Varolmamanın dayanılmaz ağırlığı
Başörtülü ve mini etekli gelinimiz sadece büyük dünya gösterisinde kendisine bakılan varlık olmanın büyüsüyle hareket etmiştir. İzleyici konumundan izlenen konumuna ekran üzerinden gelebilmek, onun yaşamsal varlığını hissetme isteğinin sadece bir yansısıdır.
Tufan Bozkurt
Yirminci yüzyıl düşününün önemli simalarından Jacques Lacan, “Biz, dünya gösterisinde, kendisine bakılan varlıklarız” derken, imgeselliğin simgesellikten kopuşuna göndermede bulunur. Dolayısıyla bugün, imge diye isimlendirdiğimizi kaybeden insan, simgeyi yaratmakta zorlanır pozisyondadır. Hasılı imge halinin eksikliği, sağlıklı bir simgesellik bahşetmez. Unutmamak gerekir, tahayyülün olanaksız olduğu yerde imge yoksa, simge bir gerçeklik değil, olsa olsa bir hayal ürünüdür ya da size dayatılan “gerçekliktir”. Haliyle görünenin, “gerçeklik” olarak ifadelendirildiği sosyal koşullar altında imge eksikliği, görünende benliğini bulmaya çalışır. İmgeden simgesele geçişin törpülendiği ilişkilerde görünene, kişiler daha fazla anlam yüklerler. Eksik imgeli insan, çok sayıda simgeyle yaşamını donatmış durumdadır.
Görünen, imgeden simgesele geçişin temsili olmadığı yaşantımızda bir gerçeklik olarak insanın karşısına dikilirken, insanın bir uzantısı işlevini görür. İnsanlar karşılaştıkları kişiler ve nesnelerde kendilerini aramaya başlarlar. Bu iyi olandır; çünkü burada bir tahayyül istemi azda olsa vardır. Genellikleyse, buna ihtiyaç olmadan kişiler yaşamlarını sürdürürler. Çoğu zamanda aramalarına gerek kalmadan, karşılaşmaya ihtiyaç duymadan onlarda kendilerini bulurlar. Bu, eksik insanın büyük kötürümselleşmiş boyutudur: Hayata her zaman bir gösteri olarak bakmak ve sürekli kendini görmek…
Burada büyük bir varoluş sorunu göze çarpar. Varolamamanın dayanılmaz sıkıntısı, ileri ki aşamalarda bireyin sürekli kendisini özdeşleştireceği kişileri ve nesneleri aramasından geçer.
Türkiye gibi ülkelerdeyse, bu özdeşleşme kronik bir kaba güldürü sorunudur. Bu sorunun Türkiye gibi ülkelerde kronik bir kaba güldürü meselesi olmasının en büyük nedenlerinden birisi, Türkiye’nin coğrafi ve sosyal manada Ortadoğu’nun içerisinde yer almasından kaynaklanır. Osmanlıdan Cumhuriyete geçişte her yönüyle Ortadoğu’dan uzaklaşılma derdi olsa da, Cumhuriyet rejiminin kendisine rehber eylediği Batılılık istemi, Ortadoğu toplumlarının yaşamış olduğu çelişkilerin farklı yerde duran tezahürleriyle boğuşma halidir. Aslında ikisinin insan varoluşu noktasında yaşadıkları aynıdır. Zaten Lacan’da en başta belirttiğimiz gibi, “Biz, kendisine bakılan varlıklarız” derken, Batı toplumlarının incelenmesi üzerinden bir düşünce geliştirir. Ama Lacan’ın tespitinin salt Batı insanına yönelik bir incelemeyle oluştuğu ve bunun diğer coğrafyalarda yaşayan insanların yaşam biçimlerine yönelik bir sav olamayacağı doğru değildir.
Türkiye’de de Cumhuriyet rejimi Ortadoğu’dan kaçmaya çalışırken, kavrayamadığı Batı toplumunun geri yönleriyle, Ortadoğu toplumunun geri yönlerini hızla bütünleştirmiştir. Evet, ortada bir gelişme vardır. Lakin bu gelişme, insanın gelişmesinden öte, onun imgesellik kavrayışının daha çarpık dumura uğramasında görünür olmuştur. Büyük bir şekilsizlik görünürlüktedir. Her haliyle ne Ortadoğulu ne de Batılı olamayan bir toplum açığa çıkmıştır. Günlük yaşantımızda bunu birçok biçimde deneyimliyoruz. En başta medya araçları insanın bu görünür olma ve kendisini izleme istemenin çarpıklığını olağan tarzlarda verirler.
Böylece toplumsal düşüncelerin uzlaşılmaz, ama yanlış kavrama biçimlerinin göstergeleri de karşımıza çıkıyor. Örneğin, yakın zamanda Gelin Evi adlı yarışma programının bir bölümünde başörtülü ve mini etekli kadının görüntülerini toplumun büyük bir çoğunluğu dinine yapılmış ayıp, diğer bir kısmıysa, dini düşüncenin geldiği aşamada iktidar üzerinden yozlaşmasının teşhiri olarak görüyorsa, her iki taraf adına büyük bir sorun var demektir. Gelinen aşamada yarışmacımız olan başörtülü ve mini etekli gelinin aslında hiçbir suçu yoktur. Zati bir yönüyle suçu gerektirecek bir hareketi yoktur. Başörtülü ve mini etekli gelinimiz sadece büyük dünya gösterisinde kendisine bakılan varlık olmanın büyüsüyle hareket etmiştir. İzleyici konumundan izlenen konumuna ekran üzerinden gelebilmek, onun yaşamsal varlığını hissetme isteğinin sadece bir yansısıdır. Arada pek de bir fark yoktur.
Ne var ki, onun bu hareketi üzerinden siyasetini aklama ya da siyasetine yanlış yapıldığını farz etme çarpık simgeselliğinde yanlış kavrandığının göstergesidir. Başörtülü ve mini etekli gelini anlama zahmetine hiç mi hiç girilmez. Ancak yarışmacı gelini oraya çıkaran tam da o görünen gerçekliktir. Medya ve teknoloji araçlarının çarpık simgeyi görünür pozisyonda gerçeklik olarak yansıladığı yerde, yarışmacı gelin yalnızca kendi yaşam pratiğinin içeriğinde ve onun haricinde ekranda olmak istediğidir.
Medyanın verdiğini gerçeklik olarak belleyen toplumun itirazıysa, bir yönüyle kendi izlerliğinin görünür olmamasından ötürüdür. Diğer yönüyle dünya fikriyatının görünürlüğünün yanlış yansıtılmasınadır. Tabii! ekranlar yanlış yansıtmaz, ekrana çıkan gelin ve benzerleri suçludur. Tahayyül gücünü kaybetmiş eksik insan için zoraki suçlanacak olan kaybolmuş izlenirliği, dini törensel bir aşamaya getirmiş olan ekran değildir. O da oraya gömülmek isteyendir. Başörtülü gelin de biraz sonra aklanarak unutulur; çünkü ellerdeki akıllı telefonlarla yapılan selfi çekimleri, özçekim olarak özün yansıtılmasıdır. Başörtülü gelinin anlaşılmasıdır. Hepimiz aynı zamanda hangi düşünce kalıplarında olursak olalım benliğimizde oksimoronu yaşatma ihtiyacı duyan varoluş çabasındakilerizdir ya da onu çoktan yitirmişizdir.