Musul operasyonunun 'gayri resmi'liği
Siyasal benlik kazanan 'eylemci' aktörlerin günü geldiğinde otoritelere yönelik bir baskı unsuru olması kaçınılmaz. Velhasıl, Sykes-Picot ruhunun Kürdleri terk edeceğine dair önemli ip uçları var...
Hatice Özhan
IŞİD’in bölgeden “temizlenmesi” için çeşitli aktörlerin içerisinde yer aldığı Musul Operasyonu farklı detayların da görülmesine ayna tuttu. Operasyona dahil olan tüm aktörlerin resmiyette mutabık kaldığı amaç elbette ki IŞİD’le mücadele ancak operasyonu bir fotoğrafa benzetmek gerekirse eğer bu fotoğrafın, içerisinde görülmeye ve yorumlanmaya değer kimi “gayri resmi” detayları ve amaçları da barındırdığı fark edilir. Fotoğrafın tamamı her ne kadar IŞİD’le mücadele şeklindeyse de, biraz daha sesli düşünmenin bizi götüreceği noktanın, orada yürütülen mücadelenin sadece insanlık için olmadığıdır. Fotoğrafın çerçevesini belirleyen ana hususlardan biri, yayılmacılık hedefi olan dış ve iç ülkelerin iştahını bu yeni dönemde kabartan bir coğrafyada oluşan krizi bitirerek ya da aza indirgeyerek beraberinde de, aralarındaki pay kapma mücadelesini de bu süreç içerisinde verebilmek ve bir pay almaktır. Bu çıkarsama sadece anti- emperyalistlerin elde edebileceği türden bir çıkarsama olmayıp, hangi anlam dünyasına ait olursa olsun neredeyse herkesin hemfikir olduğu bu çıkarsamayı yazarak derinleştirmek değildir meramım. Meramım, fotoğraftaki “ gayri resmi” detaylardan en çaplısına ev sahipliği yapan Kürdlerle ilgili, Musul Operasyonu vesilesiyle dikkatimi çeken bir noktaya dikkatleri çekmektir.
Kürdler, bir ulus oldukları bilincine vakıf oldukları günden beridir yürüttükleri mücadele tarihleri içerisinde belki de ilk defa yıldızlarının parladığına şahittirler. Altı bir türlü sönmek bilmeyen bir “cadı kazanı”nda varlığını canlı tutmanın mücadelesini yürüten Kürdler’in yıldızlarının parlamasında, ana vatanlarında oluşan de facto siyasi statülerinin yanı sıra askeri mücadele alanında da kendilerini kanıtlamış olmalarının payı çok büyük. Özellikle de Rojava savunmasında El Nusra’ya karşı yürüttükleri askeri beceriyle dikkatleri üzerlerine çeken Kürdler’in yakın dönemler içerisinde Batı ve Güney Kürdistan’da gerilla ve peşmergeler tarafından IŞİD fundamentalizmine karşı yürütülen başarılı mücadeleler de bu yıldızın parlamasına vesile oldu. “Müttefik”likle paye biçilen bu yıldızın, elbette ki karşıtlarınca söndürülmek istenmesi sürpriz olmasa gerek. Özellikle de daha düne kadar “ müttefik” iltifatlarına boğulan Türkiye ve P5 +1 ile kendisine yönelik gelişen öfke kontrolünü biraz da olsa yatıştırmayı, şimdilik, sağlayan İran’ın doğrudan ve dolaylı müdahaleleri dün olduğu gibi bugünki durumda daha da artacaktır. Dünden bugüne değişen bir farkla ama…
Bilindiği üzere Türkiye ve İran, politikaları ile Yakındoğu’nun ve Ortadoğu’nun kaderini belirleme potansiyelini ellerinde hep tutmuş pozisyonda iki ülke. Bilhassa da Kürdistan’ın ve Kürdler’in bölünme sürecinin temelini atan Sykes- Picot gizli anlaşmasında rolü olan her iki ülkenin, Kürdler’le girdikleri bir sürü kötü münasebet içerisinde en kötüsüne bu anlaşmayla girdikleri bir hakikattir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Yakındoğu ve Ortadoğu’daki topraklarının paylaşılması amacıyla 1916’da Sykes- Picot gizli anlaşmasıyla başlatılıp, 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde resmiyete kavuşturulan parçalatılma süreci, Kürdler için de bölünmenin startını vermiş oldu. Anlaşmaya bağlı olarak Yakındoğu ve Ortadoğu’daki, Kürdler dışında diğer tüm otokton halkların bir devlet statüsüne erişmeleriyle neticelenen süreç, dönemin iki büyük emperyal gücü olan Fransa ve Büyük Britanya (İngiltere) ile Osmanlı ve İran İmparatorluklarının devamları olan Türkiye ve İran devletleri eliyle gerçekleştirildi. Kürdistan’ın statüsüz bırakılması için Sykes- Picot düzeninde rol alan dönemin belirleyici iki gücü Türkiye ve İran’ın o tarihten beridir süre gelen politikası, şimdilerde de görüldüğü üzere Kürdler’in statü elde etmesinin engellenmesi ve Kürdler arası çelişkileri dışardan müdahalelerle derinleştirmek şeklindedir. Ancak aradan geçen 100 yılda Kürdistan coğrafyasında Sykes- Picot’un ruhu halen de dolaşıyor olsa da Türkiye ve İran’ın sahadaki varlıklarının rol belirleyen ve veren durumundan çıkarak gittikçe edilgen bir konum aldığını görmek, tarihin cilvesine eskisi gibi pek de kızamaz oluyor insan. Kendi özgünlüklerinde bir yayılmacılık ve Kürd düşmanlığı politikası yürüten Türkiye ve İran’ın Musul operasyonunda saha dışında tutuluyor olduklarını görünce nasıl kızılabilir ki?
Türkiye, yayılmacılık ve Kürdleri engelleme amaçlarıyla varlığını Musul operasyonunda Lozan mazisi, Misak-i Milli gibi gerekçelerin ardına sığınarak konuşturmaya çalışsın, İran ise kendi milis gücü Haşdi Şabi’yi Musul operasyonuna dâhil ederek, Irak Ordusu’nun bir parçası yaparak varlığını sağlama alma gayretini elden bırakmasın yine de güçleri, Kürdler’in parlayan yıldızını gökten indirmeye yetmeyecekmiş gibi gözüküyor. Çok duyar olduğumuz “Kürdler eski Kürdler değil!” sözü fazlasıyla gerçekçi artık. Kürd otoritelerin aralarındaki çelişkileri giderek daha da çok giderme yoluna gitmeleri ve birbiriyle tam örtüşmese de kendi özgünlüklerinde bir Kürdistan politikasına doğru yol almaları söz konusu. Otoriteler arasındaki söylemde ve amaçta görülen olumsuz farklılıkların giderilmesine yol açan sebebin, bu durumdan ciddi bir rahatsızlık duyan tabanın yükselen sesidir.
Kuzey, Güney ve Batı Kürdistan’da farklı yönetim modellerinin tayin edildiği herkesin malumu. Ancak bu durum sadece bununla kalmayıp, her üç parçada Kürd otoriteler arasında ciddi güç savaşlarının yaşanmasıyla daha da sorunsallaşmıştır. KDP önderliğinde belirlenen amaç bağımsızlık iken, parlamentodaki diğer iki Kürd parti Goran ve YNK ise bunun karşıtı bir siyaset izlemekte. Aktörlerin ajandalarında farklı siyasi modeller içermeleri ve birbirlerinin muhalefet kanadında yer almayı tercih etmeleri elbette ki demokrasinin güzel tarafını oluşturur ancak ulusal birlik sorunu devan eden bir ulus için böylesi bir manzara, demokratik muhalefet hakkının kullanılmasından ziyade Kürdler’in aşil topuğundan vurulmasını temsil eder. Particilik ve eklemleme siyasetinin Kürd otoritelerce önceliğe alınmasının, halkını “topuktan” vurmaktan başka bir sonuca yol açmadığı tecrübelerle sabit olmuştur. Bu durum, tabanlar arası çekişmeleri çoğaltarak ulusal birlik problemini derinleştirmeye hizmet etmektedir. Benzer bir problem Rojava Kürdistanı’nda görülür. ENKS ile TEV-DEM arasında süre gelen mücadele, farklı siyasi modellere sahip iki otorite arasındaki demokratik anlaşmazlıktan çıkarak, pastadan pay kapma misali bir anlaşmazlığa evirilmiştir. Bu durumun da olumsuz yansıması ise; otoritelerin kapıldığı iktidar/güç akıntısına tabanın da dahil olarak sonu belirsiz bir yere doğru sürüklenmeleridir. Türkiye Kürdistanı’nda görülen manzaranın da çizdiğim tablo içerisindeki yeri, diğerlerinden asla farksız değil. Buradaki manzarada da, otorite ile birlikte akıntıya kapılan halkın belirsiz bir sona doğru sürüklenişi resmedilir. Sykes-Picot düzeninin lokal yansımasıdır bu resim. Mevcut resim içerisinde Kürd otoritelerinin ellerindeki farklı Kürdistan ajandaları ile ulusal birlik/kongre niyetiyle aynı masa etrafında birkaç defa bir araya gelmelerine şahit olduysak da netice alınamamıştı. 100 yıllık bölünmenin sadece teritoryal olmakla kalmayıp kimlik/benlik üzerinde de çok güçlü bir tahribat yarattığına da bizi şahit kıldırtan, devamlı ‘error’ veren durumun artık böyle devam etmeyeceğinin ip uçları, ‘zamanın ruhu’nu otoritelerden daha didaktik yorumlayan halkın psikolojik baskısı sayesinde, böylesi kritik süreçlerde ortaya çıkıyor. IŞİD’in Kerkük’e, Musul üzerindeki baskıyı azaltma taktiğiyle yaptığı saldır girişimi sonrasında cephede görülen YNK Genel Sekreterlerinden Kosret Resul’un sembolik önemi, particilik kaygıları ile hareket eden otoritelerin tabandan yükselen rahatsızlık seslerini işittiklerine delalettir. Benzer bir delaleti Mesut Barzani, Mesrur Barzani ve Murat Karayılan’ın Musul ile ilgili basına yansıyan açıklamalarında görmek mümkündür. Her üç otoritenin Musul’un, çok çeşitli etnik yapısını göz ardı etmeden bir Kürd şehri olduklarına dair birbirleriyle örtüşen söylemleri tabanı karşısına alan bir siyasetin riziko oynamaktan farksız olacağını görmeleriyle ilişkilidir. Akabinde 30 bin Peşmergenin Musul operasyonunda yer almalarının yanı sıra halktan da gönüllü insanların peşmergeyle beraber operasyonda yer almaları tabanın psikolojik baskısının sonuç veren somut nüveleridir.
Bu örneklerle “eylemci” aktörlere dönüştüğünü gördüğümüz Kürdler’in siyasal toplumsallaşmalarının çok önemli boyuta evirildiği de görülür ayrıca. Otoritelere rol sunma, metot verme sürecine giren Kürd toplumsallaşması, konuşan özne toplumsallaşmasıdır. Konuşan özne toplumsallaşması ile Kürd toplumunda siyasal değerlerin, inançların, kuralların, eğilimlerin ve davranış kalıplarının toplum üyelerine aktarılması ve benimsetilmesi süreci “eylemci” aktörlük olgusunu farklı bir seyre koymuştur. Kürd toplumunun mevcut tablo içerisindeki dağınık ve parçalı haliyle daha da aşağıya çekilen sosyalizasyonun da söz konusu siyasal toplumsallaşmayla yukarıya çıktığı, arttığı ve siyasal sistemle ilgili oluşan görüş, düşünüş, tutum ve değerlerin gelişmesi ile genişlediği görülür. Kürdistan coğrafyasında süre gelen çatışma ve savaş ortamının haliyle depolitizasyon oluşmasına “izin” vermeyen gerçeği, Yakındoğu’nun /Ortadoğu’nun yeni savaşlara gebe olan kaotik yapısı ile birlikte Kürdler’in birey olarak, siyasi bir insan olarak şekillenilerek siyasal bir davranış içerisinde kalmalarında etkili olmuştur. Siyasal benlik kazanan “eylemci” aktörlerin de günü geldiğinde otoritelere yönelik bir baskı gücü unsuru olmaları da kaçınılmaz olur. Nitekim ki bu kaçınılmaz sonun olumlu sonuçlarıyla da Kürdler bağlamında karşılaşıyoruz. Hal böyle olunca da Kürdler’in ruh çıkarma seanslarında başarıyla çıkacağına dair umut da canlılığını korur. Sykes-Picot ruhunun Kürdistan’dan kovulmasına az kaldı mı ne demeli bu durumda?