Vicdanlarınızın ayarlarıyla oynayın!
Henüz yasaklanmamışken ziyaretlere ve buluşmalara gidin, gidelim… Semavi olana inanmasak da, okutulan mevlitte saf tutalım. Bizim elimizden gelmiyorsa da komşumuza pastaneden aşure ısmarlayalım. Bir hafta sonu barlar sokağındaki planı iptal edip, Avcılara, Cafer’in kafesine gidip açma yiyelim.
Okşan Dede
Yapımına yeni başlanmış bir yol gibidir yazmak. Şeytani dozerlerin, vinçlerin arasından, beton tozunun damağına yapışmaması için canhıraş geçmeye çalışır, yoluna çapaksız devam etmek istersin. Tam da böylesi bir pratiğin, kalemde minimalleşmiş halidir yazmak. Ağır sanayi işçilerinin kafanızda çalıştığını bir düşünün… Kafanız izbe bir fabrika ama mesai saati bitimi, öğle yemeği arası, tuvalet molası yok! Özel mülkiyet aracının sahibi olan göbekli, kel adam yani patron kapitalizmi ölümsüzleştirmeye yemin etmiş bir zebani! İşçileri de makineleri gibi kendine zimmetlemiş, bir el yordamıyla onların da durmasını ya da çalışmasını sağlıyor.
Bu metafordan yola çıkarak diyeceğim o ki; dış dünyanın izlekleri ve kaosu göbekli, kel, nursuz patron, bunları bir araya getirip, hammaddelerine göre ayırıp, organik bağına göre birleştirmeye çalışan ise boynumuzun üstündeki o uzuv, yani beynimiz! Senaryo yazımı kitap, roman, makale yazmaya benzemez. Sana yazmanı salık veren, tıpkı o fabrika sahibi gibi cümlelerini de hegemonya altına alma hakkını görür. Çünkü dizdiğin her diyalog için sana para ödüyordur! Çikolata aromalı sigarasını içerken okuduğu senaryonun üstüne sayısal loto oynar gibi işaretlemeler yapar, sonra tahrip edilmiş tüm o sözcükler sana geri döner. Bazıları sakıncalı olduğu için, bazıları rating aldırmayacağı düşünüldüğü için, bazıları da tamamıyla keyfe keder karalanmıştır ve o siyah giyimli, porselen dişli, biteviye diyet yapan patron der ki bunları yeniden, benim kaidelerime göre yaz! Siz artık yeni kelime nasıl üretirseniz üretin! Kilere dalıp, idarelik kullanmaya çalıştığınız ne kadar cümle varsa harcamak zorunda kalırsınız. Belli bir saatiniz yoktur. Memuriyetin 17’den sonra binilen servislerine binme hayalim, uzay gemisine binme hayalimden daha üstte olmuştur hep o yüzden. Gece 02.00’da çalan bir telefon, gelen bir mail ile uyanabilir, sabaha, çekime istenilen yeri revize etmek için ense kökünüzden akan ter, sırtınızdaki ter ile kavuşana kadar çalışırsınız. Şimdi sorarım size; Ağır sanayi işçisi ile müşterek yanlarımız muhtemel değil midir?
Kan ter içinde kalan aklımın iyi bir tatile, cümlelerimin pansumana ihtiyacı vardı. O sebeple iki nokta sonrası başlayan kelimelerimi çekaptan geçirip, reçetenin öngördüğü şekilde kullanmaya karar verdim bir müddet. Diyalogdan bitap düşen her bir harf için, betimlemenin en iyi tedavi yolu olduğunu öğrendim bu sayede. Düz yazının sokağına girip, ne var ne yok? Bir tanıdık görür müyüm derken oranın benim doğup, büyüdüğüm sokak olduğunu anımsadım. Senaryo yazımı ise, mecburi, iş ve aş amaçlı taşındığım bir sokaktı. Özellik de dizi senaryosu, mozaik taşlı evimi bırakıp, kentsel dönüşümün atası TOKİ’lerden birine taşınmak gibiydi. Yıllardan sonra evime dönmüş olmanın huşusu içindeyim anlayacağınız.
Bu kadar dertleşmeden sonra sadede geleyim; En son yazım olan, Dilek Doğan için kalem oynattığım yazım, “Gelirsen Slogan At” tarafınızca okundu, okutuldu. Zaten her yazı kamulaştığı an yazanın mülkiyetinden çıkar, umumileşir. Sonrasında aldığım geri bildirimler pırlanta tozu gibi başımdan aşağı döküldü desem mübalağa etmiş olmam. Ama akşam alacasına müteakip, nikotin kokusu nispeten azalsın diye iğde kokulu mumu yakmış, çay demlemeye gidiyordum ki telefonum çaldı. Arayan Metin Amca idi. Metin Doğan, Dilek’in babası. “Okşan ablam müsait misin?” dedi. Ben; “Ne demek Metin amca lütfen buyur” dedim. Metin Amca; “Yav yazını duyduk. Geceden beri bizim gençler okumuş, bugün de benim oğlanlar birkaç yerden duymuş, şimdi hep beraber oturduk bakıyoruz. Arayıp bir teşekkür edelim dedik. Biz sizin gibi güzel laflar kuramayız ama çok sağ ol yav..Ne güzel anlatmışsın kızımı..” dedi ve devam etti; “Hoparlör de açık bilesin… evdekiler de tek tek teşekkür ediyor.” Dedi. Ben; “Asıl ben teşekkür ederim amcam. Ne gurur bir bilsen sizin beğenmeniz… Üstelik beni de unutmamışsınız”. Dedim. Metin Amca; “Unutur muyuz ablam? Kapıyı ben açmıştım hatta. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak sarıldın boynuma. İçim yanıyor ama teselli vermeye değil, yangınınızı paylaşmaya geldim demiştin. O lafını bile kelimesi kelimesine hatırlıyorum. Keşke herkes senin gibi duyarlı olsaydı, bizi böyle yalnız bırakmasalardı…” dedi.
O an boğazıma levye sokulmuş gibi soluksuz kaldım. O cümleden sonra akşam, şehre değil sanki benim tepeme çökmüştü ve ben altında kalmıştım. Metin Amca yüreğine yeniden neşter vurulacağını bile bile yazımı okumuş, bir kez kapısını çaldığım için ahde vefa göstererek, arayıp teşekkür etmişti. Kendi üslubunca, burjuva resmiyeti olan, hanım, hocam sözcüğünü kullanmadan, kendi meşrebinin saygı anlayışına uygun “ablam” diyerek sahici sahici konuşmuştu. Ne o kapıyı çalışımı ne de kurduğum cümleyi unutmamıştı. Bizim, anahtarlarımızı dahi evde unuttuğumuz bu zamanda metin amca, bir yıl evvel kapısının çalınışını, gelen o yabancıyı, beni unutmamıştı. Sonra bir sanrı gibi ben de hatırladım o günü. Kasım ayıydı. Kar, atıştırmalık düşmeye başlamıştı dam altlarına. Kazağımın kollarını ellerimin hizasına çekiştirmekten sündürmüştüm… Küçük Armutlu’nun devlet girmemiş, asfalt dökülmemiş sokaklarında, bilekten kesme botlarım ağzına değin çamur olana kadar anca gitmiştim evlerine. O günden sonra da bir daha kapılarını çalmamıştım. Bu gerçek, yolundan seken bir taş gibi gelip alnıma vurmuş, beni yere düşürmüştü. İyi de biz ne ara bu kadar yalnızlaştık ve yalnızlaştırdık?
Geçmişin kutsiyetinden söz etmeyeceğim elbette ama birtakım kaygılarımız vardı bizim. Onlarda mı ilerleyen zamanın yenilgisine uğrayıp, çekmecelere kondu? Üst modeli çıkınca değersizleşen teknolojik bir cihaz mı belledik onları da? Türleri tükenince fosilleşip, toprağa mı karıştılar yoksa? Bir izahat, bir determinist yaklaşım bulmaya çalışıyorum ama yok! Ölü evini sarıp sarmala vardı bir zamanlar. Hiç boş kalmazdı cenaze evi. Evinde hiçbir şeyi olmasa, sana yağından yaptığı bulgur pilavını kapıp gelirdi konu komşu çünkü ölüsü olan insanın yasından gayrı bir derdi olmasın istenirdi. Mahalleli bir süre müzik çalmaz, hatta televizyon bile açmazdı. O yaraya derman olamasa da ortağı olur, yas tutanın acıdığı yerden acırdı. Sistematik bir döngü olarak eskiyi nağmelerle yâd etmeyeceğim ama eskinin tavrını kucaklayacağım izninizle. Biz onları yalnız bırakmış, kendi kederlerine tayin etmişiz. Bu cümle sizi de delip geçmedi mi? “Bizi yalnız bırakmasalardı…” Twitter’dan 140 karakterli cümleye desteğimizi sığdırmış, vicdanlarımıza oh çektirmiştik. Peki, kaçımız bir poşet mandalina alıp, ziyaret etmeyi düşündü o aileyi? Kaçımız Berkin’in 40 lokmasına yetişmeye çalıştı? Ne kadar da vakit ayıramayacağımız işler bunlar değil mi? Her olay sonrası Galatasaray Lisesi önünde, devletin kolluk kuvvetleri ile lacivert karakol ördüğü, yine devletin icap ettiği kadar ayırdığı zaman dilimi ile basın açıklaması yapıp, biralarımızı içmek üzere dağıldığımız o eylemler mi iyi geliyor vicdanınıza? Veyahut Kadıköy’de Boğa heykelinin orada, renkli bir iki pankartla, silik bir iki sloganla mı arındırıyoruz vicdanlarımızı? Taksim ve Kadıköy’den gayrı köy bilmeyip, ölüleri öldükleri yerde, yaralıları neden evinde ziyaret edip, anmıyoruz?
Geçenlerde Ankara Garı katliamında bir bacağını kaybeden ve çeşitli organlarında muhtelif yaraları olan sevgili Cafer Altun’un yanına gittim. Avcılarda bir cafe açtı Cafer. “Şarlo Cafe”. Olmayan sol bacağına rağmen, merdivenleri olan ve her gün oradan inip çıktığı bir cafe. Sonra sordular bana; Avcılara nasıl gittin? Çin Seddini geçmişim gibi, ona muadil bir soruydu inanın ki? Çok kolay gittim. Metrobüse atladım, Telefondan Pink Martini’yi açtım, arkamdaki kadının sırt çantası iteleye iteleye gittim. Bu sual bana göre sorulabilecek en vahşi sualdi. Whatsapp’tan “naber? İyiyim, senden naber? Benden de iyilik” türünden bir iletişim biçimiyle olmaz bu işler. 140 harflik, cnm’lik, slm’lik giderek daha marazileşerek kısalan diyaloglarla da olmaz. Zamanla etnolojik kaynaklarda, bir halk geleneği olarak anılacak olan basın açıklamaları harici yapacak hiçbir şeyimiz yok mu gerçekten? Bence var; Cafer’in kafesine gidip, bir çay içip, kaşarlı tost yemek de eylemdir, Dilek’in ailesine bayram ziyareti de eylemdir. Üstelik bunları yaparken polis kordonu, yolu kapatmış TOMA, her an atılmaya ayarlı biber gazı falan da yok! Kendimizi kandırmayalım! Bu cümleleri böyle savruk sarf ederken kendimi de hiçbirinden muaf tutmuyorum.
Vicdanlarımızın tez elden bakıma ihtiyacı var. Yeni bir şeyler yapmaya, yeni eylemlilikler geliştirmeye ihtiyacımız var. Vicdan kaybı öyle çorabın tekini kaybetmeye benzemez yani birkaç gün sonra komodinin altında bulamazsınız onu. Kendimizce rasyonel ve yeterli olduğunu sanıp, aslında sanal olan vicdan ağartma hallerimizi de gözden geçirmek şart! Yoksa bir kere körleşip, karardı mı vicdan çamaşır suyuna geceden bassanız da ağarmaz, paklanmaz. Bütün teknolojik aygıtların güncellenmeden işe yaramadığı bu vakit de lütfen vicdanlarınızı eskileştirin. Bu çağın enformasyon olanaklarına göre dizayn etmeyin, sıfırlayıp yeniden başlatın. En saf ve işlenmemiş haline getirelim vicdanlarımızı. İnsan olmanın ama sadece duyular ve hassasiyetimizle, öğrenilmiş olmayan dürtülerimizle baş başa kalmanın gücünü görelim. Bizi, bu ülkenin başımıza açtıklarından Devrimci vampirler, Anarşist zombiler, Çevreci cadılar ya da Marksist Süpermenler kurtarmayacak emin olun. Biz, salt insan olmanın kazancı olan süper gücümüzle meydan okuyacağız.
Henüz yasaklanmamışken ziyaretlere ve buluşmalara gidin, gidelim… Semavi olana inanmasak da, okutulan mevlitte saf tutalım. Bizim elimizden gelmiyorsa da komşumuza pastaneden aşure ısmarlayalım. Bir hafta sonu barlar sokağındaki planı iptal edip, Avcılara, Cafer’in kafesine gidip açma yiyelim. Bir akşam televizyon izleme rehavetine düşmeyip, bir paket pötibör bisküvi alıp, Küçük Armutlu’ya Metin Amcalara gidelim. Dilek’in vurulduğu o koridordan geçip, üstüne polar geçirilmiş koltukta havadan sudan sohbet edelim onlarla…