An gelir, hakikat, taşı bile dillendirir
Yarbay Ali Tatar, 2009 yılında intihar ettiğinde hakikatten yana kendi varlığını ortadan kaldırdı. Cenaze töreninde eşi Nilüfer Tatar’ın sözleri adeta çığlık idi ve bugüne ışık tutacak nitelik taşıyordu...
Kelime Ata
"İdris Hoca'nın otlaktaki sığırlara bakma sırası geldiği bir gün önemli bir işi çıkmış. Hacı Bektaş Veli hayvanlara bakma işini üstlenmiş. Hayvanlar otlayarak Mucur istikametine doğru yayılırlarken, İdris'in kardeşi Sarı kendi öküzlerini getirip bunlara katmış. Hacı Bektaş Veli de "ben bunları görüp, gözetemem, bir zarar gelirse karışmam" demiş. Sarı dinlememiş, bırakmakta ısrar etmiş. Bunun üzerine Hacı Bektaş Veli, çevredeki beş tane büyük taşa hitaben "Siz tanık olun, Hacet vaktında şehadet edersiniz" demiş. Sarı'nın öküzlerini kurt parçalamış. İş Kadı'ya düşmüş. Hacı Bektaş Veli, beş tane şahidim var demiş. Onları otlak yerine götürüp, taşlara seslenince hepsi yuvarlana yuvarlana huzura gelmiş ve tanıklık etmişler."
Sivas’ın Gürün ilçesinden Yuva köyü sapağına girdik.
Kimbilir kaç yıldır düğün alaylarının kurulmadığı, ruhsuz şehirlerde son nefesini vermiş ölümlülerin ‘beni köyüme gömün’ vasiyetleri yaptığı bu çorak toprakların virane köylerin içinden geçerken Hacı Bektaşi Veli’ye şahitlik etmek için yürüyen o beş taşın konu edildiği mitolojik öyküyü hatırladım.
Bu anlatının anafikri şudur: Hakikat denilen şey o kadar güçlüdür ki, taşı bile dile getirir ve onu şahit kılar. Yani, an gelir bir ülkenin tüm polisinden askerinden, çoğunluk gücünden, yasalarından daha güçlü olur; hakikat...
Yarbay Ali Tatar, 2009 yılında ‘karanlığa bir nebze ışık olmak için” intihar ettiğinde hakikatten yana kendi varlığını ortadan kaldırdı. Cenaze töreninde eşi Nilüfer Tatar’ın sözleri adeta çığlık idi ve bugüne ışık tutacak nitelik taşıyordu:
“10 yıldır bu komployu hazırlamışlar. Adamlarını içeriye yerleştirmişler. Dayanamadı, kabullenemedi içeri alınmayı. Alevi subayların üzerine oynuyorlar. (...) Alevi subaylar içeride hep. Alevi subayları yok etmek istiyorlar. (...) Sahte belgelerle suçladılar, onurunu kırdılar. (...) Dün gece rahat uyudun mu Süleyman Pehlivan (amirallere suikast iddiasını soruşturan savcı, 15 Temmuz’dan sonra yurtdışına kaçtı). Sen kimin adamısın? Amerika’nın mı, Fetullah’ın mı?”
At izi, it izine daha o günlerde karıştığında, kimse ne bu intiharı anlamak istedi ne de Nilüfer Tatar’ın sözlerini duydu. Gazeteciler, yazarlar sustular, savcılar, hakimler lal oldular, siyasetçiler sükuta girdiler, hepsi birlikte gerçeğin üzerine kalın bir örtü çektiler. Ama dağlar taşlar, yüzünü yerlere sürüyüp giden sular, onun masumiyetine şahit olmaya hazırdı. Şimdi o şahitlerin arasına yüzlerce fidan daha katıldı.
Hünkar Hacı Bektaş Veli Vakfı ile Yuva Külahlı Köy Derneği, Ali Tatar anısına “On İki Fidandan Ulu Bir Ormana” projesiyle Yuva ve Külahlı köylerinde iki ayrı orman oluşturdu. Hacıbektaş Dergahı Postnişini Veliyeddin Hürrem Ulusoy’un da katıldığı tören sadeliği içinde kendi anlamını barındırıyordu. Gülbenkler okundu, konuşmalar yapıldı. Şamata ve şov yoktu, hamaset de...
Acıyı bal eyleyen Tatar ailesinin vakurluğunu söylemeden geçemeyeceğim. O nasıl bir asalet öyle... Hani 15 Temmuz darbe girişiminden sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, ‘Hainler mezarlığı’ kurup, o gün ölenlerden bazılarını şehirden kilometrelerce uzaktaki bu hayvanlar için ayrılmış taşlı araziye, dini tören yapılmasını da engelleyerek gömdürmüştü ya, işte o zaman görüşü sorulan Ahmet Tatar, ‘Bu olmadı. Bu insani değil. Ölenin artık bizimle hesabı kapanmıştır. Bundan sonrasını canın sahibine bırakalım’ demişti. 17 Eylül’deki törende de kardeşinin bağrına bastığı o acıyı bir zamane dervişinin kemaletiyle nasıl bala çevirdiğini dosta düşmana gösterdi.
“Hak verdi Ali’yi bize, Hak aldı Ali’yi bizden. Bir dost eli tuttu elimizi. Bin dost eli uzandı elimize. Bir idik çoğaldık binler olduk. Acıyı, acıya, derdi, derde katıp harman eyledik. Savurduk yele karşı. Acılar dertler yüreğimize ötelendi geriye direnç kaldı, umut kaldı, mücadele kaldı. Şimdi el ele verip,umutları doğanın kucağına taşıma zamanıdır. Alıp götürüp Ali’yi köklerinde yeniden yeşertme zamanıdır. Biz şimdi binlerce Ali yeşerteceğiz köklerinden. Binlerce umut ekeceğiz toprağa. Ali adına, çocuklarımız adına ve kendimiz adına.”
Postnişin Veliyettin Hürrem Ulusoy, konuşmasında ‘Ağaç, canlanmanın yeniden doğuşun, yenilenmenin, tükenmez yaşamın simgesidir” derken doğru söylüyordu. Ali Tatar her bir fidanla yeniden dünyaya geldi. Şimdi her bir yaprağı sonsuza kadar ‘Ali Ali’ diye seslenecek ve hakikati haykıracak. Yaprakları rüzgarda hışırdadıkça Hüdai Baba’nın ‘muhabbetten gıdamız var/ ölüm ölür biz ölmeyiz” deyişi duyulacak ve semaha duranlar ‘gerçeklerin demine devranına... Hû” diyecekler.
Değil mi ki, ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.