1.
“Büroyu bu senenin ilk günü tuttum. Bir pazartesiydi. Yapacak daha iyi bir işim yoktu. Sadece dışarı çıkarsam her şey düzelecek gibi gelmişti. İçimde artık çalışmaya başlama hevesi, giyinip çıktım. Camlara yapışmış satılık ilanlarına baka baka yürüdüm. Evden ayrıldığım daha yarım saat olmamıştı ki burayı gördüm. Hemen ilandaki numarayı aradım. Tahmin edersiniz, burası bir yıl önce de tıpkı şimdiki gibi sevimsiz bir yerdi. Köhne bir işhanının üçüncü katı; böyle bir ofisi kim neden tutsun? Bir iki iş yapmayan avukat, bir iki sigortacı, muameleci… Eh, bir de ben işte. Felsefeci… Telefonda mal sahibine, yazıhaneyi felsefe bürosu olarak kullanacağımı söylediğimde biraz durakladı adam; “Ne dediniz” diye bir daha sordu. Ben duraksamadım: ‘Felsefe Bürosu’ dedim. ‘Zor Zamanlar Felsefe Bürosu…’ Zor zamanlardan geçmiyor muyuz?’ ‘Geçiyoruz da’ dedi adam. Şaşırdı tabii, anlıyorum. ‘Siz psikolog musunuz’ diye sordu bu defa. ‘Felsefeciyim’ diye kestirip attım. ‘Bir yıllık kirayı peşin vereceğim.’ Ertesi gün yazıhaneye yerleşmiştim.”
Kırklı yaşlarda, hâlâ gür saçı sakalına aklar düşmüş, yumuşak başlı bir adam… Üzerindeki kadife pantolonu, nefti balıkçı kazağı ve önündeki fincandaki yarılanıp soğumuş ıhlamur onu daha da yumuşatıyor; sanki mırıltısını, gurultusunu artırıyor. Yüzünde iyi niyet, saflık, biraz da geniş bir kitaplıktan fazla okumuşların bakışına yerleşen, handiyse tasasızlık denecek dünya dışılık var.
Telefonda kestirip attığını söyledi ama onu yakından görünce buna inanmak kolay değil. Görünüşüyle, sesiyle, hâli tavrı, hatta çevreye yaydığı titreşimlerle, karşımda bir naylon poşet gibi şeffaf bir adam oturuyor.
Sonradan anlattığı üzere, Osmanlı’nın ilk entelektüellerinin soyundan gelen, başına fes geçirse anında bir kalem efendisine dönüşebilecek, ömrü boyunca iş nedir pek bilmemiş, kimseye zararı olmasa da yararı da dokunmamış bu adam Türkiye’deki ilk felsefe bürosunun sahibi.
Nedense masada krem renkli eski usul bir çevirmeli telefon duruyor. Cihazdan çıkan kablonun duvara gittiğini görüyorum. Çalışıyor olmalı. Bu zamandışı tuhaflığı saymazsak, büroda pek eşya yok. Bir masa, karşısında iki sandalye. Kapının yanında ayaklı bir askılık, onun da yanında gelişigüzel birkaç kitap yerleştirilmiş bir ufak kitaplık. Odanın uzak köşesinde bir tezgah, lavabo, üzerinde elektrikli bir su ısıtıcı, yanında bir iki fincan… Hem böyle bir büroda başka ne olabilir ki?
Yılın son gününde bir felsefe bürosunda, zor zamanlarda üzerine düşeni yapmak, halka yardım etmek isteyen bir felsefeciyle karşı karşıya oturmuşuz, büronun bir yılının, faaliyetteki tek yılının muhasebesini yapıyoruz. Onu keşfeden ben sayılırım. Peki, keşif güçlü bir kelime… Fark eden, diyelim.
‘Tesadüf eden’ ya da… Aylar evvel, bir mart günü, avukat arkadaşımın yazıhanesinde oturmuş, pencereden dışarıya dalgın bakarken bir tabela görmüştüm. “Zor Zamanlar Felsefe Bürosu, Tel: 535 941…” “Nedir bu yahu” diye arkadaşıma gösterince, dikkatle bakmış ve “haberim yok” demişti. Sonra omuz silkti; “Memlekette deli mi ararsın?” Cama yaklaşıp, bir fotoğraf çekmiş, fotoğrafla ne yapacağımı bilemeyip Twitter’a koymuştum. Sonra da unutmuştum.
Yılın bu son gününde bir saat önce yine arkadaşımın ofisinde oturmuşken aklıma düştü; doğrulup baktım, tabela duruyordu. Karanlık bir kış sabahıydı; penceresinden sızan ışık, içeride ne olduğunu iyice merak ettirdi. Yapacak daha iyi ne vardı ki? Aradım. “Zor Zamanlar Felsefe Bürosu, buyurun efendim” dedi bir yumuşak, tatlı bir erkek sesi. Kendimi tanıttım. Telefonun diğer ucundaki sese sanki bir gülümseme yayıldı: “Ah, sizi biliyorum, bir tweet atmışsınız.” Merakım depreşti. “Büronuza gelebilir miyim?” diye sordum. Şaşırdı sanırım, azıcık duraladı. “Ne demek efendim, ben bütün gün büromdayım, beklerim. Yalnız bugün 31 Aralık, bir saat erken kapatacağım.”
Beklemesine gerek yoktu. Beş dakika sonra Zor Zamanlar Felsefe Bürosu’nun kapısındaydım.
2.
“İki buçuk ay hiç hareket olmadı. Ama ben her gün sabah dokuzda geldim, altıda çıktım. Masamda oturdum, kitabımı okudum. Biri tabelayı görüp arar diye bekledim. Kimse aramadı. Üzülmedim. Felsefe hiç gelmeyeceğini bildiğiniz birini beklemektir, efendim. Komşulardan da kapımı tıklatan çıkmadı. Bir avukatla konuştuk bir defa, merdivenlerde; ‘Üçüncü kattaki bürodayım’, dedim. “Kapıda Felsefe Bürosu yazıyor, o mu” dedi. “Evet, o, buyurun beklerim.” ‘İnşallah’ dedi. O inşallahla kaldık. Derken burayı siz gördünüz. Lütfedip tabelamın fotoğrafını çektiniz ve anlıyorum ki onu sosyal medyaya koydunuz.”
Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Eski Yeşilçam filmlerinde herkesin gözü nedense elâ görünür; kararlılıkla bakan gözleri de sesi gibi yumuşak bir Yeşilçam elasıydı.
Evet, bir tweet atmıştım ama o tweet’in viral olduğu falan da yoktu; birkaç like, belki bir de RT, o kadar…
Mırıl mırıl devam etti: “Benim tweet’ten falan haberim yoktu. Sosyal medya kullanmıyorum. Diyarbakır’dan bir delikanlı aradı. Sizin takipçinizmiş. O söyledi. Bana bir şeyler anlatır mısınız, lütfen dedi… Zor bir zamandan geçiyorum, dedi.
“Ne anlattınız?”
“Siz ne konuşmak istersiniz diye sordum… Sordum çünkü felsefe esasen soru sormaktır, efendim. ‘Çok şey’ dedi. ‘Çok şey konuşmak isterim.’ Kürtler hani k’yi pürüzlü bir h’ye çevirir ya konuşurken, onu duydum ‘çok şey’ diyen sesinde. ‘Hay hay konuşalım’ dedim. ‘Ya ücret?’ diye sordu. Ücret konusunu hiç düşünmemiştim. Sevinçle ve sabırsızlıkla ‘Ücret falan yok’ derken, birazcık ben de kırmıştım sanki K harfini…”
Gereksiz ayrıntılar veriyor, pek merak etmediğim yerlere odaklanıyordu. “Felsefe yoksa bu mu” diye düşündüm ama bu düşünceyle çok da oyalanmadım. Sohbeti özellikle seven birine benzemiyordu ama sanki konuşmayı, konuşuyor, anlatıyor olmayı özlemiş gibiydi. Karşısına oturur oturmaz, bana bir çırpıda yaşam öyküsünü anlatması da ihtimal bu sebeptendi.
“Bu gençle bir saat kadar konuştuk. İlk filozofları sordu bana. Acaba kimlermiş? Ne düşünüyorlarmış? İlk filozofun kim olduğunu bilmiyordum tabii ama ona korkulardan bahsettim. Meraktan. Yağmurun yağmasının, meyvelerin büyümesinin yarattığı şaşkınlıktan. Tahmin edeceğiniz şeyler. Biraz kendimden de sıkıldım anlatırken. Fazla çocuksu geldi. Ama o sürekli hımm hımlayarak dinliyordu. İlgilendiği, fayda gördüğü belliydi. Bu da, ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitti. Biraz havaya da girdim. İlk Yunan filozoflara geçtim. Anaksimandros, Thales… Doğa filozofları. Anaksagoras sonra…. Kişisel favorilerimdendir. Bilir misiniz efendim Anaksagoras’ı?”
Yine bana baktı. Yine o yetmişli yılların çocuksu ela gözleri… Bilmiyordum.
“Urlalıdır” dedi. Sanki Urla diye bir kasaba o zamanlar da varmış gibi. “Genellikle karıştırıldığı Anaksimandros Milet’li, yani Didim Aydınlı; Anaksimenes ise Çanakkale Lapsekili’adir; diye ekledi. Sanki Lapseki o zamanlarda Çanakkale’ye; Didim, Aydın’a bağlıymış gibi.
İnsanın aklına olmadık zamanlarda olmadık şeyler gelir, Aydın’ın plakasının 09, Çanakkale’nin plakasının 17 olduğu geldi aklıma. Benim zihnimde gereksizce kocaman bir 17 belirmişken, o devam etti:
‘Her şeyde her şeyden bir parça vardır’ diyen Anaksagoras’tır. Hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan var olmaz; tözümüz birdir. Onun görüşleri bugün bile önemli ölçüde geçerlidir, efendim.” Biraz Wikipedia maddesi, biraz Facebook post’u gibi ortaya karışık konuşuyordu. Sosyal medya öncesi bir sosyal medya maddesi gibiydi.
Sanki onu içimden yargıladığımı anlamış gibi durdu. Yakalanmış gibi mahcup, bir şey demek zorunda hissettim. “Anaksagoras’ı sevdi mi peki sizin Diyarbakırlı?” (Kimliğinini benim de bilmediğim bu takipçimin yaşadığı Diyarbakır’ın plakası 21’dir).
“Sevdiğini sanıyorum. Aynı ilgiyle dinledi. Arada bir tekrarlıyordu: Her şeyde, her şeyden bir parça vardır… Hiçbir şey vardan yok olmaz… Ben bunları anlatırken delikanlı birden ‘abi müşteri geldi, sağolasın’ diyip kapattı. Ne müşterisi geldi, o delikanlı kimdi, halen bilmiyorum. O zaten benim müşterim değil miydi? Tek bildiğim, sisli bir Şubat gününde, sabahın onunda Anaksagoras’tan konuştuğumuz…
“Sonra aradı mı?”
“Yok aramadı.” Biraz üzüntülü, biraz sıkkın önüne baktı. Felsefe belki de o gelmesi hiç beklenmeyen kişi geldikten sonra şaftı birazcık dağıtıyordu.
“Ama başka birkaç kişi aradı. Dalga geçmek için aradılar. At yarışı kuponu yapan aradı, sayısal loto oynayan aradı. Kendim hep oynadığım numaraları verdim: 09, 18, 21, 39, 55, 59”
Ben ise 39 Kırklareli, 55 Samsun, 59 Tekirdağ diye düşünüyordum. Hem Sayısal kaça kadar oynanıyordu ki?
“Birkaç kişi sormak veya konuşmak için değil, anlatmak için aradı. Birisi bana İslam felsefesini anlattı ve inanmaya davet etti. Zerdüştlükten bahseden oldu. Yehova Şahitleri arayıp kendilerini anlattılar. Üniversite tercihi için arayan bir genç vardı; ‘Felsefe yazayım mı’ diye sordu. ‘Bilmiyorum ki’ dedim. Birisi ‘hayatın anlamı nedir’ diye arayıp ben daha cevap vermeden, küfür edip kapattı.”
O mırıl mırıl bu anlamsız aramaları anlattıkça biraz içim sıkılmıştı doğrusu. Karşımdakini birdenbire kendi kendini eğlendirmeye çalışan, hali vakti yerinde, orta yaşlı bir adam olarak gördüm. Kadife pantalonlar, balıkçı yaka kazaklar, felsefe kitapları, sonu gelmez bir mırıltı… Zararsızdı, belki tatlıydı ama bürosunun ismindeki zor zamanlar bu adama değiyormuş gibi durmuyordu. Eğlencesine bir şekilde bulaştığım için neredeyse pişmanlık duyacaktım. Avukat arkadaşıma yarım saat sonra gelirim diye söz vermiştim. Bizim evdeki yılbaşı partisi için alışveriş yapmam da lazımdı daha… Bu tuhaf yazıhanede çok bile kalmıştım. Kalkmaya hazırlanırken sabırsızlıkla sordum. “Büroyu niye açık tuttunuz ki, bu birkaç telefon için mi?”
Alaycı ya da kaba olmamaya çalışmıştım ama sesimin yine de biraz hoyrat tınlamasını engelleyememiştim. Belki de bile isteye engellememiştim, emin değilim.
“Haklısınız” dedi. “Benim de hevesim kaçmıştı aslında. Kapayacaktım. Ama bir temmuz akşamı, tam yazıhaneden çıkacakken bir genç kız aradı. Fabrikada işçi olduğunu söyledi. Polis trafiği kestiği için servisi o sabah bizim caddeden geçmiş, ışıklarda beklerken, o da mutsuz ve uykusuz, camdan dışarı bakıyormuş. Tabelayı görmüş, numarayı aklına yazmış. Mesaisi bitip eve gidince de aramış”
Şu son hikâyeden düzgün bir şey çıkar belki diye gitmekten vazgeçip arkama yaslandım. İlgilendiğimi görünce daha canlı anlatmaya başladı.
“‘Kızcağız bana, ‘Hep aynı’ dedi. ‘Hep aynı. Hep aynı…’ Böyle on defa dedi en az: Hep aynı... ‘Ne anlamı var ki bunun?’ dedi. Ağladı biraz. Hep zor zamanlar. ‘Biz ne için yaşıyoruz?’ dedi… ‘Siz ne söylersiniz? dedi… Çok gerçekti, çok ciddiydi. Söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Kendimden utandım. ‘Niye susuyorsunuz’ dedi… ‘Ben çok korkuyorum artık, kendimden de korkuyorum, bir şeyler anlatın lütfen’ dedi.
İşte o zaman konuşmaya başladık… Diyarbakırlı gençle Anaksagoras’ta kalmıştık… Bıraktığım yerden devam edesim geldi. Sanki ikisi aynı insanmış gibi geldi. İkisi de gençti, biraz çocuklardı daha… Düşündüm, beni arayanlar üç beş kişiydi ama, anlatanlar yaşlı, soranlarsa hep gençti. ‘Anaksagoras’a göre her şeyin içinde her şeyden biraz vardır’ diye başladım. Ben böyle deyince güldü. ‘Çok komiksiniz’ dedi. ‘Ama lütfen anlatın.’ Anlattım. Gece yarısına kadar konuştuk. Kapatırken ‘Yıllardır kendimi ilk defa iyi hissettim, korkum azaldı, teşekkür ederim’ dedi. Bir işe yaradığımı hissettim. Ben de yıllardır ilk defa.”
Gözlerini kaldırıp beni sanki ilk defa görüyormuş gibi dikkatle baktı: “Bu senenin son telefonu oydu. Altı aydır kimse aramıyor. Ama ya biri ararsa diye yazıhanem açık. Bakın, siz de geldiniz…”
3.
Caddenin uğultusuna karıştım. İnsanlar, vitrinlerini yılbaşı için süslemiş dükkânlara, sanki zor zamanlar bir istisna değil de esasmış alışkanlığıyla, kolaylığıyla girip çıkıyorlardı. Önümden 31 Hatay plakalı, lacivert renkli bir araba geçti. Arabanın arkasından dalgın bakarken, zihnimde az önce yazıhanede gördüğüm o zamansız krem renkli çevirmeli telefon belirdi. İçimde sanki bir zil çaldı. Birisi “Alo” dedi sanki… Sanki Urlalı bir filozof, “Her şeyin içinde her şeyden biraz vardır” deyip sustu.