“Sadece avluya çıkarıldığında temiz hava alabiliyor, o da hep kısa sürüyor ve geniş sınırsız gökyüzünü karanlık duvarlar arasında bir dörtgene kıstırıyor.” Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir cezaevinde tecrübe edilebilecek bir gökyüzü bu... Bir dörtgene kıstırılmış bir gökyüzü...
Yine de bu cümle “herhangilere” çok sığmayan bir tecrübeyi anlatıyor. Bu cümle Norman Ohler’in Harro ile Libertas: Bir Aşk ve Direniş Hikayesi kitabından bir alıntı. Bu eseri bir iki kelime ile mesela “müthiş bir kitap,” “çok etkileyici” filan diyerek tanımlamak söz konusu değil. Bambaşka bir şeyler söylemek lazım... Açıkçası okumamak için bir süre daha direnebileceğim bir kitaptı. Çünkü faşizm anlatılarını yüreğim artık pek kaldırmıyor. Hatta şu sıra hiç kaldırmıyor. Fakat elimi bir atınca da bırakamadım. Kitabı bitirdim ve her zamanki gibi yeniden hesapladım. Bütün bu olanlar sadece 78, 79 yıl evvel yaşanmış! Annemin dünyaya geldiği dönem. Hem de Avrupa’nın göbeğinde... İnsanın aklını sonsuz zorlayan bir bilgi.
“Harro’ya mürekkep ve kalem getiriyor. Din adamı bu karşılaşmayı, ‘izlenimime göre, tıpkı diğerleri gibi, ölüm cezasının infazına hazır değildi,’ diye tasvir ediyor. ‘Gerçi dışsal olarak kendine hakimdi, fakat içten içe ona ve hareketine nasip olan kadere ateşli bir kızgınlık duyuyordu...’ ”. Berlin merkezli anti faşist direnişin üyelerinden, henüz 33 yaşındaki Harro Schulze-Boysen’ı, idam edilmesinden az evvel ziyaret eden rahip bunları anlatıyor. Harro ise “Sevgili anne, baba!” diye başladığı son mektubunda şöyle söylüyor “Eğer burada olsaydınız, görünmez olup; beni ölümün karşısında gülerken görürdünüz. Çoktan aştım onu. Ne yapalım Avrupa’da zihnin hasadının kanla yapılması adetten olmuş.”
Zihnin hasadının kanla yapılması...
Harro ile Libertas Tanıl Bora’nın Türkçeye kazandırdığı bir kitap. Eserde olayların etrafında döndüğü tarihsel kişileri anlatırken, onların onurlu direnişlerine her satırıyla ihtimam gösteren ezgili ve mesafeli bir dil var. Yahudi Soykırımının üzerinden sadece seksen yıl geçtiğini yeniden idrak etmek için bile çok önemli bir eser. İnsan türünün alçalışının sınırı olmadığını göstererek tarihe yazılan o meşum dönemde, Hitler’i ya da Nazi ideolojisini sorgulayan, Harro gibi köklü ailelerden gelen itibarlı erkeklerin ve Libertas gibi Alman aristokrasisine mensup genç kadınların bile mezbaha çengeline asarak ya da giyotinle gerçekleştirilen bir “hasattan” kurtulamadığını da çok iyi anlatıyor. Harro ile Libertas İletişim Yayınevinin “faşizm incelemeleri” dizisine ait. Bu dizinin birkaç eserini okudum. Bu eserleri Türkiye’de yayınlama çabası ve inadı bugün her zamankinden çok daha kıymetli. Bu yüzden de bugünkü yazıya bununla başlamak istedim.
Yaşadığımız otoriterleşme deneyimi, buna eşlik eden ırkçı söylemler ve yabancı düşmanlığı bu tür kitapları Türkiye üzerine düşünmeden tüketmeyi imkansızlaştırıyor. Belki bugün Türkiye’de ve Avrupa’da idam cezası yok, korkunç işkenceler de en azından herkes için yok. Fakat cezaevleri tıka basa dolu... Zihinlerin hasat edilme arzusu siyasi rehineler üzerinden son derece pervasızca ve bütün dünyaya göstere göstere sürdürülüyor. Hukuk ayaklar altına alınıyor. Gerek ulusal gerek uluslararası mevzuat ve müktesebatla dünyanın gözü önünde alay ediliyor.
Son üç gündür çeşitli vesilelerle bu hakikati düşündüm. Önce Ahmet Altan’ın Yasemin Çongar ile söyleşisini dinledim. Sonra Aysel Tuğluk’un bir zamandır bildiğimiz sağlık sorunlarının iyiden iyiye ağırlaştığı ve Adli Tıp Kurumunun buna rağmen tahliye talebini reddettiği haberi geldi. Aynı gün Ayşe Buğra ile yapılan bir söyleşiyi de okudum. Ayşe Buğra, eşi Osman Kavala’nın önce cezaevine tıkılıp sonra nasıl yıllardır bitmeyen bir “suç icadının” öznesi olduğunu sabırlı ve sakin bir isyanla anlatıyordu. “Dayanmak zorundayız, başka çare yok” diyordu.
Geçtiğimiz hafta ayrıca Selahattin Demirtaş okudum. T24 için kaleme aldığı “İlle de demokrasi” başlıklı önemli yazısı yanında, uzun ve güzel başka bir metnini daha okudum. Bu metinden şimdilik bahsetmeyeceğim, zamanı gelince onu da anlatırım. Hafta boyunca bütün okuduklarımın ve dinlediklerimin arkasında, yazıya başlığını veren “zihinlerin hasadı” konusu da yankılanıp durdu...
Son olarak da önceki gün Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplandı. Bu toplantı Komite’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmasını denetleme görevi kapsamında 14-16 Eylül tarihleri arasında yapılan bir toplantıydı. Kavala ve Demirtaş dosyaları da görüşülen konular arasındaydı. Aynı gün aralarında İnsan Hakları izleme Örgütü (HRW) Türkiye Direktörü Emma Sinclair Webb’in de olduğu dört kişilik bir ekibin yaptığı basın toplantısını izledik. Webb Türkiye’nin AİHM kararlarına uymayı reddettiğinin altını defaatle çizdi. Daha sonra da Bakanlar Komitesi, Türkiye'nin Kavala kararını uygulama yükümlülüğünü ısrarla ve açıkça yerine getirmemesi karşısında ihlal prosedürünü başlatmalı ve ayrıca Demirtaş'ın derhal serbest bırakılmasını talep etmelidir yönündeki HRW görüşünü de sosyal medyadan paylaştı. Sözünü ettiğim basın toplantısında durumu en iyi ifade eden cümle de Webb’in “Mesele iki adamın özgürlüğü meselesi değil” cümlesiydi.
Saydığım bütün yazılar ve söyleşilerden aklımda kalan birbiriyle ilişkili çok cümle var. Ahmet Altan’ın altını çize çize söylediği, üç kez ağırlaştırılmış müebbet cezası istediler, idam cezası olsa onu isteyeceklerdi, olmadığından beni (bizi) betona gömmek istediler minvalindeki sözleri gibi... Yapılmak istenenin gerçekten de bu olduğunu reddedebilecek kimse var mı? Aysel Tuğluk’a yapılanın -yaşadığı ciddi sağlık sorunlarına rağmen cezaevinde tutulmasının- başka açıklaması var mı? Hele ki sadece 2017-2019 yılları arasında 39 hasta tutsağın cezaevinde hayatını kaybettiğini hatırlarsak. Bu konuda bulabildiğim son bilgi bu. Kim bilir sonrasında hayatını kaybeden daha kaç kişi var.
Demirtaş’ın ve Kavala’nın tutukluluğunun her gün yeni bir hak ihlali oluşturduğu ayan beyan ortada olduğu halde bu iki isim türlü hukuki dalavere ile adeta rehin tutuluyor. Bu hukuksuzluk Türkiye ve Avrupa demokratik kamuoyunun gözleri önünde oluyor. “Zihinlerin hasadı” bugünün Türkiye’sinde “betona gömme” arzusuyla sürdürülüyor. Bu aynı zamanda Avrupa eliyle sürdürülen bir hasat. Tek teselli şu ki zihinlerin hasadı aslında imkansızdır... Seksen yıl sonra Türkiyeli okurlar, Harro ile Libertas’ın aşkını ve direnişini okuyabiliyorsa tam da bu imkansızlık sayesindedir. Ahmet Altan, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Aysel Tuğluk bu imkansızlığı bambaşka yollarla ve her gün yeniden gösteriyor. Önceki gün geri dönüp Aysel Tuğluk’un Radikal İki yazılarını okudum... Tuğluk “Sabit yurdu olmayan bir göçebe gibi yeni isyanlar, yeni riskler ve seçimlerle kendisi bir yol olan bir hayat mümkün. Ve bence heyecan verici olduğu kadar da güzel” diyor. Bunu sekiz yıl evvel Gezi’de söylüyor. Bugün dönüp yeniden okuyoruz, söylemek istediği şeyi yüreğimizde hissediyoruz.
Fakat yine de şunu belirtmek lazım. Zihinlerin hasadı tam da imkansız olduğu için denemekten de hiç vazgeçilmiyor. Zulüm sürüyor. Bu zulüm Avrupa’nın ve elbette Türkiye’de muhalefetin “görmezden gelmesi” ve hatta kimi durumlarda desteği söz konusu olmazsa sürdürülemez. Erdoğan’ın da AKP’nin de buna gücü yetmez. Bunu hepimiz biliyoruz. Bırakın yaygın medyayı alternatif mecralarda yazan çizen isimlere bakın, kaç kişi Osman Kavala’dan, kaç kişi Ahmet Altan’a yapılan zulümden söz etmiş? Kaçı bugün Aysel Tuğluk’un durumundan söz ediyor? Hep aynı isimler yazıyor, çiziyor ve kaçınılmaz olarak sözleri marjinalleşiyor. Ahmet Altan’ın şu nedenle, Aysel Tuğluk’un bu nedenle, özgürlüğünün ya da yaşam hakkının “savunulamaz” olduğunu ima eden bir suskunluk. Sadece suskunluk da değil, bunu açık olarak ifade eden sesler de çın çın çınlayıp duruyor.
Evet, Osman Kavala da muhalefet çevrelerinde adı ve uğradığı haksızlık az telaffuz edilen isimlerden biri. Sanırım onun büyük günahı da en başta Kürtlerle olmak üzere, bu ülkede varlığı reddin ve inkarın konusu olan ya da zulüm gören tüm toplum kesimleriyle dayanışma içinde olması. Ulusalcı retoriğin “tam bağımsız” ve “yerlici” fantezisinden sapan fiziğinin ya da başta Avrupa olmak üzere uluslararası alanda “nüfuzlu” biri olarak görülmesinin Kavala’ya yapılan haksızlıkları göz ardı etmede hiçbir etkisi olmadığını söyleyebilir miyiz, onu da bilmiyorum. Neyse dağıtmayayım... Fakat faşizm işte bütün bu çatlakları gözleyerek memleket sathına beton dökme fırsatı buluyor.
“Mesele iki adamın özgürlüğü meselesi değil” demek, meselenin Avrupa bakımından bir sınav, Avrupa idealinin yaşatılıp yaşatılamayacağıyla ilişkili bir sınav olduğunu söylemektir. AİHM kararlarını uygulamayan bir Türkiye, Avrupa Konseyi ve kurumlarının üye ülkeler nezdindeki itibarını olduğu kadar etkin varlığını da tehdit ediyor demektir. Şunu da belirtmek şart, Türkiye bakımından da mesele Demirtaş ve Kavala değil sadece, faşizm duygusuna teslim olup olmama meselesi.
Demirtaş’ı, Kavala’yı ve Aysel Tuğluk’u bir dörtgene sıkıştırılmış gökyüzü parçası altında nefes almaya mahkum eden ve elinden gelse betona gömmek isteyen zihniyet, çok iyi tanınması gereken bir zihniyet. Bu zihniyet Nazi Almanya’sında Harro ile Libertas’ın direnişlerinin cezasını büyük bir gözdağı olarak veren zihniyetten sanıldığı kadar uzak da değil...