Senin Adın Bîryar Kalsın!
Türkiye’de ‘ortak anlam dünyası’ merkeziyetçi bir müdahalenin eseridir. Gerçeklik, kişilerin rızalarına bırakılmaksızın statüko tarafından inşa edilir. Bir ‘ortak anlam dünyası’ yaratmanın önü, düzen tesisi için her yaptığını doğru kabul eden bir statükocu anlayış ve yönetim biçimi tarafından kesiliyor.
Hatice Özhan
Türk milli eğitim tornasından geçen herkesin, gerçek dışı hayaller dünyasına yaptığı ilk yolculuk deneyiminin bir mitosla gerçekleştiğine emin gibiyim. Bu mitos, Atatürk’ün isim hikâyesidir. Hikâyede, Askeri Rüştiye okulundaki öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi çok sevdiği öğrencisi Mustafa’ya, Kemal ismini verir. O günden sonra da ismi artık Mustafa Kemal oluvermiştir.
İsim değişikliğinin hukuki yollara başvurmaksızın, öğretmen kararıyla bile değiştirilebileceğini de bu mitosla birlikte öğrenmiş olan milyonlarca küçük dimağ için, gelecek ile ilgili verecekleri kararları ayakları yere basan hakikatler üzerine kurmanın pek bir mahiyeti kalmaz sanırım. Kalmaz çünkü hakikatle insan arasına faydasız bilgilerle işlenmiş bir güveli perde konulduğu an sorgulama yetimiz de hayattan kanatlanır gider. Gerçekler zihni yorar, zorlar insanı ama mitoslar öyle midir ki? Yarat kendine bir mitos ya da ruhuna yakıştırdığın hali hazırdaki mitoslardan beğendiklerini ödünç al, sahiplen. Senin yapacağın tek şey sadece; sorgulamaksızın bunlara inanmayı elden hiç bırakmaman. Bu iş bu kadar kolay işte! Mustafa için de ‘Kemal’ ismini almak bu kadar kolay bir iş oldu ama ‘Ramazan’ edilmeye çalışılan Bîryar için ise asla öyle kolay değil…
Diyarbakır’da Mesut Yılmaz İlköğretim okulunda bir öğretmenin, geçtiğimiz günlerde Bîryar isimli öğrencisinin adını “Ramazan” olarak değiştirme girişimi ile karşılaştık. Bîryar’a, “Bundan sonra senin adın Ramazan olsun. Bu en sevdiğim arkadaşımın ismi” diyerek ismi çocuğun elinin üstüne de yazan öğretmenin bilinçaltında ‘Kemal’ mitosu çok sağlam yer almıştır ki bir ‘dejavu’ dedirtti. ‘Kemal’in hikayesi ‘Ramazan’ınkiyle, aralarındaki nüans farkına rağmen, çok yönden birbirinin benzeşidir.
İki durum, isimlerin sosyolojik çerçevedeki yeri bakımından bir dokunulmazlığı hak ettiklerini görmemize vesile olmaları bakımından öncelikle karşılaştırmalı bir anlatıma tabidir. İsimlerin dokunulmazlık hakları kaynağını sosyolojik öneminden alır. Kültürel sembol sisteminin en başat öğelerinden biri olan isimler, tarihsel ve kültürel süreç içerisinde eklektik bir şekilde oluşarak toplumların kendilerini ifade etme araçlarından biri olur. Toplumların kolektif hafızalarından süzülüp gelen anlam taşıyıcısı bir kod olan isimlerin, bu bilinen misyonuna rağmen halen de Türkiye’de ana akım ideolojik ve politik çevrelerce, kurumlarca müdahalelere uğruyor olması derinlikli bir tartışmayı gerektirir. Kendisinden önceki iktidarlardan devraldığı Türk-İslam sentezli eğitim-öğretim politikasını kendi iktidarı süresince de sürdüren ancak 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında bu politikayı daha da zirveye taşıyan Ak Parti’den esinle, eğitim kurumlarında oluşan sembolik şiddet ortamı sınırlarını, ‘Bîryar’ı kendi sosyal kategorisi dışında bir alana çekmeye çalışan bir zihniyetle muhatap olmasına kadar genişletmiştir. Bu zihniyet sahibinin mankafasına girinceye dek isimlerin, hakikatlerin toplumsal önemlerinin neden var olduklarını anlatmaya devam edeceğiz biz de!
Türkiye’de bir ‘ortak anlam dünyası’ndan bahsedilemez.
Sosyokültürel bağlamda şekillenen anlamları bakımından toplumsal kimliğin sembolik araçları olan isimler, kişileri üyesi oldukları sosyal kategori ve sınıfları ifade eden bir özelliğe sahiptir. İsim kimliğin referansı olduğundan, bir kişinin ismine bakılarak linguistik belirlenimlere gidilebilir. Kişinin sosyokültürel durumu ile ilgili ipucu elde edilebileceği gibi ismin hangi dilden geldiği de bilinir. Çünkü isimleri, kültürün temel aktarım aracı olan dil içerisinde algılarız ve etnik/toplumsal kimliğin sürdürülmesine de bu sayede devam edilir. Bütün kültürlerde isim verme uygulamalarının kaynağında bir etnik aidiyetin dili gelir. Anlam dünyasının içinde şekillendiği dil ise fenomenolojik bir alana girerek, insanların dünyayı zihinlerinde nasıl ve hangi kavramlarla kurduklarına göre bir şekil kazanır. Edmund Husserl, gerçekliğin bile insanın zihninde aslında kurgulandığını ve inşa edildiğini belirtir. Böyle olunca da insanların zihinlerine sadece gerçekliğin yansıyan bir görüntüsü vardır ve tüm olan biten de önceden inşa olunanla ibarettir aslında. Aynı gerçeklik algısına sahip olunmasa da herkes kendindeki gerçeklik ile başkalarının zihnine yansıyan gerçekliği aynı olduğunu varsayar. Aksini düşünmek işimize gelmez çünkü ‘ortak bir anlam dünyası’ içerisinde olduğumuzu düşünmenin hem sorunları görmezden gelmenin yaratacağı rahatlığı hissetmek hem de güç gösterisine yol açacak bir güven duygusunun varlığına sahip olacağımızı bilmek bunu bize yaptırtır. Toplumu yönetenler de, toplumda düzen tesis etmek adına, bir kurgudan ibaret olan bu ‘ortak zihin dünyası’na sarılarak yurttaşlarının tümünü de bu yapının içerisinde uyum halinde görmek ister. Doğal olan, sahici olan bu değildir!
Türkiye’de ‘ortak anlam dünyası’ merkeziyetçi bir müdahalenin eseridir. Gerçeklik, kişilerin rızalarına bırakılmaksızın statüko tarafından zihinlerde kurgulanır ve inşa edilir. Toplumdaki herkesin asgari müştereklerde bir araya gelerek bir ‘ortak anlam dünyası’ yaratmalarının önü, düzen tesisi için her yaptığını doğru kabul eden bir statükocu anlayış ve yönetim biçimi tarafından kesiliyor.
Toplumu, her biri aynı biçimde ve özellikte çalışır/çalışmalı denilen organlara sahip bir organizma olarak düşünerek topluma yukardan müdahalelerde bulunmak işlev-bozucudur. Unutulmasın ki; herhangi bir uygulama, belli ölçekteki bir toplumsal oluşum ve kurum için bir çimento işlevi yerine getirdiği halde bir başka ölçekteki bir toplumsal oluşumda hayata geçirildiğinde toplumsal grupları birbiriyle çatıştıran ve o toplumu bölen bir etki yapabilir. O durumda söz konusu uygulamanın işlev bozucu etkisi daha ağır basar. 15 Temmuz sonrasında devlet uygulamalarının toplum için sadece disfonksiyonel bir işlev gördüğüne tekrarla şahit oluyoruz. Bu uygulamalar, ‘ortak bir anlam dünyası’nın altına dinamit yığmanın yanı sıra, işlev bozucu tutum ve davranışları çabucak içselleştirerek benimseyen misyon sahibi görevlilerin de yanlış bir sosyalizasyonu bilhassa da eğitim kurumlarında uygulamaya koymalarına zemin sunar. Sonuç da aşağıda yazılanlar GİBİ olur…
İsmi Ramazan edilen Bîryar gibi örneğin. Kürdistan’daki köy ve yerleşim merkezlerinin Kürdçe isimlerinin Türkçeleştirilmesi gibi örneğin. X,W,Q harflerinin öcü gibi görülmesi gibi örneğin. Alan Kurdî’nin ‘Aylan’ bebek olması gibi örneğin. ‘Adela’nın Adile Naşit olması gibi. Gibi gibi gibi…