Ana dilde eğitim: Hak mı, lütuf mu?
Öncelikle ana dilde eğitimin bir ayrıcalık ya da lütuf değil de bir insan hakkı olduğunu kabul etmemiz ve bu hakkı teslim etmeye karar vermiş olmamız gerekiyor. Sonrası kolay…
Kral, uzun yıllardır evli olmasına rağmen çocuk sahibi olamamış. Ama bu durum halk arasında geleceğe ilişkin bir kaygı oluşturmuyor. Nitekim kralın yaşı henüz çok genç bir erkek yeğeni var.
Yeğen kabiliyetli biri. İyi bir eğitim almış, zeki, cesur, iletişim becerisi yüksek. İyi bir savaşçı, iyi bir komutan. Devletin üst kademelerinde de oldukça yüksek bir popülaritesi var. Kral, vezir, ordu komutanları, danışmanlar vs. hepsi genç yeğeni seviyor, ona başka bir gözle bakıyorlar. Geleceğin kralı gözüyle.
Kralın onu henüz varis ilan etmemiş olması da bir şeyi değiştirmiyor. Genç yeğen halkın, devlet yöneticilerinin hatta kralın bile gözünde tahtın bir sonraki sahibi. Yani kralın ölümünden sonra devletin düzeninin bozulacağına dair kimsenin bir tereddüdü yok. Taht, ülke emin ellerde olacak.
Günlerden bir gün kral hizmetindekilerden birinden çocuk sahibi oluyor. Gayrı meşru bir çocuk. Beklenmedik bir durum. Ama çözümü kolay…
Herkes kralın, hizmetliyi çocuğuyla beraber sürgüne göndermesini bekliyor. O zamanın şartlarında olağan olanı yapmasını yani. Ama kral ilginç bir karara imza atıyor. Yıllardır çocuk özlemi çektiğinden mi, yoksa hizmetlisine karşı güçlü duygular beslediğinden mi bilinmez, çocuğu tanıdığını, kendi çocuğu olarak kabul ettiğini söylüyor. Bunun ne anlama geldiğini ise herkes çok iyi biliyor. Artık tahtın yasal varisi bu gayrı meşru çocuk.
Öte tarafta herkes -genç yeğen, devlet yöneticileri, komutanlar- şaşkınlık ve telaş içerisinde. Bu problemin bir an önce çözüme kavuşması gerektiğini düşünüyorlar. Bunun için de devlet yönetiminde söz sahibi olan herkesin katıldığı gizli bir toplantı yapılıyor.
Kafalardaki soru ise hep aynı; kralın ölümünden sonra genç yeğenin tahta geçebilmesi için ne yapılmalı? Toplantı uzun saatler boyunca devam ediyor. Nihayet içlerinden biri herkesin aklında olup da kimsenin dile getirmeye cesaret edemediği o malum çözüm önerisini ağzından çıkarıveriyor. Gayrı meşru çocuğun canına kastetmek.
Herkes, bu pratik çözüm önerisini onaylıyor ve toplantının geri kalanı bu minvalde ilerliyor. Nasıl bir yol izleyelim? Kral nasıl bir tepki verir? Planımız ters teper mi? Bu ve benzeri sorularla tartışma sürüp gidiyor. Her seçenek masaya yatırılıyor, konuşuluyor, değerlendiriliyor. Ne var ki gündeme alınmayan tek bir seçenek var; çocuğun yaşama hakkı. Henüz birkaç aylık masum bir bebeğin yaşama hakkı.
Ülkemizde ana dilde eğitim hakkına yönelik tartışmalar aynen bu hikâyedeki gibi seviyesiz bir ortamda sürdürülüyor. Söz konusu hak, ana dilde eğitim olunca kafalar farklı bir şekilde çalışıyor. Devletin bekası açısından uygun olmayacağı dile getiriliyor, eğitim sistemimize zarar vereceğinden söz ediliyor, insanları ayrıştıracağı söyleniyor ama asıl üzerinde durulması gereken mevzuya bir türlü sıra gelmiyor.
Oysaki tartışmanın bambaşka bir bağlamda ilerlemesi beklenirdi. Demokratik bir ülkeye yakışır bir bağlamda. Çocuğun böyle bir hakkı var mı bağlamında? Evet, asıl üzerinde durulması gereken konu bu; bir çocuğun kendi ana dilinde eğitim görme hakkı var mıdır?
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme vardır diyor. 20 Kasım 1989 tarihinde Birleşmiş Milletler genel kurulu tarafından kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların doğuştan sahip olduğu hakların korunmasını amaçlayan ve taraf ülkeleri bağlayan bir antlaşma. Türkiye de dâhil olmak üzere 197 ülke tarafından kabul edilen sözleşme, insan haklarına dair en fazla kabul gören uluslararası sözleşme unvanına sahip. Sözleşmenin 3 maddesinde ana dilde eğitim hakkına atıfta bulunuluyor. Ana dilde eğitim hakkının; yaşama hakkı gibi, beslenme hakkı gibi çocuğun doğuştan, sadece insan olduğu için, başka hiçbir özellik aranmaksızın sahip olması gereken bir hak olduğu belirtiliyor.
Fakat Türkiye bu 3 maddenin tamamına çekince koymuş. Yani ben bunları uygulayamam demiş. Malum nedenlerden; “kültürel yapımız buna uygun değil”, “insanları ayrıştırır”, “ülkemizin özel koşulları”, falan filan. Konu, demokratik bir çerçevede ele alınmamış kısacası. Tek düze bir mantıkla değerlendirilmiş ve öyle karara bağlanmış.
Birleşmiş Milletlere bağlı özel bir kurum olarak faaliyet gösteren UNESCO’nun da ana dilde eğitim hakkına ilişkin kararları var. Kurum, 1953 yılında yayınladığı bildirisinde ana dilde eğitim hakkının önemine sıklıkla atıfta bulunmuş ve bu hakkın getirilerinden bahsederek ülkeleri bu konuda daha duyarlı olmaları konusunda teşvik etmiştir. Aynı bildiride; çocuğun en iyi kendi ana dilinde öğrenebileceği de, kendi ana dillerinde eğitim hakkına sahip olmayan kız çocuklarının ve kırsal bölgelerde eğitim gören çocukların okul bırakma ve sınıf tekrarı yapma olasılıklarının artış gösterdiği de vurgulanıyor
Birleşmiş Milletler, UNESCO ve daha birçok uluslararası kuruluş ana dilde eğitim hakkı konusunda hem fikirler, çocuğa hakkı olanı verin diyorlar. Hak yemek doğru değil, bir çocuğun hakkını yemek ise hiç doğru değil diyorlar. Ve bu kararlar yoldan çevrilmiş kişiler tarafından alınmıyor. Alanında en yetkin, en saygın uzmanların bir araya getirildiği toplantılarda alınan kararlar bunlar.
Peki, ülkemizde neden bir tabu olarak görülüyor bu hak? Nedir bizi bu kadar korkutan? Niçin istemiyoruz?
Öne sürmüş olduğumuz bahaneler diğer ülkeler için de geçerli. Vatandaşlarına bu hakkı sunan ülkeler için de. Ama onların birçoğu eğitim sistemlerini ana dilde eğitim hakkı ile birlikte sorunsuz bir şekilde yürütebiliyorlar.
Demek ki oluyormuş.
Bir kere şunu iyi anlayalım; ana dilde eğitim hakkı, eğitimin tamamen bu haklara sahip olacak toplumların dilinde yapılacağı anlamını taşımak zorunda değil. İnsanlar, kendi ana dillerinin yanında Türkçeyi de pekâlâ öğrenebilir ya da ilkokulu çift dilli bir eğitim süreciyle tamamladıktan sonra sadece Türkçeyle eğitimlerine devam edebilirler. Dünyadaki örneklerinde olduğu gibi. Korkulacak bir şey yok yani.
Peki, nasıl olacak bu iş?
Öncelikle ana dilde eğitimin bir ayrıcalık ya da lütuf değil de bir insan hakkı olduğunu kabul etmemiz ve bu hakkı teslim etmeye karar vermiş olmamız gerekiyor.
Sonrası kolay…
İşe, çift dilli eğitimi başarılı bir şekilde uygulayabilen ülkelerin eğitim modellerini inceleyerek, bunlardan toplumsal ve kültürel yapısı bize daha yakın olan ülkelerin üzerinde daha fazla durarak başlayabiliriz.
Yahut kendimiz bir model geliştirebiliriz. Ülkemizin sosyal ve kültürel yapısını, eğitim sistemimizin hâlihazırdaki durumunu analiz ederek ortaya bize ait, özgün bir model çıkarabiliriz. Çok zor olmasa gerek. Üniversitelerde çift dilli eğitim, eğitimde program geliştirme gibi bu çalışmaya katkı sağlayabilecek alanlarda araştırmalar yürüten çok sayıda akademisyen var.
Başka çözüm önerileri de pekâlâ üretilebilir. Yeter ki samimi olalım, doğru soruyu sorarak işe başlayalım. Duygularımızla değil mantığımızla hareket edelim. Mantığımızı kullanırken de evrensel ahlak ilkelerinden yararlanmayı unutmayalım.
*Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü