‘Münevver’in ‘hendek’le tenevvürü*

‘Barış İçin Akademisyenler’, ‘barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve hukuk devleti’ adına inisiyatif alarak ‘milli mutabakat aydını’ ile (‘fikri ve vicdanı ile hür’) ‘gerçek aydın’ arasına tarihsel bir hendek açmış oldular.

Google Haberlere Abone ol

Halûk Sunat

Osmanlı’dan bu yana gayri aklî sularda seyreder olsak da, salim kalabilen aklımızla alamete ürpermekte, garabet denizini tükete tükete kıyamete doğru yol alırken -garip gureba, nâçar- kederlenmekteyiz.

‘Osmanlı Kimliği’ni bir koca çalışmada (bundan yıllar önce -1986’da yayımlanmak üzere [1]) ele alan hocamız Taner Timur, bize mahsus ‘tarihi yanılgı’nın nerede olduğunu sayfalar boyunca anlaşılır kılmaya gayret etmiş, kitabının sonlarına doğru, toparlarken de, ‘Bir ‘Tarihi Yanılgı’ Üzerine Gözlemler’ başlığı altında bir hikâyeden dem vurmaktadır.

Efendim, yıl 1915’tir. Yılın ilk ayları. Saray’da ‘Huzur’ toplantılarından biri yaşanmakta. Alakasızlıktan ilhamla deme durulmuşluğu günün ‘Muhtarlar Toplantısı’nı hatırlatsa da, hâzırun bayağı kalındır. ‘Ders’ diye de anılan ‘Huzur’ toplantısında, ‘Sultan’ Reşat vardır; Talat Paşa, Enver Paşa, Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, vs. günün en ‘kıymetli’ şahısları oradadır. Dersi verecek olan âlim (‘ulemadan’) Gürcü Abdüllatif Efendi ise, konu olarak, Kuran’ın Yusuf suresinin sekseninci ayetini seçmiştir kendisine. Hani, vakit de, öyle hasbıhal vakti değil; Birinci Cihan Harbi’nin içindeyizdir. Gürcü Abdüllatif Efendi, ayetten hareketle, anılan kıymetli şahıslara ‘uluslararası politika’da mihmandarlık edecektir. Bakalım neye?

Osmanlı Devleti, Birinci Cihan Harbi’ne (bir heves!) girdikten sonra, İngiltere, İstanbul’da bulunan Hidiv Abbas Hilmi Paşa’yı görevinden uzaklaştırmış ve Prens Hüseyin Kâmil’i ‘Mısır Sultanı’ ilan etmiştir (işler bugünkünden hallice bile değildir yani). Böylelikle, Mısır, İngiliz himayesine alınmakta ve Osmanlı Devleti ile ilişkisi tamamen kesilmektedir. Devlet aklımız daha o zamandan ‘durumu kabul etmemek, reddetmek’le maruf, devletin asli ihtiyaçları hilafına davrananlarsa elbet ‘hain’ olduklarından, Sultan, Prens Hüseyin Kâmil’i hain ilan edecek, Şeyhülislam, katlinin vacip olduğu hükmüyle fetvasını verecek, Cemal Paşa’nın komutasındaki kuvvetler de Mısır’ı geri almak üzere Süveyş Kanalı’na doğru hücuma geçeceklerdir.

Huzur dersi yapılırken ordunun Tih Çölü’nü geçtiği ve Kanal’a ulaştığı haber alınmıştır. Dersi veren (vaktin ulvi ‘stratejik derinlik’ uzmanı) Gürcü Abdüllatif Efendi, heyecanla durumu değerlendirmektedir: “Şevketpenah! Beni İsraili kırk sene delalete [‘dalalet’e olmalı] uğratan bu Tih sahrasını geçiş Orduyu Hümayun’umuzun çok güç, fakat en şanlı zaferidir ve bu tarihi zafer, kati ve nihai zaferin mübeşşiridir [müjdecisidir]”. Osmanlı âlimi giderek kendi heyecanına yenik düşecek, sözü edilen çölü Cengiz’lerin, İskender’lerin dahi geçemediğinden bahisle müstakbel zaferin ihtişamına etrafla birlikte kendini kaptıracak, gözler dolacak, boşalacak, ders huzur içinde nihayetlenecektir. Huzurun teminatı, anılan ayetten tedarik edilmiştir zira: “Allah’ın hükmü zahir oluncaya kadar Mısır diyarından ayrılmayacağız”. (2)

Peki sonuç? Sonuç, Mondros Mütarekesi’nde ifadesini bulacak şekilde -hoca efendi tezini serdederken daha- Avrupalı diplomatlar arasında mütalaa ve müzakere edilmektedir zaten. Mısır ‘cihadı’ mı? Eh, ayetin telkin ettiği ‘stratejik derinlik’ kifayet etmemiş, son Osmanlı cihadı da püskürtülmüştür.

Taner Timur hocamız sorar; acaba der, bu anlattığımız ibretlik hikâye, tarihin önemli uygarlıklarından birinin bu yüz kızartıcı sonlanışı, gerçek bir ‘kopuş’a, yani, hanesinden dışarı uğramış akılla iş görme hallerimizi ıslaha el vermiş midir? Kitap sayfasından sesleniş tarihi 1986. Bugün, 2016. Ne dersiniz?

*

Söz konusu çalışmayı okurken, âdetim olduğu üzere, münasip bir boşluğuna şu notu düşmüşüm (tabii, okuduklarımdan esinle): Bireyler gibi, toplumlar da, işler yolunda iken kendilerini sorgulama ihtiyacı duymazlar. İlginçtir; kendiliksel duruşunu muhafaza edemeyen, mevcut şartlarda benliksel kırılmaya uğrayan birey, nasıl, ‘gerileyerek’ (‘regression’), çatışma ile baş etmenin geçmişteki yoluna yordamına dönme eğilimi gösterir, o dönemin zorlukla başa çıkma yollarına (savunma düzeneklerine [‘defence mechanism’]) müracaat ederse, toplumlar da, aşamadıkları kırılmaların üstesinden gelmek üzere –öncelikle- geçmişteki ‘altın çağlar’ını yeniden kurmaya heves ederler. Ancak, geçmiş, kendi nesnel zamanının denkliğidir; dolayısıyla, yüceleştirip (‘idealization’) mutlaklaştırılan (rücu edilmek suretiyle sığınılmak istenen) geçmiş, bugünün buhranını çözecek bir anahtar değildir. Değişen nesnel zamanda eskinin kabulleri ve usulleri ile aşılamayacak olana, verili nesnelin ihtiyaçları ile bağdaşık bir donanımla mukabele etmek gerekir (bkz., Notlar/ 1).

İşte, o donanımın fikriyatını, muhakemesini kuran ve kavgasını verecek olan da ‘aydın’dır –aydın olmalıdır. Timur, demokrasi tarihimize, o alandaki ulusal kökenlerimize baktığında ilk akla geleni bizimle de paylaşmakta: Birinci Meşrutiyet’in kurucusu Midhat Paşa. Şimdi, efendim, o Midhat Paşa, Prens Bismark’a yolladığı ‘muhtıra’da, ‘radikal’lerin ve ‘sosyalist’lerin yıkıcılık vasıflarını bir güzel ortaya koyduktan sonra, -daha nezih olanı- ‘liberal’ taifesi için de şunları söylüyor –ki, ‘aydın’-‘devlet’ rabıtasına ışık tutmakta: “Liberaller hükümetlerin temsil ettiği gerçek egemenliği teşkil eden düzen ve kanunlara itaati savunacaklarına; halk egemenliğini ilan ederek, halkların zihniyetini ve kavrayışını bozdular”. (3) Yani şu; ‘demokrasi’ tarihimize ‘münevver’lerden (nurlanmışlardan, ‘aydın’lardan) doğru bir yol açacaksak, yolculuğa, ‘egemen’ karşısında halkını ‘itaatle’ vazifelendiren -yolculuğuna egemenin canını sıkmayacak halkla devam etmek isteyen- bir münevver türüyle başlamak durumundayız.

*

Batı ‘nurlanması’nın (‘Aydınlanma Çağı’nın) köklerini eskil Yunan kültüründe bulmak mümkün. Ortaçağ’da kilise öğretisi ve ‘skolastik’ eğitim (4) anlayışı ile nurlanma inkıtaya uğramış olsa da, sürecin, Rönesans’la, bilim ve felsefedeki sıçrayışlarla gerçek bir ‘Aydınlanma Çağı’na açıldığını ve ‘aydın’ın da, kilise ve monarşilerden mesafelenerek müstakil bir duruş dahilinde –akılcı düşünce, kuşkuculuk, özgürlük, hoşgörü, kardeşlik, eşitlik ve hukuk devleti ilkesellikleri ile- çağın ışıkçılığına soyunduğunu görmekteyiz. Batı aydın tarihselliğinde dikkati çeken husus, -ilerlenecek yola ışık tutan- aydının, ‘toplumsal/ nesnel farklılaşma ve dönüşüm’ün davet ediciliği (değişimin ‘rasyonalitesi’) ile tarih sahnesine çıkmış olmasıdır. Sermaye birikimi yoğunlaşmakta, feodal üretim ilişkileri çözülmekte, ‘devlet olma iradesi’, monarşilerden burjuva demokrasisine doğru akmaktadır. Bir başka ifade ile, Batı’da aydın, kendi nesnel zamanına doğan, özerk kimlik ve tavrı ile onu nurlandırandır.

Osmanlı’da ise, münevverin köklerini, ‘ulema/âlim’ çevresinde bulmak mümkün. Kelam, fıkıh, tefsir ağırlıklı olmak üzere, esas itibarıyla İslami kutsalı temellük eden ulema, yetiştiği medrese ile birlikte, ‘okul-kilise’ münasebetinin muadilini temsil etmektedir. Batı aydınlanması ve aydınının aksine, ulema, bir vakit ki İslam rönesansını (5) karanlığa iterek kurulmuş ‘Kutsal Nizam’a katılan ve her halükârda ona dayalı ‘devlet ideolojisi’ne ikmalde bulunup iradesine katkı sunandır. Alamet-i farikası, kuşkuculuk, akılcılık ve insancılık bağlamında bireysel özerk tavır alış değil, bilakis, kutsala iman ve devlete itaattir.

*

Sözü bugünlere bağlarsak; efendim, her ne kadar, âlimden/ulemadan çektiğimiz hat, Tanzimat ve Meşrutiyet’lerin (yani, ‘Modernleşme’nin) münevverine uzanmışsa da, niteliksel/tutumsal vasıf değişmemiş, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve günümüze, bizde, ‘aydın’, devlet aklını yeniden üretmek ehliyet ve cevvaliyetini elden bırakmamıştır. (6)

Derse dönersek, hatırlayalım, Sultan-bürokrat-asker-âlim, ‘Huzur’da birlikte resme durmuşlardı. Devlet olma iradesini belli bir kimliksel tasavvura (resimdekiler için ‘Müslüman-Türk’ kimliği) yaslanarak kuran; o kimlikle sermaye birikimi (yani, kapitalist modernleşmenin nesnel imkânlarını) yaratamayıp tıkandığı yerde ‘gayrimüslim (Hristiyan) burjuvazinin zenginliğine el koymayı (ve dahi, ilgili milleti kırmayı) yol bilen zihniyet de –hep- o resimden neşet etmiştir (bkz., Notlar/ 2).

*

Bugünlerin ‘huzur’una çıkarsak: ‘Barış İçin Akademisyenler’ inisiyatifinde yer alan aydınlar, Ankara ve İstanbul’da eşzamanlı olarak yaptıkları açıklamalarla (11 Ocak 2016), ‘Devlet’in (Sur’da, Silvan’da, Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de…) haftalar süren sokağa çıkma yasakları ve doğrudan uyguladığı şiddetle sivil halkın temel hak ve özgürlüklerini ihlal ederek ‘suç’ işlediğini, seyirci kalarak suça ortak olmak istemediklerini belirterek, ‘Kürt siyasi iradesi’nin taleplerini içeren bir yol haritası dahilinde müzakere koşullarının yeniden hazırlanması ve kalıcı barış için çözüm yollarının oluşturulmasını devletten talep ettiydiler. Bu, devletin, ‘aydın’ından beklemediği bir çıkıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’sa (kanıksanan iltifatkârlığı ile), ‘hainler’e, “Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız karanlık!”la mukabele etti ve hadlerinin bildirilmesinin zaruretine ilişkin hassasiyetiyle -ilgili çevrelere- hiddetle seslendi (hatta, sonradan, nursuzlardan ‘tiksindiği’ni de ekledi hiddetine). MHP’si, mafyası hiddete ziyadesiyle ortak oldu. (7) Cumhuriyet ‘Halk’ Partisi, söz konusu bildirinin (ihanetin) arkasında olmadığını gecikmeden duyurdu. ‘Ortak vatan’ sathından bölgeye püskürtülmüş olan HDP’den başka ‘inisiyatif’in sahipleneni olmadı.

Böylelikle, ‘Barış İçin Akademisyenler’, ‘barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve hukuk devleti’ adına inisiyatif alarak ‘milli mutabakat aydını’ ile (‘fikri ve vicdanı ile hür’) ‘gerçek aydın’ arasına tarihsel bir hendek açmış oldular. ‘Huzur’u bozdular, hâzırunun kurduğu büyük resimden düştüler. (8)

Hayırlara…

NOTLAR

1) Bu noktada, ‘psikanalitik duyarlık’ın ilham ettiğini biraz açalım. Psikanaliz, verili hâlimizi (‘kendilik/sel’ duruşumuz, tavrımız : ‘Self’), kendi ‘ruhsal-cinsel’ tarihselliğimiz içinde değerlendirir. Yalnız, burada anılan ‘cinsel/lik’, mucidin, ‘Ah, o da her şeyi sekse yormuş şekerim!’ yollu itbarsızlaştırılmasına müsait bir cinsellik değildir. ‘Yaşam dürtüsü’nün (‘libidinal’ olan; ‘Eros’) ‘nesne’ye (doyum ihtiyacının karşılanacağı –dürtü yatırımı yapılan- şeye) yönelimi bağlamında anılan bir cinselliktir bu. Sözgelimi, anne memesine (‘nesne’ye) açlıkla (‘dürtü’) yönelen bebek anne ile sanıldığı anlamda ‘seks’ yapmıyordur; ‘oral’ (ağızcıl) yolla ‘libidinal dürtü’sünü doyumlandırıyordur (erişkinlikte, öpme, emme, vb. eylemler de bütünlüklü cinsel hazzın bileşenleri/hazırlayıcıları olarak yaşanırken geçmişteki o nesne ilişkisinden besleneceklerdir). Bir başka ifadeyle, -uygun/yeterli bir nesne ilişkisi söz konusu ise- bebek, açlığının gerginliğini giderirken (haz) yaslanabileceği/güvenebileceği bir ilişkiyi de (‘dünya algısı’) deneyimlemektedir.

‘Nesne ilişkileri’ dediğimiz süreçte öne çıkan ihtiyaçlar, ‘ruhsal-cinsel gelişim’in evreleri olarak anılırlar: ‘Oral’ (ağızcıl, beslenme ile ilgili), ‘anal’ (dışkılama ile ilgili) ve ‘fallik’ (fallusa, penise ilişkin). Bu evrelerde yaşananların nasıl olup da ‘yapısallığın/kendiliksel örgü’nün’ kurucu deneyimleri olduklarına –ayrı ayrı- girmeyelim; ancak, diyebiliriz ki, tüm bu evrelerde yaşananlar ve onların üstüne eklenenlerle (ergenlikte bir kez daha harmanlanıp torna tesviyeden geçeceklerdir) ‘kendilik’imizi inşa ederiz: Kim, ne, nasıl bir dünya telakkisine sahip olduğumuz sorularını varoluşsallığı ile karşılayan (‘yapısal’ donanımının elverdiği ölçüde değişime açık kalan) ‘ben/lik’.

Malumattan da malum olsa gerek; söz konusu libidinal tarih anılan evrelerden güle oynaya akmamıştır: ‘Haz’ ve ‘Gerçeklik’ ilkeleri. Eğer, ikisinin arasındaki denge ‘büyütücü’ mahiyette olmuşsa, eh, sorun yok; ama ite kaka yol alınmışsa bir yerde (taşıma gücünün el vermediği yerde) ‘buhran’ yaşanacaktır. İşte, ‘ruhsal gerileme’ (‘regression’), o noktada ortaya çıkan bir savunudur: Verili kendilik donanımının baş etmekte zorlandığı güncel/nesnel zamandan (kırılma yaşanan ândan), nesne ile ilişkinin daha doyumlu yaşandığı evreye rücu. Sözgelimi, şu ya da bu kaybın (aşk, meşk, vs.) yaşattığı kırılmayı (karşılık bulmayan aşk, yatırımın hüsrana uğrayışı) alkole sığınarak telafi etme çabası (anne memesine imgelemsel eşdeğeri üzerinden dönüş), bir ‘oral regresyon’ örneğidir.

Muhtelif tezahürleri içinde ‘gerileme ve sonuçları’, nasıl, erişkin hayatında –zaman ve zemin kayıklığı ile- sırıtan (‘semptomatik’) bir tavırsa; toplumların, güncelin nesnelliğine uygun –yapısal/işleyişsel- yanıtlar üretemedikleri buhran noktasından mazinin doyumlu/müreffeh evrelerine dönme eğilimi (bit pazarına rağbetle ‘restorasyon’ gayreti) de öyle bir şeydir.

2) Cumhuriyet’e, Tanzimat’ın ‘modernleşme’ kapısından yola çıkarak geldik. Batı karşısında yenik düşen Osmanlı, hayata tutunmak için ‘Batılılaşma’yı yol bildi. Şöyle söyleyelim; ‘Batı’yı/ ‘modernleşme’yi hazırlayan, ‘ulusal/modern’ kurumları ile ‘burjuva demokrasi’ni talep eden ‘sermaye’ sınıfının (feodalite/aristokrasi karşıtı emekçi güçlerle işbirliği içinde) yükselttiği siyasi bir talep ve mücadele olmuşken; bizdeki modernleşme, pazara ayak bağı olmamak ve ayak altında kalmamak üzere uygun kurumsallıkları -el mecbur- ihdas etmeye tekabül etmiştir. Bir başka deyişle, ‘klasik’ çağı boyunca evrensel kabul görmüş (monarşik ve İslami esaslara dayalı) devlet, geleneksel kurumları ile yozlaşmış (Batı’nın ‘Şark Meselesi’ diye andığı hal), kendini ‘dışarı’nın taleplerine uydurarak ayakta kalmaya çalışmaktadır artık. Meselenin bizdeki muhatabı (aristokrasiyi tasfiyeye soyunan burjuvazi değil) yönetici zümrenin (saltanat erbabının) kendisidir. Dolayısıyla, modernleşmenin daha da merkezileştirdiği idari yapı içinde yönetici zümrenin zenginliği bâki kalmış (modernleşmenin mürüvvetinden istifade edilmiş), lakin, -iktisadi ve hukuki boyutlarıyla- toplumsal ilerlemenin önü kapalı kalmıştır. Taner Timur, dönüşümün ‘sınıfsal’ mesnetsizliğine şöyle değinir: “Osmanlılarda olmayan ‘ulusal burjuvazi’ değil, ‘Müslüman burjuvazi’ idi. Buna karşılık kapitalizmin ilk koşullarından biri olan parasal sermaye sahibi Hristiyan ve Yahudi burjuvazi mevcuttu. (…) Cemaatçilikten ulusçuluğa geçildiği ve modern ulusların kurulduğu bir dönemde reformcu kadrolar, Müslüman yönetici zümre ile Hristiyan-Yahudi burjuvazinin sentezinden oluşmalıydı. Böyle bir sentez ise ister istemez Osmanlı kast ayrıcalıklarını ortadan kaldıran ve kanun karşısında eşit bir ‘vatandaş’ statüsü yaratan laik bir hukuk düzeni gerektiriyordu”. (9)

Osmanlının nihai tavrı (eşyanın tabiatından mülhem), o değil, ‘gayri Türk ve Müslüman’ unsurları temizlemek, zenginliklerini gasp etmek olmuştur. Timur bu meselelere girmiyor; ama Cumhuriyet’in de aynı zihniyet ve devşirilmiş zenginliğe yaslanarak ‘modernleştiğini’ unutmayalım. (10)

**

1) Osmanlı Kimliği/ Taner Timur, hil y., 1986.

2) A. g. y., s. 159.

3) A. g. y., s. 23.

4) Kilise okullarına ‘scolae’ dendiği için, dinsel kaynaklı eğitim de ‘skolastik eğitim’ olarak anılmıştır.

5) Eskil Yunan’ın ‘kutsal kitap’ı yoktu. İslam uygarlığı, böylesi bir kültürün felsefi dünyası ile tanışıp kendi kutsalını felsefi (‘neoplatonist’) zeminde ele almak suretiyle, kabaca 9-12. yy. arası kendi rönesansını yaşadı. Farabî, İbn Sîna, İmam Gazali (9. yy.) ve o kaynaktan beslenerek müstesna bir örnek olan İbn Haldun (14. yy.) söz konusu rönesansın içinde anılabilirler.

6) ‘Osmanlı Modernleşmesi’ diye anılan ‘Gülhane Hattı’ (1839), ‘Islahat Fermanı’ (1856), ‘Kanun-i Esasi (1876, I. Meşrutiyet) ve II. Meşrutiyet (1908), toplumsal nesnellik ve ilerlemenin karşılığı değildir. Esasları itibarıyla ‘çökmekte’ olan bir devletin (‘Şark Sorunu’) ayakta tutulması kaygısı ile sığınılan ‘zahiri’ düzenlemelerdir. Dönemin münevveri de, belli bir nesnelliğe itibarla devleti dönüştürmeye soyunan kişi değil; devlet olma aklını yeniden üretme (devletine sahip çıkma) çabasında olandır. Kanımca, Cumhuriyet’te de durum değişmemiş, aynı zihniyetle kendini tesis eden devlet, ‘ideolojisi’ni üretmek üzere ‘aydın’la teşrik-i mesaisini sürdürmüştür. Bu durum, en geniş yelpazesi içinde ‘sol’un, ‘devlet-birey’ ilişkisi bağlamında, demokrasi ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve eşitlik temelli siyasi mücadeleye uzaklığının da bir açıklaması olmalıdır.

7) Ankara’da yüzü aşkın kişinin ölümü ile sonuçlanan bombalı saldırının bir gün öncesinde Rize’de düzenlediği (‘terörü lanetleme’) açıkhava toplantısında, “Oluk oluk hepsinin kanlarını akıtacağız,” diyen Sedat Peker, ‘Barış İçin Akademisyenler’ inisiyatifinin bildirisi üzerine de, kendi internet sayfasından, ‘terör ve düşman ülkeler hedeflerine ulaşıp’ devleti işlemez hâle getirdiklerinde, ‘vatan evlatları’nın görevi üstleneceğini ve ‘dağdaki teröristler’den önce bildiriyi imzalamış olan ‘gerçek tehlike’ unsurlarından “intikamlarını … MÜSLÜMAN TÜRK’e yakışır bir şekilde alacak”larını ve ‘kanlarıyla duş yapmayı da unutmayacaklarını’ ifade etmişti. Öte yandan; ‘karanlık ve tiksinç’ ‘sözde aydınlar’ı ‘milli hınç’a hedef gösterenlerin, bu ‘kan banyolu’ tehdit diline, ‘Hop, bi’ dak’ka, o kadar da uzun boylu değil’ yollu bir mukabeleleri de olmadı.

8) Edward Said’in, bizde, Entelektüel/ ‘sürgün, marjinal, yabancı’ (Representations of The Intellectual [‘Entelektüelin Temsilleri’, 1994]) başlığı altında yayımlanan ‘1993 Reith Konferansları’nın, ‘İktidara Hakikati Söylemek’ bölümünden birkaç alıntı ile bitirmek isterim ‘Notlar’ öncesini: “Bir başka deyişle, sözün gerçek anlamıyla entelektüel, kendini tamamen bir hükümetin siyasi hedeflerine, büyük bir şirkete ya da kafaları aynı biçimde çalışan profesyonellerden oluşan bir loncaya teslim etmiş bir memur ya da işçi değildir” (s. 83) … “Entelektüelin tek dayanağı ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğüdür: Bu özgürlüğü savunma hattını gevşetmek veya dayandığı temellerden herhangi birinin kurcalanmasına göz yummak entelektüelin işine ihanet etmesi demektir” (s. 85) … “Oysa burada söylememiz, söyleyebilmemiz gereken şey, entelektüellerin aşırı hatalar yapan iktidara yaltaklanarak hizmet ettikleri için entelektüel vasıflarını yitirmiş profesyoneller değil -yinelersek- sonuç olarak iktidara hakikati söylemelerini sağlayan alternatif ve daha ilkeli bir duruşu olan entelektüeller olduklarıdır” (s. 91) (çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Y., 1995). Kuşkusuz, -meselemiz itibarıyla- ‘akademisyen’in ne kadar ‘entelektüel’ olup olmadığı da sorgulanmaya değerdir.

9) Osmanlı Kimliği/ s. 163.

10) Bu minvalde bir okuma için, bkz., ‘Barışı Iskalamak’, Birikim Güncel, 29 Ekim 2015 ve https://haluksunat.com/ ‘Kitaplaşmamış Yazılarım/ Siyaset-Felsefe’ içinde.

(Mart 2016’da Varlık dergisinde yayımlanmıştır.)