Sakın o “Kitap okumak yararlıdır”, “Sinema ruhu zenginleştirir”
türü bayat sloganlara itibar etmeyiniz. Didaktik öğretiler kadar
yararsız bir şey yok aslında. Eğer bir şeyler içimizde yer
edecekse, merak, coşku ve aşk uyandırmalı. Bağ kurmamızı sağlamalı.
Çarpılmalı, sarsılmalı, kalakalmalıyız. Ötesi yok.
Nemli, boğuk ve yaşadığım mekânla, zamanla kopuk hissettiğim bir
dönemde deli gibi kurgu dünyalara tutunmaya çalışmaktan daha doğal
ne olabilir. E madem tutkuyla bağlanabiliyorum, paylaşmanın
vaktidir. Sherlock dizisinin paralel evrenine ışınlandım epeyidir.
Dizi biteli çok olduğundan ve hikâyeye dair konuşmak ister istemez
kimi ayrıntıları açık etmeyi gerektirdiğinden, izlemeyenler belki
okumamayı tercih edebilir. Ama dipnot olarak eklemek gerekirse,
konuyu baştan sona biliyor halimle, bölümleri tekrar izlerken de
ürperti hissimi hiç kaybetmiyorum. Tercih size kalsın.
Sherlock dizisi, tarihin en çok uyarlanan efsanevi dedektif
hikâyesinin BBC yapımı, güncel bir versiyonu. Malûm çok uyarlanmak
demek, senden öncekilerin sorumluluğunu da üstlenmek demek. Son
yıllarda sinemada Sherlock’u Rober Downey Jr’ın, arkadaşı Doktor
Watson’ı Jude Law’ın canlandırdığı Guy Ritchie’nin yorumunda
Birinci Dünya Savaşı öncesi İngiltere'sinde, insanlığın savaşma
güdüsü, devletlerin iktidar hırsından yararlanarak oyun kuran bilim
ve iş insanı kisveli kötülük simgesi Moriarty’nin maceralarını
izlemiştik. Sherlock üstün zekası, o tuhaf gözlem gücü, sarkastik
mizahı, delişmenliği ile öne çıkarken Doktor Watson güvenilir bir
dost ve yardımcı olarak bir yandan yeni evlendiği eşi Mary Morstan
ile bağımsız bir hayat kurmanın peşinde bir yandan da en az
Sherlock kadar macera zevkindeydi.
Arthur Conan Doyle’un 1854 doğumlu, sevilen karakterinin dizi
versiyonu daha karanlık. Öncelikle zaman günümüze alınmış. Hal
böyle olunca da içine nüfuz edilen dünya bir hayli tanıdık.
Londra’da geçen bu çağdaş hikâye, kendi deyimiyle “danışman
detektif” Sherlock Holmes ile Afganistan savaşından yaralı ve
travmalı dönen doktor-asker John Watson’ın Baker Street 221 B
numaralı evde başlayan ev ve hayat arkadaşlığı üzerine kurulu.
Dizinin yönetmenleri; Michael Hurst, Rick Jacobson ve Jesse Warn.
Yapımcılığı ise aynı zamanda Holmes’un İngiliz gizli servisinde
görevli, itibarlı devlet adamı Mycroft’ı da canlandıran Mark
Gatiss, Steven Moffat, Beryl Vertue, Rebecca Eaton ve Bethan Jones
üstleniyor.
İyi oyunculuk başka şey, kimya oluşturmak başka. Sherlock’a
hayat veren Benedict Cumberbatch ile Watson’ı canlandıran Martin
Freeman arasındaki kimya, sıradan her ânı büyüleyici kılan bir
karışım. İçinde aşk barındıran ve her türlü sınava tâbi tutulan bir
dostluk, bir yoldaşlık onlarınki. Sherlock, akıllara durgunluk
veren hızı ve zekâsı sebebiyle dünyanın geri kalanını haklı olarak
sıkıcı ve aptal bulan bir kişilik. Sivri ve alaycı diliyle tahammül
sınırlarını zorlayan, yer yer fazlasıyla kırıcı olabilen Sherlock,
bunca zaman tek başına yaşamaya ve çalışmaya alışmışken askeri
disipline, sadakate, cesarete sahip ama hayatından kırık dökük
kalmış Watson’da ne bulur? Belki ilk başlarda bir şov haline
getirdiği cinayeti çözme mekanizması olan ayrıntılardan tüme
vardıran çıkarımda bulunma sanatına hayranlık duyacak bir tanık,
bir seyirci ihtiyacıdır onunki. Ama Watson, durgun akan dip dalga,
tekmesi pek yumuşak attır. Daha ilk vakalarında Sherlock’un davayı
çözme ve adrenalin takıntısı uğruna tehlikeye attığı hayatını
kurtarır. Hem de katile ateş ederek… Sherlock ilk kez o zaman en az
kendisi kadar deli olabilen bir insan görür karşısında.
2010’dan 2017’ye yedi yıllık bir zaman dilimine yayılan dört
sezon ve bir buçuk saatlik, film yoğunluğundaki bölümler izleyici
olarak bizlerin ana karakterlerin dönüşümüne tanıklık etmemizi
sağlıyor. Acıdan, hayal kırıklığından, ihanetten, mutluluk ve
kayıptan geçen bütün bu insanların yüzünde yılların izleri
beliriyor. O yüzden zaten kurgu gibi hissetmiyoruz ya diziyi;
kurgu, aslında kimi zaman hayatta elimizden kaçırdığımız gerçeğe
kavuşmak içindir.
KÖTÜNÜN TÜRLERİ
Sherlock’un ilk çözdüğü cinayetler, onu zekâsı ve mahareti
kendisine eşdeğer bir kötü olan James ‘Jim’ Moriarty’ye (Andrew
Scott) ulaştırır. Örümcek ağı gibi kurduğu suç şebekesi
aracılığıyla dünyayı dilediğince yöneten Moriarty, aslında
Sherlock’u oyun arkadaşı olarak istemektedir. Bu ölümcül oyun
delice bir zekâyı iyiden ve kötüden yana kullanmayı seçmiş iki
gücün düellosudur.
Dizi ilerledikçe çağdaş zamanların farklı kötüleriyle tanışırız.
Medya patronu kisvesi altında edindiği bilgilerle insanları şantaj
tiyatrosunun kuklalarına çeviren Magnussen ya da sahibi olduğu
hastanede seri cinayetler işleyen, mevki, servet, ve güç sahibi,
“hayırsever” Culverton Smith medya, iş dünyası ve siyasetin kirli
yüzünü ifşa eder.
AİLE KİMDİR?
Sezonlar ilerledikçe dünyanın geri kalanının vasatlığına
katlanmaya çalışır gözüken Sherlock’un giderek bağ kurmaya
başladığını görürüz. Her kahrını çeken, eski bir uyuşturucu
satıcısının dul eşi ev sahibesi Bayan Hudson (Una Stubbs),
Sherlock’a delicesine âşık, Londra’daki Bartholomew Hastanesi
morgunda uzman kayıt memuru Molly Hooper (Louise Braely), polis
teşkilatından ona candan bağlı tek insan olan müfettiş Greg
Lestrade (Rupert Graves) ve elbette John için endişelenen, cazibesi
ve zekâsı ile ilgisini çeken dominant kadın Irene Adler (Lara
Pulver) için fikri takip yapan derinliğiyle tanışırız.
Sherlock için insanlar, ilişkiler, hele de aile çok ikircikli
bir konudur. Çıkarımda bulunma sanatının bir diğer pîri olan
ağabeyi, İngiliz hükümeti ve gizli servis sorumlusu Mycroft ile
sürekli didişen Sherlock, alternatif bir ailenin mümkün olduğunu
görür sanki. Son ‘kötü’nin aileden çıkması ise bu açıdan çok
anlamlıdır. Mycroft ve Sherlock’tan bile zeki, ancak bu dahi beynin
içine hapsolmuş, dışlandıkça çıldırmış ve Mycroft tarafından
Sherrinford isminde ıssız bir adanın üzerindeki cehennemden hallice
kaleye kapatılmış kız kardeş Eurus (Sian Brooke) kötülüğe yepyeni
tanımlar getirecektir.
DUYGUSAL BAĞLAM...
Artık hepimiz bilimsel çıkarımların tek başına yeterli olmadığı
o noktaya gelip dayanırız. Mistik, batıl, mantık dışı diye
küçümsenemeyecek olan kalp coğrafyasına. Bir ayrıntı canavarı olan
Sherlock; zekâsı, kılıktan kılığa girme kabiliyeti ve iknâ gücüyle
bütün hapishaneyi denetimi altına alan Eurus karşısında, hayatının
en zor vakalarından biriyle karşı karşıya kalır.
Laboratuvar faresine dönüşen Sherlock, Mycroft ve John; Eurus’un
kurduğu testlere maruz kalırken en büyük zaaflarından sınanırlar.
Burası öğretilmiş ahlâkın iflas ettiği yerdir. Kararların bedelleri
vardır. Gerilim Sherlock’un Mycroft ya da John arasından birinden
birini öldürmek açısından tercihte bulunmak ya da dairesine
patlayıcı yerleştirilmiş Molly Hooper’ı telefonda “Seni seviyorum”
demeye ikna etmek zorunda kalmasıyla tırmanır. Hayatı bir oyun
olarak gören, üst üste dört seri cinayet işlendiğinde “Noel geldi!”
diye şükür nidaları atan bir adam, zekânın bir başına yetmediği
düzeneklerle karşılaştığında ne yapacaktır?
Zekâ daha önce de yetmemiştir. Hemşire olarak klinikte çalışan
ama geçmişinde ajan kimliğiyle var olmuş, John’un eşi Mary Morstan
(Amanda Abbington) bu kimliğin açığa çıkmaması ve John’a aşkı
pahasına Sherlock’a ateş etmeyi göze almış, Sherlock’sa Mary’nin
geçmişini kabullenmekten öte takdir etmeyi, onunla John’un eşi olma
vasfı dışında ilişki kurmayı bilmiştir. Sherlock, korumaya and
içtiği Mary’nin, onun hayatının kurtarmak için kendini merminin
önüne atıp ölmesi üzerine can dostu John’la da sınavların en
büyüğünü verecektir.
Bir zamanlar oyun kurmak adına kendi ölümünü sahneleyen, John’a
iki yıl yas yaşatan Sherlock, ölümün, hele de intiharın, kıyılan
canın aslında başkalarından alınan bir şey olduğunu; hayatın, canın
bir başına insanın kendisine ait olmadığını idrak ettiği an
Eurus’un “Duygusal bağlam Sherlock, her seferinde senin canına
okuyor” dediği zaafını alt etmeyi başarır.
Bu aynı zamanda “İyi ve kötü birer peri masalıdır. Hayvanın sağ
kalma stratejisinden öte olmayan bir şeye zamanla duygusal anlam
atfettik. İyi gerçekten iyi değildir, kötü her zaman yanlış
değildir” düsturuyla ahlâki bütün yargılardan azade hareket eden
ama aslında içi ölülerle dolu bir uçağı düşmeden yere indirmeye
çalışan, çok korkmuş küçük bir kız olan Eurus’u çözdüğü, dahası
onunla da bağ kurabildiği andır.
“Hatıralar yeniden su yüzüne çıkabilir. Yaralar yeniden
açılabilir. Yürüdüğümüz yolların altında iblisler var. Ve senin
iblisin çok uzun zamandır bekliyordu” diyen Mycroft’un aksine
Sherlock iblisi değil, iblisin içindeki yapayalnız insanı
görür.
Hiçbir şey yolunda gitmediğinde “Tamam iyi değil, olmayacak da
ama işte neyse o” diyen bir Sherlock, size de ihtiyacınıza göre el
verebilir. Zihniniz, kalbiniz, ruhunuz, bedeniniz, nereniz
ağrıyorsa tam da oradan. Yeter ki bedeline hazır olun. Şifa bir
şeyler pahasına gelendir.