Bu anlamda hem bireyin hem aracın ortadan kaldırılmasına dair sistemli engeller yaratılıyor. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Bu nedenledir ki bugün de en son geldiğimiz noktada örneğin Aslı Erdoğan’ın, Musa Kart’ın, Necmiye Alpay’ın yaşadığı bu sürdürülen politikada iktidarın farklılaşmadığı ortaya çıkıyor.

Faili meçhul cinayetler, doğrudan öldürmeler, kitap yasaklamalar, insan yakmalar… Bunların karşısında “Ben yakmadım.” diyerek iktidara gelen bir yapı vardı. Orada elbette iktidarın değil devletin, devamlılığını esas alarak yüzleşmeyi, hesaplaşmayı, adaleti tecelli ettirmesi gereken bir iktidarı sorguluyorduk. Ama bugün “Ben yapmadım,” diyebileceği hiçbir şeyi bırakmamış bir iktidarla karşı karşıyayız.

Oysa; Ülkemizde ilk kez, “sosyal devlette sanat” kavramı, sosyal devlet nitelemesinin, devletin nitelikleri arasında sayıldığı 1961 Anayasasının “Bilim ve Sanat Hürriyeti” başlıklı 21.maddesi ile kullanıldı. Anayasanın 27. Maddesi ise “Bilim ve Sanat Hürriyeti” başlığını taşımakta olup, herkesin, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahip olduğuna dair bir düzenleme içermekte. Yine Anayasa’nın 64. Maddesi “Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.” demekte.

OHAL sonrası hiçbir tutarlı soruşturma olmaksızın, KHK’yla ihraç edilen dünyanın pek çok ülkesinden davet alan değerli orkestra şefi, besteci ve piyanist İbrahim Yazıcı ile Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası keman sanatçısı Filiz Özsoy’un tüm çalışma alanlarına da kısıt getirme çabası olarak yine gerekçesiz şekilde pasaportlarına el koyuluyor. İbrahim Yazıcı’nın yurt dışı çıkışının engellenmesi Aziz Nesin hikâyelerini aratmıyor. Bürokrasi dehlizlerinde lakayt uygulamalarla insanların yaşamlarının en önemli alanlarına müdahale ediliyor. Gencecik bir piyano sanatçımız Dengin Ceyhan sosyal medya paylaşımı nedeniyle gözaltına alınabiliyor.

Sanatçılar terörist olmakla mesnetsizce itham edilip günlerce susuz bırakılıyor, kötü muamele görüyor, sorguya çekiliyor. Bir başka konu repertuvarlardan çıkarılan sayısız eser Fazıl Say’ın Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan çıkarılması. Adeta özel bir düşmanlık sergileniyor dünyada ödül üstüne ödül alan, konserleri için muazzam kuyruklar oluşan, böylesi bir coşkuyla takip edilen Fazıl Say’ın aslında sanatıyla, kültürüyle olduğu kadar, dünya görüşü ve duruşuyla temsil ettiği tüm Cumhuriyet değerlerine karşı çıkan bir iktidar anlayışı söz konusu. Atatürk’ün çağdaş, bilim ve sanatla ilerleyen Türkiyesi'nde Cumhuriyet’in tüm kurumları, sanat merkezleri, sanat eserleri hatta binaları bile hedef alınıyor.

İşte bu yozluğun, cahilliğin ortasında cumhuriyetimizin aydınlanma süreci yok sayılıyor. AKM dayatmasının arkasındaki Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı “Cumhuriyetin yetiştirdiği dünyaca ünlü sanatçı yok” diye kükreyen “ben bilmiyorsam yoktur” kibrine dönüşebiliyor kolayca. Leyla Gencer’i hiç duymamış ama duyduğu, istemese de güncel başarılarıyla duymak zorunda kaldığı Fazıl Say’ı da yok sayabiliyor. Çünkü sanatçıyı tayin etmek de sanatın/sanatçılığın kabulü de tek adama aittir OHAL rejiminde.

Yok edilen AKM, ödenek alamayan belgeseller, yandaş değilse ödenek ve teşvik alamayan kapatılmanın eşiğine getirilen özel tiyatrolar, adeta cezalandırılan sinema sektörü, evlilik programlarına, şiddeti teşvik eden çizgi filmlere, küçücük çocukların beyinlerine toplumsal ayrışma nüveleri yerleştiren ayrımcı yayınlar gibi bir gerçeklikle karşı karşıyayız.

Son dönemde yaşanan birkaç çarpıcı örnek: Opera ve bale karşıtları tarafından “kriz bahanesiyle” sözde “tasarruf” amaçlı olarak müdürlüklerin bale dersi vermemesi istendi. Bu derslerle ilgili ödenekler kesildi ve kaldırıldı. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün ek ödenek talepleri de Maliye Bakanlığı tarafından geri çevrildi. İktidarın bu tutumu nedeniyle 8. Uluslararası İstanbul Opera Festivali kapsamında, Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nce 10 Haziran 2017 tarihinde sahnelenecek olan dünyaca ünlü ‘La Boheme’ adlı eser festival programından çıkarıldı. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, tüm il müdürlüklerine ödenek kullanımında elektrik, su, doğalgaz, telefon, internet, temizlik hizmet alımı gibi zorunlu giderler dışında harcama yapmamaları, yıl sonuna kadar yeni eser konulmaması, yeni turne yapılmaması talimatını verdi. 54 yıllık Altın Portakal Film Festivali bir iktidar savaşının esiri oldu.

Festivalden Ulusal Yarışma bölümü kaldırıldı. Düşünebiliyor musunuz? Bu iktidar bir toplumun “hayat damarı” olan sanatın kendisine saldırmakla ve kaldırmaya çalışmakla insanlık değerlerine, toplumsal hafızamıza ve kültürel birikimimize de saldırıyor. Bu elbette bilinçli bir saldırı. Kendileri itiraf etmedi mi zaten “cahil toplum daha iyidir” diye? Çünkü organize kötülüğü harekete geçirmenin, sömürünün, kutuplaştırmanın, ötekileştirmenin, şiddetin meşru hale gelmesinin tek yolu organize cehaleti yaratmaktır. İşte bu iktidarın özeti de burada yatmakta.

'ANSİKLOPEDİ BİLE YASAK OHAL TÜRKİYESİ'NDE!

Yakın geçmişte büyük olasılıkla kimlikleri ve imzacı olmaları sebebiyle “Sinema Destekleme Kurulu”ndan filmlerinin geçmediğini belirten ödüllü yönetmenler Tolga Karaçelik ve Emin Alper örnekleri var. Ödenek verilmeyen filmi “Kelebekler” için Karaçelik şimdilerde kendi çabasıyla bir destek projesi başlatmak durumunda kaldı. Bununla beraber yönetmenlerin destek görmediklerini paylaştıkları ‘Sinema Destekleme Kurulu’nda yer alan yönetmenlerden birinin bugünlerde hem iktidara yakınlığı hem de bu yakınlığıyla filminin destek gördüğü gündemde. İktidara yakın olan sanatçılar için ne söylersiniz?

1993 yılında Metin Altıok’un gazete köşesinde yazdığı “aydın havası” ve “insan kirlenmesi” başlıklı yazılarında ta o dönem işaret ettiği bir işbirlikçi aydınlar meselesi var. Popüler kültürün pompalandığı ve popüler olmayan her düşüncenin, yaratının baskılandığı günümüze baktığımızda değişik hiçbir şey söyleyemiyor olmamıza, o günleri bile aradığımız bir yozluğa ulaşılmasına gerçekten üzülüyor insan. Sahiden aydın sorumluluğu taşıdığı için öldürülen, tutuklanan, sesi kesilen aydınların düşünceleri erişebildiği insanları hala aydınlatıyor. Bu yozluğun verdiği acıyla “Kültürsüzlüğün Kışı”nda üşüyen ama doğru bildiği yoldan ayrılmayan, genç kuşaklara edebiyatın bilinciyle erişmek için yılmadan çalışan bir eğitimci anne Füsun Akatlı’nın ardından öğrendiğim yerden bildiğim kadarını aktarmaya çalışıyorum. Bu nedenledir ki siyasetin de, hak savunusunun da edebiyat ve sanat ile, oradan güç alarak üretmesinden yanayım. Bu bilinçle ödün vermeden üreten, topluma ulaşan ve bedel ödeyen sanatçılarımız var. Diğer yandan önce Gezi’de arabuluculuğa soyunup sonra el etek öpen ve saray sofrasından eksik olmayan insanlar var.

Sanat elbette sanatçının kendi entelektüel birikiminin yanı sıra topluma başka bir katkı sunması için bir araç aynı zamanda. Buradaki ikiyüzlülük bizde kimilerince normalleşmiş durumda. Geçmişten bugüne sistemli bir şekilde yürütülen kültürsüzleştirme politikalarının bedelini ödediğimiz bugünlerde özeleştiri ile kurtulamayacak denli sorumluları unutmak mümkün mü? Onlar tarafından güçlendirilen, zemin genişleten, yayılan ve yok eden bir iktidarın en üst perdeden hedef alınanları ortada. Gazeteler, kitaplar, belgeseller, karikatürler, şarkılar yasaklı. Mehmet Aksoy’un eseri ucube ilan edilip parçalandıktan sonra sıra insan hakları anıtının tutuklanmasına geldi.

Ansiklopedi bile yasak OHAL Türkiyesi'nde! Kitap Fuarlarında, üniversitelerde sanatçılar, yazarlar, yönetmenler gençlerle buluşup konuşacak diye kapılara kilitler vuruluyor. Yetmiyor kalıcı bir tek adam rejiminin yerleşik şiddet kültürü kitap fuarlarında kendi okuruyla buluşmaya gelen yazarları dövmeye kalkan saldırganları teşvik ediyor. Soruşturma, ceza hak getire. KHK’larla özel yasaklar koyuluyor o okurlara, gençlere ulaşılamasın diye. Son olarak İhsan Eliaçık’a yönelik saldırılar ve muhalif yayınlar yapan Kırmızı Kedi Kitabevi’ne yönelik saldırılar iyi örnek bu söylediklerime.

Bir sanatçının kendisine uygun görülen “Devlet Sanatçısı” ünvanını kabul etmesi ya da saray davetlerine icabet edip etmeme kararı açısından neler söylersiniz?

Sanatçı her zaman muhalif olmalı. Her şeyden şikâyet etmek ve karşı çıkmak anlamında değil. Sorgulamayı kastediyorum. Her zaman daha iyiyi sağlamak için toplumun lokomotifi olmak, devletin yaptıklarının ötesinde daha iyisi için sorgulayıcı olmak anlamında yapıcı bir muhaliflikten bahsediyorum. Ancak biz öyle bir eşiği aştık. Gidelim de bakalım ne diyorlarmış, biz de sözümüzü söyleyelim noktasından çoktan geçtik. Zulmün, kıyımın olduğu yerde kendi sözümle var olayım, Gideyim muhalefetimi dile getireyim, deme noktasını da aştık çünkü.

Söylenenin bir yere ulaşmayacağını, bir yere varılamayacağını biliyoruz. Bu nedenle kimileri, örneğin Türk sinemasının çok kıymetli noktasında duran insanlar, biz Avrasya Maratonu’nda Halkevleri ile kız çocukları okusun diye destek amaçlı koşarken, ALİKEV için koşanlar varken gidip TÜRGEV Vakfı için koşuya katılabiliyorlar. Atatürk’ün Türkiyesi’nin Köy Enstitüleri’nden Yeni Türkiye’nin Ensar vakıflarına, KADEM’lerine, Türgev’lerine sanat kurumlarının asla kavuşamayacağı meblağlar yağdırılıyor. Çocukların, kadınların bedenleri, akılları, yaşam hakları, düşünceleri bu vakıflarda bambaşka bir kültür anlayışı ile şekillendirilmek isteniyor. Buna rağmen olmuyor. Birikimin devamlılığı, sanatın ışığı olmadığında “kendi kültürel iktidarımızı yaratamadık” diye hayıflanıyor herkesi hizaya çekmek isteyenler. İktidar o hiza kültürünün peşinde ve sanat, sorumlu aydın muhalif bu duruma.

Kültür sanat alanındaki sendikalar yeterli mi sizce?

Az önce işbirlikçi sanatçılardan bahsettik ama evet, bir de direnen sanatçılar var. Direndikleri için daha çok cezalandırılıyorlar. Sendikalı oldukları için işte örneğin Oyuncular Sendikası gibi hedef oluyorlar. Az önce bahsettiğimiz gibi verilmeyen sinema ödenekleri, özel tiyatroların ödenekleri bunların bedelleri olarak karşımıza geliyor.

Direnen sanatçılara yönelik baskı tabii sendikalarda da söz konusu. Yandaş sendikalar üretiliyor bir de günün koşuluna uygun olarak. “Devletin Sanatçısı, Devletin Medyası…” gibi. Kendi sendikasını, kendi STK’sını, kendi medyasını yaratabilen iktidar kendi sanatçısını yaratamıyor. Çünkü okumayan, birikimi olmayan sanatçı olmaz. Bu koşulda iktidarın tek yapabildiği kimi omurgasızları devşirmektir. Bunu yaşıyoruz. OHAL ne yazık ki o sanatçıları da Silivri’de ağırlıyor bugün. Ve yine ne yazık ki onların uğradığı haksızlığı da savunmak yine bizim ilke ve ahlakımıza kalıyor.

'DT TAKSİM SAHNESİ'Nİ, EMEK SİNEMASI'NI, ALKAZAR'I ÇOK ÖZLÜYORUM'

Bir kentin olanakları ile sanatın icra edilmesi bağlantısı AKM üzerinden örneklendirildiğinde neler söylersiniz?

Bir kentin kendi kimliği, yaşamı, bir toplumun geçmiş ve gelecek arasındaki bağı, o kentin içindeki unsurların ve belleğin devamlılığıyla ilgili. Kentsel dönüşüm dediğimiz şey, kimi olumsuz koşullarda yaşayanlara daha iyi bir yaşam olanağı sağlamak için yürütülmesi gereken bir çözüm politikasıyken bir kentin cumhuriyet binasını, simgesini yok edip onun yerine topçu kışlası benzeri bir yer imar etmeye çalışmanın o kent kimliğini yok etmeye dönük bir programa dönüşüyor. Oysa bizim AKM’mizin de önünde tiyatro, konser, sergi kuyrukları olurdu. Bu erişim kısıtlamasının yanı sıra bir de maddi bir boyutu var bu durumun.

AKM’nin kapalı kaldığı ve atıl bırakıldığı 9 yılda onlarca konser, sergi ve tiyatro salonu bunca zamandır hizmet vermeye devam edebilirdi. Döngüsünü bugün ödeneğini ortadan kaldırmak istedikleri kurumlara katkısını getirisini ölçmek ve bunun hesabını da sormak gerekli. İnsanların verdiği vergilerle bir binayı bir sanat kurumunu, yüzlerce temsili insanlara ulaştırmamak gibi bir durumun da hesabının verilmesi gerekir. Elbette mahrum kaldığımız sayısız eserin zenginliği bedelsiz. Öte yandan AKM’yi konuşuyoruz zira iktidarın bir gövde gösterisine, inatlaşmaya çevirdiği sembol haline geldi. Oysa ben DT Taksim Sahnesini, Emek Sineması'nı, Alkazar’ı da çok özlüyorum.

Kentin sembolü olmuş buluşma mekanları, kültürün devamlılığı için, yaşayan kentin merkezinde sanat kurumlarından, gösterilerden çıkan insanların buluşup tartıştığı, kültürel bir döngüyü de yok etti bu iktidar. Kafeler, pastaneler yok artık. Bu da kentin kayıpları. Koca bir Taksim Meydanı'nı saksımsı hapishanelere mahkum edilmiş üç beş fidanla süslenmiş uçsuz bucaksız bir beton yığınına döndürmüş ve bununla böbürlenerek o yığının ortasına dev belediye amblemleri yerleştirerek yaptığını beğenen bir anlayış. Kent merkezlerinde çaydanlık, mısır koçanı, sabun heykelleri, fabrikasyon standart üretim padişah tuğraları olanca kitch’liğiyle ve çirkinliğiyle estetik duygusunu da silip süpürüyor insanların.

AKM örneği dışına çıkıp kentlerdeki sanat unsurlarının niteliğini konuşacak olursak?

Vurgusunu yaptığım yoz kültürün başka boyutu da şehir bilinci. Binlerce yıllık kentleri, kadim kültürlerin kalıtlarını, izlerini kentsel dönüşüm adı altında yok ederek kötü bile denemeyecek kadar vahim yenileme çalışmaları yapılıyor. İnsanlar kültürlerinden, geleceklerinden kopartılarak yerlerinden ediliyor. Sadece sanat eserlerinin, tarihi eserleri değil anıt niteliğinde yüzlerce yıllık ağaçları, bahçeleri de yok ediyorlar. Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren Sur ve Hevsel bahçeleri buna en çarpıcı örnek. İçimiz yanıyor bu yok oluş karşısında. Eğitimden, kent kimliğinden, sanata, sanat eserlerine varana kadar sistemli bir kültürel asimilasyon politikası ile karşı karşıyayız.

Heykel düşmanlığı, sadece büyük olanın görkemli ve etkili olduğu zannıyla dikilen tuhaf objeler, binalar, mermer ve varak estetiği ile sarmalanıyoruz. Meydanlara dikilen polis devleti amblemlerinin, 15 Temmuz yazılarının sanat eseri kabul edildiği bir zamandayız. Tam anlamıyla bir kafa karışıklığı. Elbette bir demokrasi mücadelesine saygı duyulması ve anıtlarla kent hafızasında yer ayırılması gerekir, elbette bir darbe karşıtlığında yaşamını yitiren şehitlere gösterilecek gerçek saygı da duyarlığı olan gerçek sanat eserleri ile mümkündür. Bu saygının göze sokulan, dayatılan “yerli ve milli” değerlerle değil içselleştirilmiş milli değerleri yansıtan incelikli eserlerle temsili pekâlâ mümkündür. Ancak kendi kültürel iktidarını dayatma üzerine kuranlar bunu da sağlayamıyorlar.

Aslında insanlarla bağ kurmak açısından sanattan yararlansalar acıları da daha geniş kitlelere çok daha derinden yansıtırlar, bir daha darbe olmaması için gerekli bilinç düzeyini sağlamak böyle bir görev olmalı. Her şeyi görsel bir şova dönüştürüp siyasi bir malzeme hâline sokmaktan öte bir yere getirilmeli. Ölülerin yarıştırılmasından ziyade sanatın araçsallaştırılmasıyla hem darbe karşıtlığı yerleşik ve kalıcı bir demokrasi kültürü ile yerleştirilir, hem kanunsuzluklara sanatın gücüyle karşı konulabilir. Ama bunlar yerine kanunsuzluklara sanat üzerinden karşı duran, ses çıkaran insanları cezalandırmayı yeğliyorlar.

Mesela heykelden bahsetmişken mimariye gelecek olursak ne yazık ki trajik örnekler söz konusu:

Rumeli Hisarı’nda yıllardır sayısız insanı hem tarih hem sanat sarmalında büyüleyen mekânı bir tarihi eserin ortasına yerleştirilen beton mescit ile atıl hale getirmek nasıl bir kazançtır anlamak mümkün değil. Sünger Bob’ a benzetilen Şile Kalesi. Urfa Kalesi Restorasyonu aslına uygun olarak değil; mermer ve yandaş inşaat firmalara uygun olarak yapılmış akıl almaz sakillikte bir dönüştürme merakı var! Apollon Tapınağı’ndaki tartışmalı restorasyon tam bir facia. M.Ö. II. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen tarihi tapınağın üzerine mermer tozu yüklü kamyonu çıkardılar! Sinan Paşa Külliyesi… 435 yıllık Sinan Paşa külliyesinde restorasyon yaparken kamyonlar rahat girip çıksın diye duvarları yıktılar! Antiphellos Antik Tiyatro'sundaki restorasyon faciası ise akıllara zarar… Antik tiyatronun zeminine beton döktüler…

Aspendos antik tiyatrosundaki restorasyonda beyaz mermer kullandılar. İshak paşa sarayı, Türkiye'de restorasyon rezaletlerinin en önde gelenlerinden. Resmen bir seraya çevrildi. Bahsettiğim eserlerin fotoğraflarına ulaştığınızda durumun önemini görebilirsiniz. Hasankeyf, Allanoi sular altına terk edildi. Ve ne yazık ki bu örnekler sayısız. Ne farkı var Palmira’yı yok eden, put ilan eden IŞİD aklından bu anlayışın!?

'SANATI VE SANATÇIYI DESTEKLEMEK ANAYASAL BİR GÖREVDİR'

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, örneğin Avrupa başta olmak üzere demokrasinin içselleştiği bölgelerde devletlerin sanata ve sanatçıya yaklaşımı nasıl?

Sanatı ve sanatçıyı desteklemek anayasal bir görevdir. Anayasayla birlikte bir duruştur, anlayıştır, tavırdır. “Devlet eliyle sanat olmaz” diyenler, Danimarka’da kişi başına kültürel hükümet harcamalarının 185 Euro, Fransa’da 197 Euro, Finlandiya’da 177 Euro, Norveç’te 392 Euro, Belçika’da 245 Euro, İtalya’da 117 Euro, İspanya’da 119 Euro, İngiltere’de 143 Euro iken Türkiye’de bu rakamın sadece 10 Euro olduğunun farkında mı?

Nüfus olarak neredeyse aynı olduğumuz bir ülke örneği verebilirim. Almanya’da kültür ve sanata ayrılan pay 10 Milyar Euro’yu aşarken Türkiye’de 1 Milyar Euro’ya yaklaşılmıyor bile. Almanya’da sadece tiyatro için yıllık ayrılan bütçe ise 500 milyon Euro’yu geçiyor. İçerik konusunda ise hiçbir kısıtlama olmadan, tiyatroların kendi programlarını belirlediği bir ortamda bu oluyor. Türkiye’de ise bu oran Almanya’nın yirmide birine anca tekabül ediyor. O da sansürlenmez ya da yasaklanmazsanız!

Başka çarpıcı örnekler vermek gerekirse… Örneğin Türkiye bütçesinde kültür çalışmalarına ayrılan pay yüzde 0.48 iken bu oran İsveç’te yüzde 2.60’ı geçiyor. Ki bunlar çok büyük farklardır. 2017 bütçesinde 945 milyon Euro olan Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesi, 2018 yılı için 860 milyon Euro düzeyine indirildi. Bu da iktidarın “Kültüre bakışını” çok net şekilde ifade etmiyor mu?

Türkiye, kültür ve sanatı teşvik etmek amacıyla kurulan Yaratıcı Avrupa Programı’nda (Creative Europe) bakanlık kararıyla yer almayacağını bu iktidar döneminde açıkladı. Tek amacı sanatı ve sanatçıyı desteklemek olan büyük bir programdı bu. Avrupa çapında 300 bin sanatçı ve kültür çalışanına destek veren bir programdan vazgeçmenin tutar tarafı olabilir mi?

Hal böyleyken toplumun sadece bir kesimini önceleyen, fetvalarla tercih ve mezhep üzerinden kadınları, eril ve Sünni olmayanları ayrıştıran Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi 2006’da 1 milyar 452 milyonken 2017’de 6 milyar 867 milyon liraya ulaştırıldı. Diyanet bütçesi, AKP dönemlerinde 12 bakanlığın bütçesini geride bıraktı. Ek ödenekleri de ekleyince bu rakamlar daha da kabarıyor. Toplum için olan sanata gelince ödenek yok deniyor ama bu toplumu oluşturan değerleri ve kesimleri ötekileştiren Diyanet’e iş geldi mi bütçeden en büyük paylardan birini alıyor. Hem de kimden, o ötekileştirdiği ve ayrıştırdığı toplumun tüm bireylerinden. Diyanet’e giden bütçenin yarısı kadınlarımızdan alınıyor ancak Diyanet kadın ve erkeği eşit bile görmüyor!

Bir ülkede gazeteciler, aydınlar, siyasetçiler, akademisyenler hapisteyse, medya baskı altındaysa, kitaplar yasaklanıp toplatılıyorsa o ülke yönetiminin sanata bakışı zaten ortada değil midir? Türkiye’de şu anda 30 bine yakın kitap yasaklı durumda. On binlerce kitaptan bahsediyoruz.

Örneğin Ergenekon sürecinde Ahmet Şık'ın Gülen cemaati ile ilgili yazdığı bir kitap, henüz matbaadayken toplatılmıştı. Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın kaleme aldığı Mahrem'i yasaklandı. Sizin siteniz yazarlarından Fehim Taştekin’in “Rojava: Kürtlerin Zamanı” kitabı yasaklandı. Düşünebiliyor musunuz? Şeker Portakalı’nı bile yasakladı bu iktidar! Dünyanın herhangi bir ülkesine gidin ve “Şeker Portakalı bizim ülkemizde yasak” diyin… O kişinin yüz ifadesi dahi size çok şey anlatacaktır. Daha geçtiğimiz sene Aleviliğe “çürümüş” diyen kitap Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullarda zorunlu olarak okutulmadı mı?

Yani sonuç olarak; sanata düşman, kültüre düşman, kitaba düşman, üniversiteye düşman. Hani diyor ya büyük Şair Nazım Hikmet “Sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman…”

Bu karanlığı her şeye rağmen sanatla, sanatçıyla, düşünceyle ve yine özgür insanlarla aşacağız.