Gelirsen slogan at
Ama inanın ki çok özledik be çocuklar… “Uğur, Ceylan, Ali İsmail, Berkin, Dilek, Veysel...” sizi çok özledik…
Okşan Dede
Sonbahar için ne şarkılar yapıldı, ne şiirler yazıldı, ne romanlar çok satanlar listesine girdi, ne filmler festivallerde en iyi seçildi. Acı aşklar, kederli dostlar, evladını özleyen anneler, yakın gözlükleri ile kardeşine mesaj atmaya çalışan evin büyük ağabeyleri, kış sebzeleri ile kapıdan giren babalar, sararan yaprak güzellemesi, asabileşen deniz destekli rüzgâr methiyesi… Hüznü kendinden menkul bir mevsimdir sonbahar. Esasen kimseciklerde insanın seratoninden yoksun bırakılmasını, yani bu mevsimin neden neşe mahrumiyeti ile anıldığını bilmez. Benim için sonbahar, hurcumun içine sıkıştırdığım kışlıklarım arasından, yorgandan hallice hırkamı bulup çıkarmamdır. Bir de hepimizin kalıcı ve yalın konformizmi olan koltuk üstü uyuyakalmalarda, kolumun üşüyüp, beni uyandırmaması için yatak nevresiminden bozma bir battaniyedir…
Amma velâkin geçen sene bu vakitler Sonbahar benim için kolunu testereye kaptırmış bir işçi, dişleri dökülmüş bir devrimci, kızlık zarı patlamış 13’ünde bir kız çocuğu, ekinlerine ateş düşmüş bir köylü, topladığı atık kağıtların üzerinde uyuyakalmış bir mülteci, feryadı gövdesine bağdaş kurup oturmuş bir ana, mundar bir et, zifte düşmüş bir ekmek, kaynağına fabrika artığı dökülmüş bir su, bütün askerleri öldürülmüş, bütün şehirleri yağmalanmış, bütün kadınlarına tecavüz edilmiş, köhne, acıklı, devrilmiş bir krallık gibiydi… İşte bu kadar yıkıcı, bu kadar kesici, bu kadar kalbimin orta yerine gökdelen inşa edilmiş gibi nefessizdi! Geçtiğimiz yıl tam da bu zaman dilimine tekabül, güneşin veda mektubunu ellerimize tutuşturduğu, soğuğun çay içmeye deyip, yatıya geldiği günlerdi… Küçük Armutlu’da, evinin koridorunda, odasının kapısına omzunu dayamış, gri alt eşofmanının üzerine, alelacele geçirdiği hırkası ile öylece duran bir kız çocuğunu, 19’undaki Dilek Doğan’ı şebnem tazeliğindeki göğsünden vurdular! Yere düştü kardelen akındaki yüzü, zifir saçları kokuşmuş postallarla kirlenen halıya değdi ve bir anne bağırdı; “Kızımı Vurdularrrr! Kızımı Vurdularrr!” Dilek’i vuran kurşundan saçılanlar gelip bizi de ciğerimizden vurmuştu, sıçrayarak uyanmıştık uykularımızdan. Gün daha doğmadan, al bir aydınlık düşmeden şehrin üstüne, sanki ellerini çabuk tutar gibi karanlığı baki kılmışlardı! Dilek’in tomurcuk gözlerindeki karaltı bizim fenerlerimizi de söndürmüştü. Bu hiçbir şeye benzemiyordu… bu acının bir kullanma kılavuzu yoktu! Çok geçmedi vurulma görüntülerini anlı, şanlı, kıvançlı bir eda ile servis ettiler! Göğsünden vurdukları çocuğu, göğüsleri kabara kabara izlettiler! İşte o gün, aceleden elime gelen meyve bıçağını alıp, ayakkabılarımın arkasına basarak, koşar adım, boynuma bir pankart asıp, fildişi kulenin önüne gidip; “Bugünlük ölüm kotanı benimle doldur! İlişme çocuklara!” deyip, oracıkta boğazımı kesmek istedim. Boynumdan akan kan, onların ulvi betonunu kirletirken, Dilek uzaktan bir yerden bana gülümsesin istedim. Belki yeterdi, belki bir müddet öldürmezdi çoluk çocuğu dedim fakat yapamadım, yapmadım! Ölüm, ölümle avunmazdı çünkü aksine çiçeklenir, dal verip budaklanırdı. Ama eminim o zaman, o dakika, o an ki o his, herkesle duygudaş olduğum bir histi. Zira artık birbirimizi acılarımızdan, kıyımlarımızdan tanıyoruz. Bir yerde kahve içmişliğimizden, aynı masada sütlaç yemişliğimizden, aynı konserde nakarata eşlik etmişliğimizden, aynı insanın doğum gününe hediye seçmişliğimizden, aynı filmi yetersiz buluşumuzdan falan değil, yani bu kadar dünyevi, daha olasılığı kuvvet bir durumdan değil, aynı yürek yangınımızdan, aynı kahırdan, aynı biçarelikten tanışıyoruz. Biz sloganların tanışıyız… O görüntüleri izledikten sonra siz de içerleyip, murat etmediniz mi? Bir fırtına kopsa, toprağı yerden kaldırıp gök ile birleştirse, yeryüzü dayanamayıp bu kıyıma adaleti sağlamak için tüm kıyamet gereçlerini kullansa! Bu ülkede kandan yapılmış ne kadar kule, zulüm motifli ne kadar resmi kurum varsa bir yangına kurban gitse! Ertesi gün doğa ananın dış güçlerle bağlantısını anlatsa haber kanalları… Kötülüğü kendi derisinden dökülen bir şey gibi görmeyip, devlet dairelerinin girişindeki kırmızı halıyı ıslattığı için şiddetli yağmurun dış mihrak kaynağını araştırsa. Yok, insancığım yok, bizzat sen, devlete kayıtlı silahınla vurdun o çocuğu… Yine de nasıl? Nasıl kıydın diye? Sorası geliyor insanın… Etle, kemikle vücut bulmak insan olmanın şeceresi olmadığını anladık da, o tüfekte mi, o kuşunda mı demedi ben bu çocuğun yüreğine yuva yapamam diye… Öyle vazgeçtik ki insani bir emare görmekten… Objeden, makineden, insanın ürettiği aletten medet umar olduk…
Peki, biz şimdi ne yapacağız? Sırtından bile değil, yüzünü yüzüne dikerek vurmuştu bir deccal Dilek’i… Bir yıldır içimiz ağrıyor sorduklarında grip diyor, geçiştiriyoruz… Bir yıldır Dilek’in kalbini avucumuzda taşıyoruz… Yaramız ara ara kanıyor, tuz basıyor, sirke ile yıkıyor, ovalıyor, dudaklarımız kabuklaşana kadar üflüyoruz ama geçmiyor… İşte o vakit ben çığlık yerine slogan atıyorum! Payımıza düşene dövünmekle bitiremedik ki ölümleri bilakis ölüm, ölümle çoklandı. Yaşamanın ağırlığı omzumuza sarp bir kayalık gibi çökse de slogan atmaya devam etmeliyiz…Çünkü biz birbirimizi sloganlarımızdan buluruz…Fikrimizin dara düşmesine, aklımızın bir dehlize sığınmasına izin veremeyiz…Yoksa Dilek’in, tüm o çocukların ölümü her gün görüp, anlamsız baktığımız bir sehpa aksesuarı olarak kalır…Ölümün buza kesen ıslığı ile vicdanımızı ele geçirip, denetim altına almaya çalışanlara inat, insani diriliğimizi göstermek için slogan atacağız… dudaklarımız morarana, ağzımızdan irin akana, dilimiz lal olana kadar slogan atmalıyız… Mesela “Sizi çok özledik çocuklar” demeliyiz… Sonra bunu duyan, elindeki işi gücü, meşgaleyi bırakır, gelip sloganımıza ses olur belki… Öyle gür, öyle derinden bir yerden atarız ki sloganlarımızı zalimin kulağı kanar, kendi sesini bile duyamaz olur… Başka türlü dinmez bu sızı, iyileşmez bu cılk yara… Ama inanın ki çok özledik be çocuklar… “Uğur, Ceylan, Ali İsmail, Berkin, Dilek, Veysel...” sizi çok özledik… Bir gün olur ya, döner gelirseniz slogan atın biz, belki milyonlar, belki tüm ülke duyar, aşağı ineriz…