Özellikle son birkaç yıldır etrafımdan “Şu, Finlandiya’ya taşınmış, bundan sonra orada yaşayacakmış", "Bu, Dubai’ye yerleşmiş, eşi orada iş bulmuş", favorim, "O, üniversiteden istifa etmiş, Berlin’de bir plakçı dükkanı açmış” gibi sözleri çok fazla duyar oldum. Benzer bir plan üzerine, yakın çevremden kendince kafa yormayan ise neredeyse hiç yok gibi.
Daha dört gün önce, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk “Türkiye’nin beyin göçü vermesinde fayda var. Bizim dünyada daha bilinir, tanınır hale gelmemiz lazım” açıklamasını yaptı. Demek, bu ülkenin geleceğinden, nesillerinden sorumlu Bakan Selçuk’a göre bu iyi bir şey(miş).
Yetenekli, iyi eğitim almış meslek sahiplerinin, uzmanların ve bilim insanlarının ülkesindeki ekonomik ya da siyasi koşulların güvensizliği nedeniyle başka bir ülkeye göç etmesine “beyin göçü” deniyor(muş).
İngilizce’deki karşılığı “brain drain” (imiş). Ekonomi biliminde “drain,” boşuna zaman ve para harcatan şey” demek(miş). Aynı terminolojide beyin göçü, “human capital flight” yani “insan sermayesi kaçışı” olarak adlandırılıyor(muş).
Ortalama bir göçmenin ülkesine maliyeti (zararı) 30 bin dolar iken, yüksek kaliteli göçmeninki 160 bin dolar(mış). Türkiye'nin 20 OECD ülkesindeki göçmen stokunun ülkeye olan toplam maliyeti ise (yani doğrudan yurt dışına kaçan öz sermaye) 230 milyar doları buluyor(muş).
Konu “beyin göçü” olunca, hesap çoğunlukla ekonomi üzerinden yapılıyor. Zaten göç eden de insan değil, organı; alınıp sayılabilen, metaya indirgenmiş beyni. Sanki ortada kârlılığını maksimize etmeye çalışan rasyonel bir akıl var da, küresel sermayenin akışkanlığı benzeri orada burada dolanıyor. Oysa sınıf ayrımı yapmadan, başka bir ülkeye çalışmak amacıyla giden ve oranın vatandaşı olan herkes için, konunun insani yönünü saklayan “beyin göçü” yerine, “zihin göçü” kelimesinin kullanılması çok daha doğru olurdu.
Çünkü zihin, bilinçtir / bilinçdışıdır; kişiye özeldir; tekildir. Belli bir yere ve zamana bağlı, anlam dünyası sahipliğidir. İçine doğduğu sosyo-kültürel ortamın dili tarafından şekillenirken bir yandan da duyguları, düşünceleri ve bunu dile getiriş şekli ile bulunduğu ortamın sahibidir. Dil, oluştur ve çocukluktan beri öğrenilen dil, kişinin anlam dünyasının yapısını / biçimini belirler. İnsan, ancak bu sayede yeryüzünde kendisine varoluşsal bir konum belirleyebilir. Göç ise insanın bildiği, inandığı, aşina olduğu, biriktirdiği, kurduğu her şeyi terk etmesi, zihnin kendisini sürgüne yollamasıdır. Ve hiç kimse, öyle kolay kolay bu kötülüğü yapmaz, kendisine.
Yaşadığım ülkeyi, coğrafyayı, kendine özgü tuhaflıklarını seviyorum. Konuştuğum dili, kıvraklığını, metaforlarını, argosunu seviyorum. Her ortamda, ilk “Neredensin kardeş?” diye başlayarak, dünyalar arasındaki duvarları aşan sohbetlerini seviyorum. Takside, sigara içmek için izin istediğimde, “İstersen mangal bile yapabilirsin abi” diyen zengin bakışı seviyorum. En bulunmaz kitabı bile bulan sahaf Naci Abi ile sohbet etmeyi seviyorum. En baştan beri, 20 yıldır benimle aynı apartmanda bulunan kapıcı Muhammed ile birer sigara yakıp, ayaküstü gevezelik etmeyi seviyorum. 6 ay önce evlenen tütüncü Cihat’ın naif dertlenmelerini dinlemeyi seviyorum. Hatta saçlarımı bir türlü istediğim gibi kesemeyen ama bunca yıllık muhabbet adına bir türlü vazgeçemediğim berber Turgay’ı bile seviyorum.
İşin tuhafı, yurt dışında yaşayan kardeşim de saçlarını Turgay’a kestirir. Gerekçesi, “Şimdi Hollanda’da 'yanlardan biraz düzelt, önlere çok dokunma, üstleri de şöyle olsun'u nasıl söyleyeyim?”dir. Kardeşim, 24 yıldır orada, ama halen kendi diline, dilinin doğallığına, doğallığın samimiyetine ihtiyaç duyuyor.
Kardeşiminki, duygusal göç idi. Üniversite bittiği sırada aşık oldu, evlendi. Eşi Hollanda vatandaşı idi. Amsterdam’a taşındılar. Sonra yürümedi ve bir şekilde orada kaldı. Fakat çevremdekiler “artık bu ülkede durulmaz” diyerek yurt dışına göç ediyorlar. Öyle istatistiklerde söylendiği gibi genç de değiller. 40’larında, 50’lerinde, meslek sahibi, iyi konumlara gelmiş, sosyal çevreleri geniş, evli, çocuğu olan insanlardan bahsediyorum.
Yakın zamanda yurt dışına yerleşen dört arkadaşım oldu. Dört, nasıl bir rakamdır? İstatistiklerde en ufak bir oynamaya bile neden olmaz. Ama benim için “çok.” Telefonumdaki numaralarını silerken içim sızladı.
Dördünün de gerekçesi aynıydı. Çocuklarını bu ülkede yetiştirmek istememeleri, mesleklerini hakkını vererek yapamamaları ve kendilerini artık buraya ait hissetmemeleri. Belli ki zihinlerinin yer ve zaman ile olan bağı kopmuş, duygusal olarak savrulmuşlardı. Başka bir yere çengel atmaya, tutunmaya çalışıyorlar. Demek insan zihninde böyle bir kırılma noktası olabiliyormuş.
Burada, içlerinden yalnızca birisinin hikayesini anlatacağım.
Arkadaşım, bir yıl kadar önce Ankara Antlaşması ile Londra’ya göç etti. Beraberinde lise çağındaki kızını ve restoran mutfaklarında şef yardımcılığı yapan sevgilisini de götürdü. Giderken, akademik kariyerini çöpe attı. Aldırmadı bile. Zaten yıllarca emek verdiği kendi uzmanlık alanında üretemez olmuştu. Üniversiteler, bilimsel olarak özerk ve bağımsız kurumlardı ve ortada “yazamazsın” diye bir kural yoktu. Ama toplumun baskıcı / tek tipleştirici aklının uzantısı olan dekanı, rektörü “Ne gerek var şimdi bunlara, neden başka bir konu yazmıyorsun?” diyorlardı. Bir akademisyenin şevkini bundan daha fazla kıracak bir şey olamaz.
Gitmeden önce, pek fazla para getirmeyen evini ve eski model arabasını sattı. Çok az bir parayla, her şeyi ucu ucuna denk getirerek gitti. Giderken, insanın “tek yönlü bilet” almasının ne kadar tuhaf bir duygu olduğunu söylemişti.
Orada hayalini kurduğu bir iş, bir yaşam vardı var olmasına ama her şey çok kırılgan ve belirsizdi. İş imkanlarınından başka, ev nasıl tutulur, belediyeye nasıl kayıt olunur, en ucuza yatak, masa, tencere, tabak vs. nereden bulunur, bozuk elektrik tesisatı için kim aranmalı gibi sayısız soru. Londra’daki ilk birkaç ayını “İlk geldiğimde, kendimi sıfırlanmış gibi hissettim. Türkiye’de kolayca yapabileceğim her şey burada bir sorundu. Kendimi inanılmaz baskı altında hissediyordum.” diyerek anlatıyor.
“İnsanın üniversitede okurken aldığı formasyon ne ise, kimliği de biraz o oluyor, bunun dışında çok bir şey yapamıyorsun” düşüncesinde. Akademik danışmanlık hizmeti vermeyi, öğrencilere küçük atölyeler açmayı, eğitim modülleri hazırlamayı ve bunları yayına dönüştürmeyi amaçlayan bir şirket kurdu. Şirket dediysem, şimdilik her şeyi kendisi yapıyor. Muhasebesinden de, atölye mekanlarının ayarlanmasından da, internet sayfasından da, matbaa işlerinden de, akla gelebilecek her tür ıvır zıvırdan da kendisi sorumlu.
Sevgilisinin İngilizcesi ise yok denecek kadar az. Bu nedenle başta, sahibi Türk olan bir kebapçının yanında iş bulabildi. Bulaşıkçı ayrılınca, “O işi de yaparım” dedi. Günde 12 saat çalışmayı dert etmedi. Fakat iş yeri sahibi, karşısındaki insanın acizliğinin farkında ve çalıştıran ile çalışan arasındaki ilişkiyi belirleyen kültürel kodları Türkiye’den alıp, olduğu gibi Londra’ya da taşımış birisiymiş. Ücretsiz fazla mesai, maaşını zamanında alamama, hakarete varan sözler. Şimdi geceleri, büyük ofislerin temizliğini yapan bir şirkette çalışıyor, gündüzleri ise belediyenin açtığı ucuz bir kursta İngilizce'sini geliştiriyor. Daha sonrasında, restoranlarda şef ya da şef yardımcılığı için iş bakacak. Deneyimi ve referansları buna çok müsait.
Geçenlerde, bu yazı için kendisiyle uzun uzun konuşurken, aklıma ilk defa duygularını sormak da geldi. Daha önce hep ne yaptı yapamadı, neler oluyorun sohbetini yapıyorduk.
Şimdiye kadar bildiği birçok şeyin altüst oluşunun ve aşina olmadığı bir dilin yabancı dünyasının içinde yeni anlamlar yaratmanın zorlukları ile boğuşuyor. Her şey onu şaşırtıyor; iyi ve kötü anlamda. Şaşırdıkları ona iyi gelirken, bir yandan da hep hissettiği öfkesini arttıyor. “Niye düzenimi bozdum, evimi, işimi terk etmek zorunda kaldım?”
Bir üniversite ile misafir profesörlük için görüşmüş. Görüştüğü kişi, “Normalde bunu yapmam ama size referans olurum. Bu özgeçmişi kaçırmak istemeyiz” demiş. Ne kadar güzel değil mi? Ancak öfkesi daha da artmış. Değer verilmeye alışık olmadığı, karşısındakine nasıl teşekkür edeceğini bilemediği, utandığı için. “Kötü bir söze nasıl karşılık vereceğimi çok iyi biliyorum. Ama öbürünün duygusu bende yok. Elim ayağım birbirine dolandı. Meğer şimdiye kadarki akademik hayatım, sadece bir çatışmadan ibaretmiş.”
İlk başlarda anlamadığı, sosyal – kültürel kodları anlattı.
Bizler için sosyalleşmek, esas olarak arkadaşlarla buluşup, dışarı çıkmak, sinemaya, yemeğe, müzik dinlemeye, içmeye falan gitmektir. Hep beraber, toplu halde yapılır. Fakat dışarıda diğer insanlarla ya hiç kaynaşılmaz ya da çok zor kaynaşılır. Görünmez bariyerler vardır. Eğlenmekten çok, aslında herkes birbirini izlemekle meşguldür. Dikkat edilmelidir.
Orada sosyalleşmenin, yeni insanlarla tanışmak amaçlı yapıldığını, arkadaşlarla yapılan özel sosyal etkinliklerden tümüyle farklı olduğunu söylüyor. Bu ikisi arasındaki farkı anlayana kadar oldukça zorlanmış, insanların rahatça kendisi ile sohbet etmeye başlamasından tedirgin olmuş, hep “Acaba neden?” diye şüphe ile bakmış.
Şimdi ise her dışarı tek ya da sevgilisi ile çıktığında, yeni ve farklı mesleklerden insanlarla tanışmak hoşuna gidiyor; bilmediği bir rahatlık ve özgürlük duygusunu tadıyormuş. Şiir hayranı ve çok iyi müzik bilgisi olan tır şoförü en etkilendiği. Ama yine aynı öfke: “Türkiye’de hiçbir şey yaşamamış olmaya kızıyorsun. Aslında bizler kimseyi tanımamışız. Keskin sınıf ayrımlarının içine hapsolmuşuz. Eşinle, dostunla yalnızlığını fark etmeden yaşamışsın. Geçmişine kızıyorsun.”
Ancak “Bir yabancıya, başka dünyadan bir insana, buraya neden, niçin geldiğini nasıl anlatırsın ya da o, ne kadarını anlayabilir ki sorusu hep var” diyor. Kendisi gibi Londra’ya göç eden, aynı sorunları, zorlukları yaşayanlar ile görüştüğü yeni bir arkadaş grubu oluşmuş. Benzer duygudaşlıklar ile yeni bağlar kuruluyor. “Herhalde ancak 60’ıma geldiğimde bir kısmı ile bu görüşmeler derin arkadaşlıklara dönüşecek” diye bakıyor. Ve yine aynı öfke. Geride bırakılan onca yıllık anıları, birikmişlikleri, arkadaşlıkları hatırlayarak.
Aslında arkadaşımın öfkesinin aynısı bende de var.
Neden ben böyle bir yazı yazmak zorunda kaldım? Neden yirmi yıldır, her hafta düzenli görüşme ritmini bozmadığımız arkadaşım, okul çağı yaklaşan çocuğu için İzmir’in sakin bir ilçesine taşınmayı düşünmek zorunda kalıyor? Neden, geçenlerde beni yazılarımdan bulan, hayatında bir çıkış yolu arayan genç bir insanın çaresizliğini dinlemek ve asıl ben, o insana destek olabilecek tek bir söz bulamamanın çaresizliği yaşamak zorunda kaldım? Ve neden adını tam koyamadığım, dillendiremediğim bir kaygı ile evimin sınırları gittikçe daralıyor, anlam dünyama korku hakim oluyor?