YAZARLAR

Anakronik bir uzay yarışı parodisi

Yuri Gagarin, dünyayı uzaydan ilk gördüğünde dudaklarından “Dünya mavi ve çok güzel. Harika görünüyor” ifadeleri dökülür. Fakat sermayenin gözleri, yıllar evvel Gagarin’in gördüğünü görmüyor. Kim bilir belki yağmalanacak yeni kaynaklar yahut dünya içi boş bir cevize döndüğü zaman kaçılacak limanlar görüyor. Parasını verenin turistik faaliyetlerden faydalanabileceği bir ‘endüstri’ görüyor.

SpaceX programıyla uzaya gönderilen Alper Gezeravcı ile birlikte Türkiye’de nostaljik bir ‘uzay keşfi’ havası esiyor. Semalara bakan boy boy fotoğrafları paylaşılıyor, en çok özlediği yemekler konuşuluyor, adına pullar bastırılıyor… Gezeravcı’nın uzaya çıkışı çeşitli açılardan tartışma yarattı. Kimileri ülke derin bir ekonomik kriz içindeyken Gezeravcı’nın katıldığı programın anlamsızca maliyetli olduğunu düşünüyor. Ya da bu program ile hükümetin seçim öncesinde bilimsel değil siyasi bir hedef doğrultusunda hareket ettiğini, Gezeravcı’nın bir ‘uzay turisti’ olduğunu dile getiren ciddi sayıda insan var.

Tabii tartışmayı sadece hükümet-muhalefet ayrımıyla açıklamak bu örnekte pek mümkün değil. Öyle ki tüm bu eleştirilerin yanı sıra görünürde farklı siyasi çevrelerden gelen çeşitli isimlerin memnuniyet hatta gururla karşıladığına da tanıklık ediyoruz. Kimisi Gezeravcı’ya baktığında ‘seküler bilimsel Türkiye’nin bir zaferini’ görüyor, kimileri ‘yerli milli astronot uzayda, bu bir Türkiye Yüzyılı atılımı’ olarak görüyor.

Yapılan yorumlara aşinayız. İşin en ilginç kısmı meselenin 20. yüzyıla ait bir uzay imgesi üzerinden yaratılan bir söylemi çağrıştırmasıyla birlikte başlıyor. Gelin yaşananları bu imge üzerinden anlamlandırmaya çalışalım.

*

Sadece bugün değil, geçmişten günümüze ’uzaya çıkma’ hakkında kulağımıza çalınan bazı alışıldık lafları hatırlayarak söze başlayalım. Mesela hepimizin defalarca işittiği “Millet uzaya çıkıyor biz nelerle uğraşıyoruz” cümlesi. Bu kalıbının gündelik tartışmalara ne zamandır eşlik ettiğini bulmak bireysel olarak yapılabilecek bir iş değil. Hele yirminci yüzyılın ikinci yarısında yapılan sohbetlere dair anılarınız yaş gereği kısıtlıysa. Mazisi ne kadar eskiye gidiyor bir şey demek zor ancak kendimizi bildiğimizden beri bu kalıbı çeşitli sohbetlerde işitiyoruz. Kim bilir, gündelik bir tartışmada konunun ‘ilkelliği’, diğer bazı ülkelerle karşılaştırmalı olarak vurgulanmak istendiği zaman kullanılan bu ifade belki Sovyetler Birliği’nin uzaya çıkışıyla literatüre girmiştir? Ya da belki ABD’nin uzayda Sovyetler’i yakalama çalışmasıyla birlikte yaygınlaşmıştır? Yahut çok daha eskilere, 19. Yüzyıl sonlarından itibaren yazılan romanlara kadar uzanıyordur? Öyle ya da böyle, “Vay bizim halimize” anlamı taşıyan bu sözler, uzaya çıkmanın bir ‘prestij’ meselesi olduğu zamanlardan kalma bir havadan sudan muhabbet demirbaşı.

Evet, karmaşık bir tartışmayı dahi bağlayabilecek basitlikte olan ve bu yüzden de fazla ciddiye alınmayacak bir sözden bahsediyoruz. Üstelik ‘uzaya çıkış’ bu cümlede gerçek anlamından ziyade ‘elalemin teknolojik ve toplumsal gelişmesini’ imgeliyor. Ancak bugünden bakınca sık ve uzun soluklu kullanımı da hesaba katıldığında imgenin kendisi farklı soruları da akla getiriyor: Çağımızda ‘uzay’ imgesi ne ifade ediyor? Bir prestij meselesi değil mi? Hiçbir önemi yok mu uzaya çıkmanın? Bu prestijin kökü ulusal sınırlarda mı, yoksa bir bütün olarak gezegeni mi kapsıyor? Yukarıya, yıldızlara baktığımızda ne görüyoruz, bize düşündürdükleri geçtiğimiz yüzyıl ile aynı mı?

Her ne kadar bugünkü konumuz ‘Türkiye’yi ilgilendiren bir mesele gibi görünse de önce son sorduğumuz soru üzerinden tüm dünyada uzayın ne ifade ettiğini konuşmamız gerekiyor. İlk bakışta anlamsız gelebilir: Ne demek yukarıya baktığımızda ne görüyoruz? Öyle ya, uzay aynı uzay, yıldız aynı yıldız, roket de hemen hemen aynı rokettir. Ancak Sputnik’in uzaya fırlatıldığı, Yuri Gagarin’in uzaya çıktığı zamanlardan bu zamana gözlerin gördüğü gökyüzü aynı olsa da zihnin anlamlandırma süzgeci radikal bir şekilde başkalaşır. Zamanında uzay, ana ekseni itibariyle tüm insanlığın ortak bir davası olarak ele alınır. Bu ‘ortak dava’ meselesini açmak için bir alıntı yapabiliriz: Moskova-1982 baskılı Yıldızlara Doğru kitabı “Bu kitabın iki kahramanı var – insan ve uzay” ifadeleri ile başlar. Ancak Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği gelişmelerin ardından bir süre sonra uzayın uluslar arasında yapılan bir ‘yarış sahası’ olarak görülmesi kitaba yeni kahramanlar ekler.

Sovyetler Birliği’nin uzay programı İkinci Dünya Savaşı öncesinde bilinse de aslında kökleri 1920’lerde ve hatta daha da öncesine gidiyordu. Marksizmin uygarlığa bakışındaki diyalektik anlayışın ilerlemeci yansıması da hesaba katıldığında bu ilginin neden filizlenecek yer olarak Sovyetler Birliği’ni seçtiği daha kolay anlaşılabilir (Sovyet uzay programının köklerini daha önce incelemiştik, tekrara düşmemek adına hatırlatalım, dileyenler faydalanabilir).

Elbette zaman içerisinde Sovyetler için de uzay meselesi diplomatik bir araca dönüşür. Ancak özü itibariyle uzaya bakışın ‘ilerleyen insanlık’ çerçevesinde ‘insan’ merkezini koruduğunu söyleyebiliriz. Revizyonizmin çürüttüğü Sovyetler Birliği, sosyalizmden uzaklaşıp nihayet dağıldığında artık geçmişin ufkundan geriye pek bir şey kalmaz. Hatta son Sovyetler Birliği vatandaşı olarak bilinen uzayda ‘unutulan’ kozmonot Sergey Krikalev’in hikayesi buna harika bir örnek oluşturur. Hikayesini etraflıca gelecek günlerde inceleyeceğiz. Şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Sovyet vatandaşı olarak çıktığı uzay üssünde bir nevi mahsur kalır. Krikalev’in ülkesi Sovyetler, kendisi uzaydayken yıkılır ve geri dönüşü için yapılan planlar da sürüncemede kalır. Krikalev bugün uzayda en fazla zaman geçiren dünyalı olma rekorunu da böylece bir süreliğine elinde bulundurur.

Sorduğumuz soruya, uzayın dün ve bugün nasıl göründüğüne geri dönelim. Anlatmaya çalıştığımız şey “Sovyetler Birliği’nin mükemmel bir uzay programı vardı, yıkıldığı günden sonra uzay da boşa düştü” gibi bir mesele değil. Asıl mesele bütün bir toplumun daha iyi bir geleceğe dair kurduğu ortak hayaller. Daha iyi bir gelecek umudu, yarının bugünden daha iyi olacağı inancı hiç de öyle azımsanacak bir düşünce değildir. Bu ‘ortak hayal’ ifadesinden ‘devlet anlatısına biat’ gibi bir anlam asla çıkmasın. Hem bireysel açıdan hem de bütün dünya sathında değerlendirilebilir. Mesela herkes çocuğunun, kendisinden daha iyi koşullarda yaşamasını ister, onlar için onurlu, ferah ve güzel günleri yaratmak için çabalar. Nitekim geçtiğimiz yüzyıl çağımıza göre toplumsal olarak bu hissin, arzunun, inancın çok daha yaygın ve gerçekçi bir şekilde vücut bulduğu bir dönemdi. Fakat bugün ne kendimiz ne de gelecek nesillerimiz için benzeri bir ihtimalin gerçekdışı olduğunu kabullenmiş durumdayız.

Tarihçi Eric Hobsbawm, 20. yüzyılın sonlarından itibaren insanlığın hiç olmadığı kadar puslu bir dönemin içerisine girdiğini söylerken felakete meylederek belirsizleşen tarih akışını vurguluyordu. İşte böylesi bir dönemde ‘toplumsal bir ilerleme’ hikayesi olarak uzaya çıkmayı geçmiş dönemlerle kıyaslamak mümkün değil. Günümüzde neoliberal kuşatma ile hayat koşulları her gün mahşeri bir çoğunluk için daha da kötüye gidiyor. Küresel bir savaş ihtimali, gazetelerde artık görmeye alıştığımız manşet çeşitlerinden biri. Sermayenin dizginlemez iştahı, gezegeni bir bütün olarak yok oluşun içerisine bırakmışken uzay ne ifade ediyor olabilir ki?

*

Yuri Gagarin, dünyayı uzaydan ilk gördüğünde dudaklarından “Dünya mavi ve çok güzel. Harika görünüyor” ifadeleri dökülür. O anın ağırlığıyla birlikte ilk dile getirdiği sözler bunlardır. Fakat sermayenin gözleri, yıllar evvel Gagarin’in gördüğünü görmüyor. Sermaye uzaya bakarken uygarlığı refaha taşıyacak, sınıf gözetmeksizin tüm insanlığa çığır atlatacak eşikler görmüyor. Kim bilir belki yağmalanacak yeni kaynaklar yahut dünya içi boş bir cevize döndüğü zaman kaçılacak limanlar görüyor. Parasını verenin turistik faaliyetlerden faydalanabileceği bir ‘endüstri’ görüyor.

Bugün, neoliberal çürümeyle harika bir şekilde uyumlu bir ismin ve şirketin elinde uzay imgesi biçimleniyor. Güney Afrika’daki aphartheid mirasçısı bir zengin çocuğunun bireysel fantezileri içerisinde ‘bilimsel ilerleme’ taneleri aranıyor. Ancak bu ilerlemenin bütün insanlık için olduğunu düşünmek güç. Şirketlerin ve havalı CEO’ların dile getirdiği ‘çılgın projeler’ milyarlarca dünyalı için ne ifade ediyor? Onların uzay anlatısı koca bir gecekondu gezegenine dönen dünyayı terk edip uzaydaki bir üste yaşamaya başlayan zenginleri anlatan Elysium filmini andırıyor.

*

Peki hiç mi bir şey ifade etmiyor uzayda olmak? Sermaye hakim oldu diye uzay artık önemsiz mi? Elbette bilimsel anlamda yapılan çalışmaların değerini ölçmek bizim işimiz değil. Bireysel olarak bilim insanlarının çabalarını, bir CEO’nun şımarıklığı altında ezecek ya da herhangi bir hükümetin siyasi hırsları altında çöpe atacak değiliz. Derdimiz sadece böylesi bir çağda bu insanlardan Gagarin yaratma çabasının beyhudeliğini vurgulamak.

Zaman değişiyor, yöntemler farklılaşıyor. Bugün göklerin kitabındaki kahramanlar artık ‘uzay’ ve ‘insan’ değil. Hayatımızın her zerresinde olduğu gibi başrol -ve belki de tek rol- artık sermayeye ait. Bu sermaye düzenine içkin bir şekilde uzayın da siyasi propagandalar için ulus devletler tarafından kullanılması da aslında bakarsanız ‘kitabın kuralına’ uygun.

Fakat insanlığa dair bir ufkun gün geçtikçe basitleşip nihayet ulusal sınırlar içerisindeki gündelik hesaplara sıkışması, geçmiş zamanın bir parodisine dönüşmesi sadece Türkiye için değil tüm dünya için de acı verici bir olay.


Kavel Alpaslan Kimdir?

1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.