Neredeyse bir aydır yazı yazamadım. Uzun seyahatler, iş yoğunluğu, seçimler gibi etkenler vakit bulmama ve konsantre olmama büyük ölçüde mâni oldu. Çevremdeki birçok insanın bu dönemde işine, gücüne, aklına, fikrine konsantre olmakta zorlandığını gözlemliyorum. Özellikle gelir kaynağı fikir, sanat, yazı, düşünce alanlarından gelen, genellikle yaratıcı olan veya yaratıcılarla çalışan kişilerde bunu daha fazla hissediyorum. Herkesin ayağının altındaki zeminler peşi sıra kayıyor, herkesin gerçeklik ve gelecek algıları temelden sarsılıyor. Temel problemi de burada görüyorum. Gerçekle sanalın bu kadar birbirine girmeye başladığı bir dünya düzenine karşı bağışıklığımız olmadığını düşünüyorum. Sanal gerçeklik, yapay zekâ vb. konular üzerine düşünmeye şahsen yeni yeni başlıyorum çünkü düşünmekten keyif almıyorum. Heyecan duymuyorum, romans görmüyorum. Fikirlerim karışık, hislerim karmaşık, bilgim sınırlı, öngörülerim puslu. Henüz gerçeğine doyamamışken sanalıyla uğraşmak bana hiç heyecan vermiyor. Varoluş anlayışıma ters düşüyor, ilkelerimle ve değerlerimle örtüşmüyor.
Hayatın her alanına derinlemesine nüfuz etmeye başlayan sanal gerçeklik ve yapay zekâ eserleri her geçen gün daha fazla konuşulmaya, şaşırtmaya ve korkutmaya başladı. Bu alanlardan biri de müzik ve orada da durum farklı değil. Peki, bu farklı olmayan durumun unsurları nedir? Biraz bahsetmeye çalışayım. Kakofoni: her kafadan bir ses çıkması, herkesin bir fikri olması, fikri olan herkesin aynı anda konuşması, yazıp çizmesi. Tedirginlik: “bu gidişat nereye böyle” kaygısı. Tekinsizlik: koltuğum altımda kalmaya devam edecek mi yoksa “bunlar” bir gün beni alaşağı eder mi? Kör dövüşü: birileri bir yerlerde bir şeyler yapıyor, ne olduğunu tam anlamıyoruz ama bari ben de bir şeyler yapayım da bir şeyler yapıyor gibi görüneyim, araziye uyayım. Bir nevi “dostlar alışverişte görsün” hâli.
Müzik sektörü satabildiği tek özgün ürünün, yani şarkıların ve onları yaratıp getiren sanatçıların neredeyse kusursuz kopyalanabilmeye başladığı teknolojilerle karşılaşınca yaklaşık 20 sene önceki seğirme reflekslerini vermeye başladı. Ama bu sefer daha yamyamca bir yaklaşımla. Buradaki “yamyamca” ile kastedilen, kendi kendisini ve türünü yok etmeye meyilli bir ekonomik ve ticari modelin getirdiği davranış silsilesidir. Küresel müzik sektörünün üst düzey yöneticileriyle ilkokul öğrencilerinin benzer bir şaşkınlık ve iştahla birbirlerine gönderdikleri yapay zekâ, deep-fake vb. teknolojilerle üretilmiş videolar ilk bakışta çok eğlendirici gelebilir ama müzik sektörü açısından tencerede yavaş yavaş kaynayan kurbağa benzerliği kurulabilir. Bugünlerde sadece müzik sektörü için değil, koca koca insan kitleleri, toplumlar, ülkeler, hatta bütün insanlık için kurulabilecek bir analoji bu aslında. Ne olduğunu herkesin bildiğini kabulle burada anlatmaya girişmeyeceğim. Yine de müzik üzerinden ele alalım.
Yeni dağıtım ve tüketim (müzik bağlamında “dinleme” diyebiliriz) alışkanlıklarıyla birlikte müziği üretmek de eskisinden çok daha kolay ve konforlu hale geldi. Teknoloji, geliştikçe, birçok şeyin geniş kitlelere ulaşabilmesini sağlarken o şeylerin üretim imkanını da tabana yayıyor. Bu teknolojileri kullanabilen herkesin dilediğince üretebilmesiyse oyun alanını demokratikleştirmekten ziyade kalabalıklaştırıyor. Plansız programsız nüfus artışını andıran bu niteliksiz kalabalıklaşma, nasıl toplumlara demokrasi bakımından katma değer sağlamadığı gibi mevcut değerlerin erozyonuna, silikleşmesine ve kaybına yol açıyorsa müzikte de kim kime dum duma bir oyun tarlası yaratıyor. Bu kalabalığın ürünlerini satıhta eşdeğer gören, bunu böyle sürdürdükçe ticarî modelini daha başarılı hale getirerek büyüyen dijital servisler ve müzik platformları müziğe de müzisyene de iyilik yapmıyor. Yarattıkları modelle küresel müzik sektörüne ve sanatçılara ölümü gösterip sıtmaya razı etmiş gibi görünüyorlar. Şimdilik. Zira kendileri de bugün, zamanında kendilerinin ortaya çıktığı gibi neden ve sonuç ilişkileriyle beliren yeni tehditlerle karşı karşıyalar.
Bu köşede defalarca mevcut durumda dijital müzik iletim (streaming) platformlarının yaklaşımları kadar sosyal medyanın ve kendi işleri iyi gittikçe bu durumu ve altta kalıp ezilenleri hiç dert etmeyip, gıkını çıkarmadan sistemi sağmaya devam eden sanatçıların da payının büyük olduğunu yazıp durdum. Doldurduklarını sandıkları küfenin alttan delik olduğunu fark etmeyen, fark etse dahi görmezden gelen, birbirleriyle pek dayanışıyor gibi davranırken her fırsatta birbirlerinin altını oyan, vurdumduymazlıkları ve kendilerine dokunmayan yılanların bin yaşamasını destekleyen tutumlarıyla sektörü baştan aşağı kokuşmuşluğa mahkûm eden birtakım sanatçılardadır çürümedeki aslan payı. Nasıl zamanında şişirilmiş dinlenme ve izlenme sayılarının, gerçekdışı niceliksel verilerin, sahte takipçilerin peşine düşüp tüm bunları onlara sağlayan büyükbaş yapımcıları, “sosyal medyacıları”, “basın danışmanları”ndan oluşan üçkağıtçılar kervanının arkasına saklandılarsa şimdi kendi taklitlerinin tehditleriyle için için ve tir tir titriyorlar. Lakin burası bu yazıda dalarsak içinden temiz çıkamayacağımız kadar derin bir kurtlu kuyu.
Bilişsel ve bilinçsel anlamda neyin ne olduğuna dair çok ama çok az fikrimizin bulunduğu, tabiat, kâinat, hayat gibi kurucusu olmadığımız ama kendimizi öyle sandığımız durumların kukla-kurbanları olmaktan öteye geçmeyen debelenmelerimiz ışığında bir de anlamadığımız şeylerin sanallarını yaratma peşine düşüyoruz. Anlamadıklarımızdan korktuğumuz için anlamaktan, insanlık tarihi boyunca birkaç istisnai düşünce insanı hariç, kaçarken korktuklarımızın modüllerini üretiyoruz. Kendimizi teknolojiye, algoritmalara, robotlara tanıta tanıta kendimizin türevi şeyler yaratıyoruz. Sonra bize ne kadar benziyorlar diye şaşırıp, eğlenip ardından korkuyoruz. Türevlerimize kendimize güvendiğimiz kadar güvenmediğimiz için korkuyoruz. Kendimizde var olan bilincin ve vicdanın türevlerimizde olmadığını, dolayısıyla ya türevler bilinçdışı veya vicdansızca hareket ederlerse ne yaparız diye endişeleniyoruz. Kendimizi korumaya çalışırken vicdansız ve duygusuz modellerimiz olarak, büyük bir heves ve iştahla yarattığımız zombilere emanet ediyoruz kendimizi. Kuzuyu kurda emanet etmenin gelişmiş laboratuvar deneyleri. Belki de yarattığı canavarın neye dönüşeceğini kestirememenin risk ve tehlike temelli, BDSM eğilimli dayanılmaz cazibesi insanı oraya çeken.
Bir şeyler üzerine düşünebilmek, bazı kanılara varabilmek bazen basit ama büyük sorular sormayı gerektirir. Mesela, “iyi miyiz”? Kim, kime göre, neye göre, nerde, ne anlamda, nasıl yani?... gibi 5N1K-vari sorularla cevaplanmadan, direkt, akla gelen ilk şekilde, basit bir “evet” ya da “hayır”a indirgendiğinde verilecek cevap en doğrusu ve dürüstü bence. Ve bu soru özelinde cevap ezici çoğunlukla “hayır” gibi geliyor bana. İstanbul’da, Türkiye’de, Avrupa’da, Asya’da ve Dünya’da; iyi değiliz. Hastayız. Bu hastalık hali, çağımızda nüfusu 8 milyarı geçmiş “insan” gibi bir destroyerin bir avuç azınlık tarafından sömürülürken yerli yerinde oturmasını sağlamak için sürmek zorunda. Hastayken tek amaç vardır: iyileşmek. Önce iyileşmeden, daha iyi şeyler gelmez zira. Hayatını hastalıktan kurtulup iyileşmenin peşinde geçiren insanın, yarıştırılan köpeklerin kendilerinden hep daha önde ve hızlı olan sahte tavşanın peşinde koşmasından pek farkı yok. Hazindir ki, çoğu insan hasta olduğunun farkında değil, asla da olamayacak ve maalesef bir ömür boyu iyileşme peşinde geçecek, asla iyileşemeyecek, sonra bir gün küt diye ölünecek.
Bugünün modern dünyası ve yaşamında kitleleri bastırmaya eski hastalıklar da yetmiyor, pek kimselerin de aklı kesmiyor. Yeni şeyler bulunmak zorunda. İki sene boyunca hayatı tutsak alan bir virüsün tesadüfen mi yoksa komplolar sonucu mu yayıldığı konusunda bile mutabakat ve kesin bilgi yokken, insan denen tek dişi kalmış canavar Twitter gibi mecralarda “kesin bilgi” olarak işlevlendirilen şeyin “fake” olanı çıkmışken kesin olmayan veya kesinlikle yanlış bir bilgiyi kasten veya kesin olan bilginin zıddını “kesin bilgi” diye yayarken bir de aslını taklidinden ayırt ettirmeyen şeyler girdi hayatlarımıza. Bunun nasıl bir zevki olabilir ki? İnsan kendinden olanın sunduğu güzelliklere tav olan, daha onların bile sınırını anlayamamış, üzerine koydukça koyarak ilerleyen bir tür. İyi bir futbolcu, yüzerek okyanus aşan bir yüzücü, virtüöz bir müzisyen, kansere çare bulan doktor, uzayda yeni bir gezegen keşfeden gökbilimci falan insanı hemcinsine hayran bırakıyor. Dinlerken muazzam hazlar duyulan bir şarkıyı bir yapay zekâ programının yazdığını bilince aynı hazlar duyulabilir mi? Bunu bilmeden, gerçek bir şarkıcıyı, onun seslendirdiği gerçek bir kaydı dinlediğini sanan ve duyduğu şeyden büyük zevk alan bir insan, neyin ne olduğunu öğrenince ayni hisleri barındırabilecek midir? Buradaki fikri hakların ve icra kabiliyetinin yarattığı değer bir gerçek kişiye ait değilse, geleceğin müzikal eser sahipleri bilgisayar mühendisleri, veri bilimcileri, yapay zekâ uzmanları mı olacaktır? Dünyanın en büyük müzik platformu Spotify’ın yaratıcısı Daniel Ek’ten dünyanın müzik şirketi Universal’ın patronu Lucien Grainge’e, dünyanın en büyük müzisyen, şarkıcı ve şarkıcı yazarlarından Sting’e kadar uzanan bir devler ordusu bugün hep birlikte yarattıkları zombilere karşı alarm sinyalleri vererek “tehlikenin farkında mısınız?” diyorlar.
Birileri tehlikenin farkında olabilir, ama siz, biz, hepimiz, ikiyüzlülüğümüzün farkında mıyız? Başımıza ne geliyorsa bu ikiyüzlülüklerden geldiğinin farkında mıyız? Ülkemizin içine düştüğü durumun, ölüme karşı sıtma değil de ölüm kalım ayrımına bizi düşürenin de onulmaz ikiyüzlülükler olduğunun farkında mıyız? Sadece kendimiz iyi ama komşumuz hastayken aslında kimsenin iyileşemeyeceğinin, teknolojileri yaratan ve geliştiren akılları şımarta semirte aslında zombileri beslediğimizin ve kendi dipsiz kuyularımızı kazdığımızın farkında mıyız?