Yok sayılanı öldürmek de kolaydır 

Yugoslavya iç savaşı sırasında, daha düne kadar birbirlerinin kahvelerini içmiş kapı komşuları nasıl olup da birbirlerini boğazlayabilmiştir? Sırbistan Sırplarındır, bu mahalle bizim; Türkiye Türklerindir; peki ya diğerleri? Yoklar…

Google Haberlere Abone ol

Levent Ünsaldı

Bizim mahallenin iyi bilinen ve en rağbet gören bakkalı Çorumlu. İki kardeş bunlar; işi babaları kurmuş, bunlar devam ettiriyor. Saygılı çocuklar, üstelik hoş sohbetler de. Sağ olsunlar, ara sıra muhabbet için uğradığımda çayımı kahvemi eksik etmezler; bazense daha fazlasını… Kısacası, sıradan bir müşteri-hizmet veren ilişkisinin, meta alışverişi temelli bir ilişkinin ötesinde bir ilişki bizimkisi, bu ülkede diğer alanlarda da pek yaygın olduğu gibi aslında; kırma-kırık, hatta köksüz; tanımlaması zor, çok zor. Sosyoloji hocasıyım ama bunun ne olduğunu ben dahi bilmiyorum. Bunu tanımlayacak bir terim yok lügatimde; okulda anlattıklarıma pek benzemiyor; zaten ne benziyor ki okulda anlattıklarıma? Ankara Garı’nın önünde yüzlerce masum, güzel insan katledilirken, şehirler vahşice yerle bir edilirken, ben ise bıdı bıdı… “geleneksel toplumlarda…” Has.ktir… Pardon, hemen kendime çeki düzen veriyorum; ulaşılan ilmi netice 1: Türkiyeli sosyal bilimcinin kavram dağarcığı ekseriyetle primitiftir, kopuktur; çalıştığı nesneyi bırakın kavramayı, sarmayı, onun yanına dahi yaklaşamaz…

YOK HÜKMÜNDEKİ KABİLELER

Geçiyorum, bizim mahalle göreceli olarak “elit” (bunun da ne anlama geldiğini bilmiyorum) ve “elit beylere” hizmet veren de pek çok müessese var! İlginç kabileler vesselam; içlerine buyur edilmek için birtakım “egzotik ritüelleri” yerine getirmek gerekiyor. “Tanıdık” diye adlandırılan bir “haz şamanı-aracısı” var; mucizevî ve kilit bir figür; ayinin olmazsa olmazı. Sen onu arayacaksın, o, “onu” arayacak; sen oraya gittiğinde “onun” selamını ileteceksin; o, senin yanında tekrar “onu” arayacak; o, “ona” icazet verecek… ve işte böyle devam edip gidecek; deyim yerindeyse kutsal bir ruh bizim “tanıdık”; her yerde, her yere sızıyor; her tapınağın girişinde o var.

Bu kabilelerin bulundukları yerler de ilginç. Betonarme obaların genelde giriş katlarında, normal şartlarda bakkal, anahtarcı olacak yerlerde; ulu orta yani. Üst katta, maliyeden emekli Kamil amca (her sabah müthiş bir dakiklikle Sözcü gazetesini almaya gidiyor; zaten her gün her şeyi aynı saatte yapıyor, prostattan muzdarip); onların komşusu ise yeni evli bir çift (sıklıkla kavga ediyorlar, “sen var ya…” diye başlayan cümleler; kavgalarının sebebini bilmiyorum). Mavi şeritli otolarıyla mahalle muhafızları da tüm bu olan bitenin farkında elbette; hatta zaman zaman giriş katındaki kabileye “çay içmeye” geliyorlarmış diye duydum.

Uzun lafın kısası, nevi şahsına münhasır bir komşu bizim bu giriş kattakiler; hem varlar hem yoklar. Resmiyette yoklar ama fiiliyatta varlar. Var olduklarında dahi aslında sadece bazıları için varlar. Kamil amca için yoklar mesela; Kamil amcanın karşı komşusu yeni evli çift için hem var/hem yoklar (ama emin değilim). Mavi şeritli oto kullanıcıları için elbette varlar, muhtar için yoklar, karşıdaki A101 için varlar, zabıtalar için hem var/hem yoklar; benim içinse… evet, varlar.

Dolayısıyla diğer bazı kabileler/komşular için yabancı/öteki dahi değiller zira yoklar. Yabancı/öteki olmak bir etkileşim gerektirir veya haddizatında bir ilişki türüdür; değişmez bir töz değil. Yabancı, bir grubun nazarında dışarıda olan ancak bizatihi varlığıyla ve grupla ilişkisiyle grubu yapılandırandır; yani aslında içeride de olandır. Kısacası bir ilişki formudur yabancı; o, hem içeride hem de dışarıdadır. Onun dış grup için oynadığı kurucu rolü, dış grubun üyeleri de onun için oynar; yabancıyı, onun da içselleştirdiği yabancı kimliğinde tesis eden de yerlidir. İlişkisellik işte. Dolayısıyla buradaki mesele bir mesafe, yakınlık-uzaklık meselesidir; var olmak veya olmamak değil. Şöyle der Simmel, “Sirius gezegeninin halkı bize tam olarak yabancı değildir, en azından kelimenin sosyolojik anlamında düşündüğümüzde. Zira Sirius halkı bizim için hiç var olmamıştır; onlar, uzak veya yakın olmanın ötesindedir.” Oysa bizim giriş kattaki komşuların durumu daha da karmaşık; zira varlar, ama sadece bazıları için ve bazı anlarda. Laf arasında, Amerikalı sosyolog E. Hughes, bu türden hem meşru hem meşru olmayan, ancak her halükarda bir kurumsallık arz eden (ritüeller-kurallar-raconlar) sosyal evrenleri (örneğin yer altı dünyasını) “piç kurum” kavramı altında tematikleştirir. Feyz almalı… Ve buradan ikinci ilmi netice: Türkiyeli sosyal bilimci! Rica ediyorum, illa ithal edeceksen, bu türden, bizim yolların kırık dökük haline daha uygun kavramsal araçlar ithal et.

YOZGATLI BİLAL'LE DERSİMLİ HELİN'İN DÜĞÜNÜ

Geçenlerde mahallede bir düğün oldu; aslen Yozgatlı Bilal’le, yine aslen Dersim’li Helin evlendiler. İyi de oldu; çok seviyorlardı birbirlerini. Ben şahsen sevindim, çocukluklarından beri tanırım onları. Ama kolay olmadı; sinir bozucu malum sorular ve cevaplar işte: “Kız nereli?” “Hozatlı”; “Nerede orası?”, “Dersimli işte”; “hımm… Tunceli yani?” “evet evet… [sessizlik] yok ama öyle bildiğin gibi değil; çok iyi, çok medeni insanlar, hiç Tuncelili demezsin!” Devamında düğün: iftiharla sergilenen “Yozgatlılık”, “Dersimlilik” performansları, çalınan müziklerde, kesilen raconlarda, yenilen yemeklerde; bizde şöyledir de onlarda şöyleymiş de cümleleri. [Bu arada anlamsızca sağa sola bakan köksüz Levent; nasıl yapsam da ben de olaya dâhil olsam çekingenliği. Birden Dersimlilere yanaşıyorum, esmerlik de var ya, “Biliyor musunuz, ben ufakken Tatvan’da yaşadım, çok severim Kürtleri”… sessizlik, tuhaf tuhaf bakıyorlar bana ve birbirlerine, biz Kürt değiliz ki der gibi!  “Olmadı, yemedi”, “Allah Allah yanlış biliyormuşum demek ki” diyorum kendi kendime. Kalıyorum öyle bir köşede; başka ne gibi bir performans sergilesem ki? Hocalık gider mi acaba, hem de itibarlı, sorusu düşüyor aklıma]. Ben daha performans repertuarım ve öne çıkarıp onama bekleyeceğim kimlik üzerine çaresizce düşünürken, kimliğini alan piste atlamış haberim yok. Aidiyetler havada uçuşuyor. Dersimliler, Yozgatlılar, ötekiler; hep beraberce orada, o anda, o düğün sahnesinde, o karşılaşmada kuruyorlar kimliklerini, bizleri, sizleri, onları… birbirlerine gövde gösteri yaparcasına. Tuhaf! Bunlar acaba evde de mi böyle diyorum kendi kendime zira genelde anlık şeyler bunlar, duruma mahsuslar: Misal, şöyle diyen var mı acaba: “Merhaba Anne, günaydın, biliyor musun ben Dersimliyim, ona göre davran!” “Lütfen baba, bu Yozgatlı birine hiç yakışmadı!”… O gün tüm mahalleli oradaydı, bakkalından, anahtarcısına, oradan Migros kasiyerine… ama bizim giriş kattaki komşular yine yoktu… zaten hiç olmamışlardı ki…

YOK SAYILANI ÖLDÜRMEK DE KOLAYDIR

Yahudi’nin, tüm bir Batı coğrafyasında uzun bir zaman boyunca ve belki de halen “yabancı” arketipini oluşturmuş olması hiç de şaşırtıcı değil. Kendisi de Berlinli bir Yahudi olan Simmel, bu ilişki tipinin en maharetli çözümlemelerinden birini sunar bize. Bu noktada Nazi iktidarı ve kıyımı anlamsal bir kopuşa yol açmıştır; Yahudi artık bir yabancı dahi değildir; bir iç parazittir. Bu, yok hükmüne sokmanın ve yok etmenin başka bir yoludur. Parazitle ilişkiye girilmez; parazit sadece ve sadece yok edilir.

Bizim Bilal ve Helin’in aileleri varsın birbirlerini bir süre daha yabancı olarak algılasın, mühim değil; yeri gelsin tartışsınlar, yeri gelsin birbirlerine kimlik oyunları oynasınlar, yeri gelsin birbirilerini ve kendilerini genel tipleştirmeler üzerinden tanımlasınlar (Dersimli şudur, Yozgatlı budur, vb.). Bu kaçınılmazdır ve kendinde bir sorun hiç mi hiç değildir. Yabancı ve yerli sabit ve değişmez vasıflar değildir, birer bakış açısıdır; aynı örtünün iki ucudur; bir bakarsınız birdenbire birbirlerinin yerini alırlar. Zamanla Bilal, eğer işler yolunda giderse, bizim “aslan enişteye” de dönüşebilir; hatta Dersimliden daha Dersimli olup, Yozgat’ta “içimizdeki yabancı” bile olabilir, yeter ki etkileşimin toplumsal sihri işlemeye devam etsin. Bu, Bilal ve Helin’in ya da ailelerinin, birbirlerine genel tipleştirme kategorilerinden hareketle bakmayı terk edip veya sadece buradan bakmayarak ilişkilerini herhangi bir kategorileştirmenin içinde tanımlayamayacak kadar özel, biricik ve farklı gördükleri andır; “bizim oğlan”, “bizim kız” anı; aynen annenizle kurduğunuz ilişkiyi de sadece sıradan bir anne-çocuk ilişkisi tipleştirmesine indirgemeyeceğiniz gibi.

Oysa etkileşimi keser, anlam atfetmeyi bırakır ve yok sayarsanız, öldürmek de kolaylaşır. Bir karafatmayı ezmek neden kolaydır veya bir ağacı kesmek? Bir kuzuyu kesmek çoğu kişi için bir sorun teşkil etmezken, yıllardır aynı evi paylaştığınız bir köpeği öldürmek neden ürkütücüdür? Aradaki fark; kurduğunuz ilişki tipinde, atfettiğiniz anlamda ve bakış açınızda gizlidir. Yugoslavya iç savaşı sırasında, daha düne kadar birbirlerinin kahvelerini içmiş kapı komşuları nasıl olup da birbirlerini boğazlayabilmiştir? Sırbistan Sırplarındır, bu mahalle bizim; Türkiye Türklerindir; peki ya diğerleri? Yoklar…

Yok saymak, yok etmenin ilk adımıdır; yok sayılanı öldürmek de kolaydır…